![]() |
"Psikiyatrik ilaçlar, kalıcı kimyasal beyin hasarına (kimyasal lobotomiye) neden olur ve insanları 'bakıma muhtaç' hale getirir 3 (Araştırmalar 1)" -Temsili görseller.. Illustration.. |
Bismillahirrahmanirrahim. Doğusunu ve gerçeğini ancak Yüce Allah (cc) hazretleri bilir diyelim...
3.BÖLÜM : 'PSİKİYATRİK
İLAÇLAR, KİMYASAL KAYNAKLI KALICI BEYİN HASARINA (KİMYASAL LOBOTOMİYE)
NEDEN OLUR VE İNSANLARI 'BAKIMA MUHTAÇ' HALE GETİRİR' serisi (3) - Alıntılar
Bu seri 5 bölümden oluşmaktadır. Şu anda siz üçüncü bölümde (yani 3.bölümde) bulunuyorsunuz. Bu bölüm, ARAŞTIRMALARIN ilk kısmıdır. Bu seri, 8 bölümlük 'Psikiyatri, bir ölüm endüstrisidir' ve 5 bölümlük 'Akıl Hastalıkları bir efsanedir' serisinin devamıdır. Serinin tamamına blog ana sayfasından, sayfayı aşağıya kaydırarak yada 'Psikiyatri bir ölüm endüstrisidir' serisi tanıtım sayfasından ulaşabilirsiniz. (Aşağıdaki notu okuyunuz.) 'Akıl hastalıklarının neden bir efsane' olduğunu, 'Psikiyatrinin neden bir ölüm endüstrisi' olduğunu ve 'Psikiyatri ve zararlı psikiyatrik tedaviler (psikiyatrik ilaçlar, Elektroşok (ECT) vb gibi uygulamaları içeren zararlı tedaviler) ile ilgili sizlere anlatılmayanları öğrenmek istiyorsanız, mutlaka okumanız gerekir diye düşünüyoruz.. Ve mutlaka aşağıdaki UYARILARI da okumayı unutmayınız.. Teşekkürler..
UYARI : Lütfen unutmayın: Hiç kimse doktor kontrolü olmadan psikiyatrik ilaçlardan kurtulmaya çalışmamalıdır. En aşağıdaki UYARILAR kısmını okuyunuz.. Buradaki bilgilere dayanarak psikiyatrik ilaçlarınızı birdenbire kesmeyiniz, bırakmayınız. Ayrıca her zaman olduğu gibi eğer kalp rahatsızlığı, psikoloji rahatsızlığınız
vs varsa, buradaki bilgiler sağlığınız açınızdan iyi olmayabilir ve bu
nedenle bu araştırmayı okumamanızı tavsiye ederiz. Yok eğer "Kimse karışamaz lan benim okumama, illa da okuyacağım!" diyorsanız, o zaman bütün sorumluluk size aittir, bunu unutmayın. Yazımızı okumadan önce en aşağıdaki UYARILAR VE NOTLAR kısmını okuyunuz. Her şey gönlünüzce olsun ve nice mutlu yıllar, sağlıklar dileriz.. Teşekkürler..
NOT: Diğer araştırmaların ilk bölümlerini (yani fikir ve düşünceleri) BURADAN1 - BURADAN2 ve bu seriye ait düşünceyi de BURADAN okuyabilirsiniz. Diğerlerin - yani araştırma bölümlerin tamamını okumak istiyorsanız BURAYA gidip linklere ulaşabilirsiniz. Araştırmaları okumak çok zahmetli geliyorsa /daha önce okuduysanız... verdiğimiz kısa kısa alıntıları okuyarak da birşeyler öğrenebilirsiniz. Tüm araştırmalara ait verilen özet şeklindeki alıntıları buradaki ALINTILAR1 - ALINTILAR2 - ALINTILAR3 kısmından okuyabilirsiniz.
*** *** ***
İÇİNDEKİLER;
------------
------------
1.BÖLÜM ; Psikiyatrik ilaçların neden olduğu geri döndürülemez beyin hasarı ve diğer ciddi zararlar...
2.BÖLÜM ; Psikiyatrik ilaçların neden olduğu Beyin hasarıyla ilişkili bazı 'Tardif Diskinezi ve Akatizi' ile ilgili çalışmalar, bilgiler..
2.BÖLÜM ; Psikiyatrik ilaçların neden olduğu Beyin hasarıyla ilişkili bazı 'Tardif Diskinezi ve Akatizi' ile ilgili çalışmalar, bilgiler..
(1. ve 2. BÖLÜM; 3.sayfada devamı da 4.sayfada yer alıyor.)
3.BÖLÜM ; BEYİN HASARINA SEBEP OLAN DİĞER PSİKİYATRİK TEDAVİ UYGULAMALARI...
4.BÖLÜM ; PSİKİYATRİK İLAÇLARIN NEDEN OLDUĞU 'BEYİN HASARIYLA' İLİŞKİLİ SON BULAN BAZI HAYATLARIN HİKAYESİ..
5.BÖLÜM ; Psikiyatrik ilaç yan etkiler listesi ve psikiyatrik ilaç yan etkiler arama motoru..."
6.BÖLÜM ; FAYDALI OLABİLECEK BAZI TARTIŞMALAR, MIA'DAN BAZI YORUMLAMALAR VE BAZI AÇIKLAMALAR
3.BÖLÜM ; BEYİN HASARINA SEBEP OLAN DİĞER PSİKİYATRİK TEDAVİ UYGULAMALARI...
4.BÖLÜM ; PSİKİYATRİK İLAÇLARIN NEDEN OLDUĞU 'BEYİN HASARIYLA' İLİŞKİLİ SON BULAN BAZI HAYATLARIN HİKAYESİ..
5.BÖLÜM ; Psikiyatrik ilaç yan etkiler listesi ve psikiyatrik ilaç yan etkiler arama motoru..."
6.BÖLÜM ; FAYDALI OLABİLECEK BAZI TARTIŞMALAR, MIA'DAN BAZI YORUMLAMALAR VE BAZI AÇIKLAMALAR
(3,4,5 ve 6. BÖLÜMLER; 4.sayfada yer alıyor.)
7.BÖLÜM ; Referanslar (Kaynaklar) ve Bazı Sözlükler...(5.sayfada yer alıyor)
7.BÖLÜM ; Referanslar (Kaynaklar) ve Bazı Sözlükler...(5.sayfada yer alıyor)
*** *** ***
** ARAŞTIRMALAR 1
1.BÖLÜM : Psikiyatrik ilaçların neden olduğu geri döndürülemez kimyasal beyin hasarı ve diğer ciddi zararlar...
"Psikiyatrik İlaç Kaynaklı Kronik Beyin Hasarı (CBH /CBI): Psikiyatrik ilaçlarla uzun süreli tedavinin etkileri
Özet... Psikiyatrik ilaçlara uzun süreli maruz kalmanın yol açtığı tehlikeleri anlamak çok önemlidir, ancak bilimsel literatürde ve klinik uygulamada nadiren vurgulanmaktadır. Yazar, bilimsel literatür ve klinik deneyimlerden yararlanarak, Travmatik Beyin Hasarı (TBH - Traumatic Brain Injury (TBI)), elektrokonvülsif tedavi (EKT - electroconvulsive therapy (ECT)) ve psikiyatrik ilaçlara uzun süreli maruz kalma dahil olmak üzere, beyindeki herhangi bir travmanın neden olabileceği Kronik Beyin Bozulması /Hasarı (KBB /KBH - Chronic Brain Impairment (CBI)) sendromunu açıklamaktadır. Sendrom bilgisi, klinisyenlerin psikiyatrik ilaçların neden olduğu uzun vadeli yan etkileri daha kolay tespit etmelerini sağlarken, araştırmacıların da psikiyatrik ilaçlara uzun süreli maruz kalmanın ardından ortaya çıkan beyin hasarının yaygın unsurlarını daha kapsamlı bir şekilde anlayarak soruna yaklaşmalarını sağlamalıdır. Tedavi seçenekleri de tartışılmaktadır. (....)" -Peter R. Breggin, MD (8)
"Psikiyatrik İlaç Kaynaklı Kronik Beyin Hasarı (CBH /CBI): Psikiyatrik ilaçlarla uzun süreli tedavinin etkileri" -Peter R. Breggin, MD (PDF) (8a)
"Tüm psikiyatrik ilaçlar size zarar verir ve kalıcı beyin hasarına neden olabilir
"Psikiyatristi ziyaret etmek tehlikeli bir şeydir; çünkü size elektrik şoku verirler, ilaç verirler veya isteğiniz dışında sizi bir akıl hastanesine kapatırlar."
Özet... Psikiyatrik ilaçlara uzun süreli maruz kalmanın yol açtığı tehlikeleri anlamak çok önemlidir, ancak bilimsel literatürde ve klinik uygulamada nadiren vurgulanmaktadır. Yazar, bilimsel literatür ve klinik deneyimlerden yararlanarak, Travmatik Beyin Hasarı (TBH - Traumatic Brain Injury (TBI)), elektrokonvülsif tedavi (EKT - electroconvulsive therapy (ECT)) ve psikiyatrik ilaçlara uzun süreli maruz kalma dahil olmak üzere, beyindeki herhangi bir travmanın neden olabileceği Kronik Beyin Bozulması /Hasarı (KBB /KBH - Chronic Brain Impairment (CBI)) sendromunu açıklamaktadır. Sendrom bilgisi, klinisyenlerin psikiyatrik ilaçların neden olduğu uzun vadeli yan etkileri daha kolay tespit etmelerini sağlarken, araştırmacıların da psikiyatrik ilaçlara uzun süreli maruz kalmanın ardından ortaya çıkan beyin hasarının yaygın unsurlarını daha kapsamlı bir şekilde anlayarak soruna yaklaşmalarını sağlamalıdır. Tedavi seçenekleri de tartışılmaktadır. (....)" -Peter R. Breggin, MD (8)
"Psikiyatrik İlaç Kaynaklı Kronik Beyin Hasarı (CBH /CBI): Psikiyatrik ilaçlarla uzun süreli tedavinin etkileri" -Peter R. Breggin, MD (PDF) (8a)
"Tüm psikiyatrik ilaçlar size zarar verir ve kalıcı beyin hasarına neden olabilir
"Psikiyatristi ziyaret etmek tehlikeli bir şeydir; çünkü size elektrik şoku verirler, ilaç verirler veya isteğiniz dışında sizi bir akıl hastanesine kapatırlar."
(...) E. Psikiyatrik ilaçlar beyin hasarına neden olur:
1) 'Akıl hastasının beynindeki tek kimyasal dengesizlik, psikiyatristlerin ilaç yazarken yarattığı dengesizliktir.' Beyin, psikiyatrik ilaçların kimyasal bileşenleriyle yıkandığında her zaman olumsuz etkilenir. Bir kişi uyuşuk veya ilgisiz hale geldiğinde, tıpkı alkol gibi normal beyin fonksiyonlarını bozar. Psikiyatrik ilaçların uzun süreli kullanımı, tıpkı eroin veya kokain kullanıyormuş gibi beyni kalıcı olarak "kızartabilir"!
2) Ayrıca bakınız: "Psikiyatrik ilaçlar, kullanıcıların klasik "ay yüzlü" görünümünde görülen diyabete neden olur." (a) Psikiyatristlerin, 'insülinin diyabeti tedavi etmesi gibi, psikiyatrik ilaçları da kimyasal dengesizliklerin tedavisi' olarak görmeleri ironiktir; oysa psikiyatrik ilaçlar aslında diyabete neden olur!
3) "Thorazine, Haldol ve Zyprexa gibi başlıca antipsikotik ilaçlar ikinci gruba girer. Bu ilaçların 'ciddi metabolik ve nörolojik hasara neden olduğu' açıktır. ... Sözde psikotik hastalıkları tedavi etmek için kullanılan çoğu psikotrop ilaç, 'ekstrapiramidal motor sistemine' zarar verir ve 'karmaşık metabolik bozukluklara' neden olur.
İşte iki temel terimin kısa bir tanımı. Piramidal motor sistemi 'istemli hareketleri' kontrol eder. Bu sistemin, örneğin 'çocuk felci veya omurilik travması' nedeniyle hasar görmesi, felce neden olur. Piramidal sistemden filogenetik olarak daha eski olan ekstrapiramidal sistem, 'kas tonusunu ve gövde stabilitesini' korur ve yürüme gibi istemli ancak 'bilinçli olarak düzenlenmeyen davranışları' kontrol eder. Bu sistemin, örneğin Parkinsonizm veya nöroleptik ilaçlar nedeniyle hasar görmesi, sözde hareket bozukluklarına neden olur." (Tedavi Olarak Zorlama (Coercion as Cure) (b), Thomas Szasz, MS 2007, s 178)
4) "Çalışmaya göre, 1995 ile 2002 yılları arasında reçete edilen yıllık çocuk sayısı beş kat artarak tahmini 2,5 milyona ulaştı. Bu, 1990'ların ortalarında her 1.000 çocuktan 8,6'sının reçete edildiği dönemden, 1.000'de yaklaşık 40'ına bir artış anlamına geliyor. Ancak reçetelerin yarısından fazlası 'dikkat eksikliği ve diğer psikotik olmayan rahatsızlıklar' içindi... 1990'ların ortalarından bu yana antipsikotik kullanımının artması, Zyprexa ve Risperdal gibi pahalı ve yoğun bir şekilde pazarlanan ilaçların piyasaya sürülmesiyle aynı döneme denk geliyor.
Her ikisinin de ambalaj bilgileri, 'çocuklarda güvenlik ve etkililiklerinin henüz belirlenmediğini 'belirtiyor. Genellikle hap başına birkaç dolara mal olan bu ilaçlar, en azından yetişkinlerde eski antipsikotiklerden daha güvenli kabul ediliyor; ancak yine de 'kilo alımı, yüksek kolesterol ve diyabet' gibi ciddi yan etkilere sahip olabiliyorlar." (Çocuklarda antipsikotik ilaç kullanımı hızla artıyor: Araştırmacılar, 1995'ten 2002'ye beş kat artış olduğunu buldu (Anti-psychotic drug use in kids skyrockets: Fivefold increase from 1995 to 2002, researchers find), Associated Press, 16 Mart 2006) Ayrıca bakınız: 'Psikiyatrik ilaçlar diyabete neden oluyor.' (c)
5) Psikiyatrik ilaçlar, kimyasal dengesizliklere neden olur: "Beyin, Prozac, Ritalin veya Xanax gibi psikiyatrik ilaçların etkisine nasıl tepki verir? Beyin, sanki toksik maddeler tarafından istila ediliyormuş gibi tepki verir; ilacın zararlı etkilerinin üstesinden gelmeye veya bunları telafi etmeye çalışır. Bu süreçte beyin, ilaca yanıt verme kapasitesini kelimenin tam anlamıyla yok eder. Kendini ilaca karşı uyuşturur ve böylece aslında kendi işlevlerinden bazılarını öldürür. Dolayısıyla bir doktor bize 'Prozac'ın biyokimyasallarımızı dengelediğini' söylediğinde, fena halde yanılıyoruz. Aslında Prozac, beynin işlevlerini derinden bozmaktadır." (İlaç Sorununuz Olabilir (Your Drug May Be Your Problem) (d), Peter Breggin, David Cohen, 2007 AD, s. 26)
6) "...milyonlarca Amerikalının gereksiz yere ilaçlanmasına yol açtı; bu kişiler toksik ve potansiyel olarak ölümcül ilaçlar kullanılmadan teşhis edilebilir, tedavi edilebilir ve iyileştirilebilirdi." (Dr. Sydney Walker III, nörolog, psikiyatrist, A Dose of Sanity)
7) "İlaçları bırakmak, beyinlerinin fizyolojisini ilaç öncesi durumlarına döndürmeye başladı. Çoğu, ilaçların beyinlerinin fizyolojisini değiştireceği (veya daha da kötüsü, beyindeki sinir hücrelerinin bölgelerine seçici olarak zarar vereceği) ve neredeyse kesinlikle yoksunluk reaksiyonlarının ortaya çıkacağı konusunda hiç uyarılmamıştı. Ayrıca, bu yoksunluk reaksiyonlarının uzun süreli olabileceğinin ve "tekrar hastalanmaları" olarak yorumlanabileceğinin de farkında değillerdi.
Bunlar, "terapötik" kimyasallarla dolup taştıktan sonra, 'beyinlerini, normal işleyişine döndürmeye çalışırken olabileceklerin' (ama olmak zorunda olmayanların) korkunç hikayeleridir. Ne yazık ki, acı genellikle ruhu, benliği ve zihni - insanlığın özünü - geri kazanmak için gerekliydi." (Psikiyatrik İlaçları Bırakmak: Nöroleptiklerden, Antidepresanlardan, Lityumdan, Karbamazepinden ve Sakinleştiricilerden Başarılı Bir Şekilde Bırakma, Önsöz (Coming off Psychiatric Drugs: Successful Withdrawal from Neuroleptics, Antidepressants, Lithium, Carbamazepine and Tranquilizers, Preface), Dr. Loren R. Mosher, Editör: P. Lehmann.)
8) "Antipsikotikler, uyarıcılar, sakinleştiriciler, antidepresanlar ve duygudurum dengeleyiciler de dahil olmak üzere tüm psikiyatrik ilaçlar, kişinin 'etrafındaki herkes tarafından çok belirgin olmasına rağmen', bozukluğunun farkında olmamasına neden olacak şekilde yönetici işlevleri bozar. Yıllar içinde, bireylerin psikiyatrik ilaçlar kullanmaktan kaynaklanan ciddi ve bazen kalıcı zihinsel bozukluklar yaşadığı 'düzinelerce klinik ve hukuki vakayı' değerlendirdim. Bu vakaların çoğunda, bireyler 'tamamen karakterlerine uymayan korkunç eylemlerde' bulundular.
Son zamanlarda bu vakalarla ilgili kapsamlı deneyimimi yeniden değerlendirirken, 'tüm psikoaktif ilaçların, ilaç etkisi veya daha teknik olarak zehirlenme anosognozisi olarak adlandırılabilecek bir etkiye sahip olduğunu' fark ettim. Anosognozi, 'kişinin, kendisindeki hastalığı fark edememesi' anlamına gelir. 'Zihinsel işlevi' bozan ilaçlar, aynı zamanda kişinin 'bu işlev bozukluğunu fark etme yeteneğini' de bozar." (İlaç Sorununuz Olabilir (Your Drug May Be Your Problem), Peter Breggin, David Cohen, 2007 AD, s. 10) (...)" (54)
"Antipsikotik ilaçlar beyin hasarına neden olur.
(....) Okuma listesi:
1) 'Akıl hastasının beynindeki tek kimyasal dengesizlik, psikiyatristlerin ilaç yazarken yarattığı dengesizliktir.' Beyin, psikiyatrik ilaçların kimyasal bileşenleriyle yıkandığında her zaman olumsuz etkilenir. Bir kişi uyuşuk veya ilgisiz hale geldiğinde, tıpkı alkol gibi normal beyin fonksiyonlarını bozar. Psikiyatrik ilaçların uzun süreli kullanımı, tıpkı eroin veya kokain kullanıyormuş gibi beyni kalıcı olarak "kızartabilir"!
2) Ayrıca bakınız: "Psikiyatrik ilaçlar, kullanıcıların klasik "ay yüzlü" görünümünde görülen diyabete neden olur." (a) Psikiyatristlerin, 'insülinin diyabeti tedavi etmesi gibi, psikiyatrik ilaçları da kimyasal dengesizliklerin tedavisi' olarak görmeleri ironiktir; oysa psikiyatrik ilaçlar aslında diyabete neden olur!
3) "Thorazine, Haldol ve Zyprexa gibi başlıca antipsikotik ilaçlar ikinci gruba girer. Bu ilaçların 'ciddi metabolik ve nörolojik hasara neden olduğu' açıktır. ... Sözde psikotik hastalıkları tedavi etmek için kullanılan çoğu psikotrop ilaç, 'ekstrapiramidal motor sistemine' zarar verir ve 'karmaşık metabolik bozukluklara' neden olur.
İşte iki temel terimin kısa bir tanımı. Piramidal motor sistemi 'istemli hareketleri' kontrol eder. Bu sistemin, örneğin 'çocuk felci veya omurilik travması' nedeniyle hasar görmesi, felce neden olur. Piramidal sistemden filogenetik olarak daha eski olan ekstrapiramidal sistem, 'kas tonusunu ve gövde stabilitesini' korur ve yürüme gibi istemli ancak 'bilinçli olarak düzenlenmeyen davranışları' kontrol eder. Bu sistemin, örneğin Parkinsonizm veya nöroleptik ilaçlar nedeniyle hasar görmesi, sözde hareket bozukluklarına neden olur." (Tedavi Olarak Zorlama (Coercion as Cure) (b), Thomas Szasz, MS 2007, s 178)
4) "Çalışmaya göre, 1995 ile 2002 yılları arasında reçete edilen yıllık çocuk sayısı beş kat artarak tahmini 2,5 milyona ulaştı. Bu, 1990'ların ortalarında her 1.000 çocuktan 8,6'sının reçete edildiği dönemden, 1.000'de yaklaşık 40'ına bir artış anlamına geliyor. Ancak reçetelerin yarısından fazlası 'dikkat eksikliği ve diğer psikotik olmayan rahatsızlıklar' içindi... 1990'ların ortalarından bu yana antipsikotik kullanımının artması, Zyprexa ve Risperdal gibi pahalı ve yoğun bir şekilde pazarlanan ilaçların piyasaya sürülmesiyle aynı döneme denk geliyor.
Her ikisinin de ambalaj bilgileri, 'çocuklarda güvenlik ve etkililiklerinin henüz belirlenmediğini 'belirtiyor. Genellikle hap başına birkaç dolara mal olan bu ilaçlar, en azından yetişkinlerde eski antipsikotiklerden daha güvenli kabul ediliyor; ancak yine de 'kilo alımı, yüksek kolesterol ve diyabet' gibi ciddi yan etkilere sahip olabiliyorlar." (Çocuklarda antipsikotik ilaç kullanımı hızla artıyor: Araştırmacılar, 1995'ten 2002'ye beş kat artış olduğunu buldu (Anti-psychotic drug use in kids skyrockets: Fivefold increase from 1995 to 2002, researchers find), Associated Press, 16 Mart 2006) Ayrıca bakınız: 'Psikiyatrik ilaçlar diyabete neden oluyor.' (c)
5) Psikiyatrik ilaçlar, kimyasal dengesizliklere neden olur: "Beyin, Prozac, Ritalin veya Xanax gibi psikiyatrik ilaçların etkisine nasıl tepki verir? Beyin, sanki toksik maddeler tarafından istila ediliyormuş gibi tepki verir; ilacın zararlı etkilerinin üstesinden gelmeye veya bunları telafi etmeye çalışır. Bu süreçte beyin, ilaca yanıt verme kapasitesini kelimenin tam anlamıyla yok eder. Kendini ilaca karşı uyuşturur ve böylece aslında kendi işlevlerinden bazılarını öldürür. Dolayısıyla bir doktor bize 'Prozac'ın biyokimyasallarımızı dengelediğini' söylediğinde, fena halde yanılıyoruz. Aslında Prozac, beynin işlevlerini derinden bozmaktadır." (İlaç Sorununuz Olabilir (Your Drug May Be Your Problem) (d), Peter Breggin, David Cohen, 2007 AD, s. 26)
6) "...milyonlarca Amerikalının gereksiz yere ilaçlanmasına yol açtı; bu kişiler toksik ve potansiyel olarak ölümcül ilaçlar kullanılmadan teşhis edilebilir, tedavi edilebilir ve iyileştirilebilirdi." (Dr. Sydney Walker III, nörolog, psikiyatrist, A Dose of Sanity)
7) "İlaçları bırakmak, beyinlerinin fizyolojisini ilaç öncesi durumlarına döndürmeye başladı. Çoğu, ilaçların beyinlerinin fizyolojisini değiştireceği (veya daha da kötüsü, beyindeki sinir hücrelerinin bölgelerine seçici olarak zarar vereceği) ve neredeyse kesinlikle yoksunluk reaksiyonlarının ortaya çıkacağı konusunda hiç uyarılmamıştı. Ayrıca, bu yoksunluk reaksiyonlarının uzun süreli olabileceğinin ve "tekrar hastalanmaları" olarak yorumlanabileceğinin de farkında değillerdi.
Bunlar, "terapötik" kimyasallarla dolup taştıktan sonra, 'beyinlerini, normal işleyişine döndürmeye çalışırken olabileceklerin' (ama olmak zorunda olmayanların) korkunç hikayeleridir. Ne yazık ki, acı genellikle ruhu, benliği ve zihni - insanlığın özünü - geri kazanmak için gerekliydi." (Psikiyatrik İlaçları Bırakmak: Nöroleptiklerden, Antidepresanlardan, Lityumdan, Karbamazepinden ve Sakinleştiricilerden Başarılı Bir Şekilde Bırakma, Önsöz (Coming off Psychiatric Drugs: Successful Withdrawal from Neuroleptics, Antidepressants, Lithium, Carbamazepine and Tranquilizers, Preface), Dr. Loren R. Mosher, Editör: P. Lehmann.)
8) "Antipsikotikler, uyarıcılar, sakinleştiriciler, antidepresanlar ve duygudurum dengeleyiciler de dahil olmak üzere tüm psikiyatrik ilaçlar, kişinin 'etrafındaki herkes tarafından çok belirgin olmasına rağmen', bozukluğunun farkında olmamasına neden olacak şekilde yönetici işlevleri bozar. Yıllar içinde, bireylerin psikiyatrik ilaçlar kullanmaktan kaynaklanan ciddi ve bazen kalıcı zihinsel bozukluklar yaşadığı 'düzinelerce klinik ve hukuki vakayı' değerlendirdim. Bu vakaların çoğunda, bireyler 'tamamen karakterlerine uymayan korkunç eylemlerde' bulundular.
Son zamanlarda bu vakalarla ilgili kapsamlı deneyimimi yeniden değerlendirirken, 'tüm psikoaktif ilaçların, ilaç etkisi veya daha teknik olarak zehirlenme anosognozisi olarak adlandırılabilecek bir etkiye sahip olduğunu' fark ettim. Anosognozi, 'kişinin, kendisindeki hastalığı fark edememesi' anlamına gelir. 'Zihinsel işlevi' bozan ilaçlar, aynı zamanda kişinin 'bu işlev bozukluğunu fark etme yeteneğini' de bozar." (İlaç Sorununuz Olabilir (Your Drug May Be Your Problem), Peter Breggin, David Cohen, 2007 AD, s. 10) (...)" (54)
"Antipsikotik ilaçlar beyin hasarına neden olur.
(....) Okuma listesi:
-"Kimyasal dengesizlikler uydurma ve efsanedir", Dr. Loren R.
Mosher...
-"Akıl Hastalığının" Biyopsikiyatrik Modeli... "Eleştirel Bir
Kaynakça", Dr. Loren R. Mosher
"Sonuç: Akıl hastalığında nedensel öneme sahip olduğu düşünülen beyin anormallikleri büyük olasılıkla nöroleptik ilaç tedavisinin bir sonucudur." -(Dr. Loren R. Mosher)
Ayrıca bakınız: "Psikiyatrist Loren Mosher, kimyasal dengesizliklerle ilgili sahte bilimsel iddialar ve bu efsaneyi sürdürmek için 'ilaç şirketlerine yolsuz destek vermesi' nedeniyle Amerikan Psikiyatri Birliği'nden (APA) istifa etti." (a)
Dr. Mosher şöyle yazıyor: "Aşağıda, günümüzde genellikle ciddi bir akıl hastalığı türü olarak nitelendirilen rahatsız edici davranışların nedenleri ve tedavisi hakkındaki yaygın inanç sistemini ele alan açıklamalı bir kaynakça sunulmaktadır. "Şizofreni", psikiyatrinin en can sıkıcı ve kafa karıştırıcı "bozukluğu" olduğu ve "akıl hastalıkları" arasında en ciddisi olarak görüldüğü için bu listenin ana odak noktasıdır. Çocukları hariç tutar. Kapsamlı olmasa da temsilidir." (Loren R. Mosher Tıp Doktoru)
Dr. Mosher'ın Sonuçları: "Günümüzde ciddi "akıl hastalıkları" hakkındaki baskın teori, bunların genetik olarak belirlendiğini (yani kalıtsal), biyokimyasal olarak ("kimyasal dengesizlikler" yoluyla) aracılık edildiğini, yaşam boyu süren "beyin hastalıkları" (ilişkili spesifik nöropatolojik değişikliklerle birlikte) olduğunu ve nedenleri ile seyrinin çevresel faktörlerden az çok bağımsız olduğunu ileri sürmektedir.
Mevcut kanıtlar, mevcut bilimsel kanıtların eleştirel bir incelemesinde, 'kalıtsal faktörlere, spesifik biyokimyasal anormalliklere ve ilişkili nedensel nörolojik lezyonlara' dair net bir gösterge olmadığını ortaya koymaktadır. Ancak, 'bir dizi çevresel faktörün nedenleri ve seyriyle ilişkili olduğu' bulunmuştur. Ayrıca, antipsikotik ilaçların, 'tedavinin temelini oluşturduğu ve çoğu durumda ömür boyu kullanılması gerektiği' genel olarak kabul edilmektedir.
Aslında veriler, hastane bakımına alternatif olarak 'uygun bir kişilerarası ortam ve sosyal bağlam sağlandığı' takdirde, nöroleptik ilaç tedavisinin genellikle gerekli olmadığını (özellikle psikotik olarak yeni tanımlanan kişilerde)' göstermektedir. Ayrıca, antipsikotik ilaçlar kullanılmaya başlamadan önceki döneme kıyasla, ilaç tedavisinin daha az olumlu uzun vadeli sonuçlara yol açtığı görülmektedir.
"Ayrıca, antipsikotik ilaç tedavisi, geri döndürülemez beyin patolojisinin (azalmış entelektüel ve anormal motor fonksiyonlara yol açan) ve daha kısa yaşam beklentisinin ortaya çıkmasıyla ilişkilidir."
Nöroleptik ilaç dönemi öncesi uzun vadeli takip çalışmaları, 'iyileşmenin sadece gerçekleşebileceğini değil, aynı zamanda vakaların çoğunda beklenebileceğini' göstermektedir. Dolayısıyla, "akıl hastalığı"nda sözde "kroniklik", muhtemelen 'hastalığın tıbbileştirilmesinin, sosyal ağ bozulmasıyla birlikte kurumsallaşmasının, marjinalleştirilmesinin, ayrımcılığın ve bu süreçlere eşlik eden daha az spesifik sosyal sonuçlarının (örneğin yoksulluk)' bir sonucudur." (Loren R. Mosher, Tıp Doktoru)
Nöroleptik İlaç Tedavisiyle İlişkili Beyin Hasarı: (Sakinleştirici etki istendiğinde, psikotik durumları tedavi etmek için kullanılan sakinleştiriciler)
"Sonuç: Akıl hastalığında nedensel öneme sahip olduğu düşünülen beyin anormallikleri büyük olasılıkla nöroleptik ilaç tedavisinin bir sonucudur." -(Dr. Loren R. Mosher)
Ayrıca bakınız: "Psikiyatrist Loren Mosher, kimyasal dengesizliklerle ilgili sahte bilimsel iddialar ve bu efsaneyi sürdürmek için 'ilaç şirketlerine yolsuz destek vermesi' nedeniyle Amerikan Psikiyatri Birliği'nden (APA) istifa etti." (a)
Dr. Mosher şöyle yazıyor: "Aşağıda, günümüzde genellikle ciddi bir akıl hastalığı türü olarak nitelendirilen rahatsız edici davranışların nedenleri ve tedavisi hakkındaki yaygın inanç sistemini ele alan açıklamalı bir kaynakça sunulmaktadır. "Şizofreni", psikiyatrinin en can sıkıcı ve kafa karıştırıcı "bozukluğu" olduğu ve "akıl hastalıkları" arasında en ciddisi olarak görüldüğü için bu listenin ana odak noktasıdır. Çocukları hariç tutar. Kapsamlı olmasa da temsilidir." (Loren R. Mosher Tıp Doktoru)
Dr. Mosher'ın Sonuçları: "Günümüzde ciddi "akıl hastalıkları" hakkındaki baskın teori, bunların genetik olarak belirlendiğini (yani kalıtsal), biyokimyasal olarak ("kimyasal dengesizlikler" yoluyla) aracılık edildiğini, yaşam boyu süren "beyin hastalıkları" (ilişkili spesifik nöropatolojik değişikliklerle birlikte) olduğunu ve nedenleri ile seyrinin çevresel faktörlerden az çok bağımsız olduğunu ileri sürmektedir.
Mevcut kanıtlar, mevcut bilimsel kanıtların eleştirel bir incelemesinde, 'kalıtsal faktörlere, spesifik biyokimyasal anormalliklere ve ilişkili nedensel nörolojik lezyonlara' dair net bir gösterge olmadığını ortaya koymaktadır. Ancak, 'bir dizi çevresel faktörün nedenleri ve seyriyle ilişkili olduğu' bulunmuştur. Ayrıca, antipsikotik ilaçların, 'tedavinin temelini oluşturduğu ve çoğu durumda ömür boyu kullanılması gerektiği' genel olarak kabul edilmektedir.
Aslında veriler, hastane bakımına alternatif olarak 'uygun bir kişilerarası ortam ve sosyal bağlam sağlandığı' takdirde, nöroleptik ilaç tedavisinin genellikle gerekli olmadığını (özellikle psikotik olarak yeni tanımlanan kişilerde)' göstermektedir. Ayrıca, antipsikotik ilaçlar kullanılmaya başlamadan önceki döneme kıyasla, ilaç tedavisinin daha az olumlu uzun vadeli sonuçlara yol açtığı görülmektedir.
"Ayrıca, antipsikotik ilaç tedavisi, geri döndürülemez beyin patolojisinin (azalmış entelektüel ve anormal motor fonksiyonlara yol açan) ve daha kısa yaşam beklentisinin ortaya çıkmasıyla ilişkilidir."
Nöroleptik ilaç dönemi öncesi uzun vadeli takip çalışmaları, 'iyileşmenin sadece gerçekleşebileceğini değil, aynı zamanda vakaların çoğunda beklenebileceğini' göstermektedir. Dolayısıyla, "akıl hastalığı"nda sözde "kroniklik", muhtemelen 'hastalığın tıbbileştirilmesinin, sosyal ağ bozulmasıyla birlikte kurumsallaşmasının, marjinalleştirilmesinin, ayrımcılığın ve bu süreçlere eşlik eden daha az spesifik sosyal sonuçlarının (örneğin yoksulluk)' bir sonucudur." (Loren R. Mosher, Tıp Doktoru)
Nöroleptik İlaç Tedavisiyle İlişkili Beyin Hasarı: (Sakinleştirici etki istendiğinde, psikotik durumları tedavi etmek için kullanılan sakinleştiriciler)
"Sonuç: Akıl
hastalığında nedensel öneme sahip olduğu düşünülen beyin anormallikleri
büyük olasılıkla nöroleptik ilaç tedavisinin bir sonucudur." -(Dr. Loren
R. Mosher, Tıp
Doktoru)
Okuma listesi: "Antipsikotik ilaçlar beyin hasarına neden olur:
1) Ballesteros J, Gonzales-Pinto A ve Bulbena A. "Psikiyatrik hastalarda daha yüksek mortalite ile ilişkili tardif diskinezi: Yedi bağımsız çalışmanın meta-analizinin sonuçları." J Clin Psychopharmacology, 20:2, 188-194, 2000.
2) E Christensen. "Diskinezili 28 hastanın beyninde nöropatolojik incelemeler." Acta Psychiatrica Scandinavica, 46,14-23, 1970. (TD hastalarında bazal gangliyonlarda yapısal anormallikler, genişlemiş ventriküller ve sulkal işaretler bulunur.)
3) OO Famuyiva. "Tardif diskinezi ve demans." British Journal of Psychiatry, 135, 500-504, 1979. (Bilişsel bozuklukla ilişkili TD.)
4) JT Wegner. "Tardif diskinezide bilişsel bozukluk." Psikiyatri Araştırması, 16, 331-337. 1985. (Bilişsel bozuklukla ilişkili TD.)
5) James Wade. "Tardif Diskinezi ve Bilişsel Bozukluk." Biyolojik Psikiyatri, 22, 393-395, 1987. (TD ile bilişsel bozukluk arasındaki ilişki. "İlişki doğrusal görünüyor: Bozukluğun şiddetli formlarına sahip bireyler, bilişsel olarak en fazla bozukluğa sahip olanlar.")
6) JL Waddington. "Şizofrenide bilişsel işlev bozukluğu, negatif semptomlar ve tardif diskinezi." Genel Psikiyatri Arşivleri, 44, 907-912, 1987. (TD, bilişsel bozulma ve negatif semptomların kötüleşmesiyle ilişkilidir.)
7) Waddington J ve ark., "Şizofrenide mortalite: 10 yıllık prospektif bir çalışma boyunca antipsikotik polifarmasi ve ek antikolinerjiklerin yokluğu", Br J Psych, 1998, 173; 325-329. (Bu çalışma, şizofreni hastalarının daha kısa yaşam beklentisine sahip olmasının bir nedeninin nöroleptik ilaç tedavisi olduğunu bulmuştur.)
8) JB Wade. "Tardif diskinezi ile ilişkili bilişsel değişiklikler." Nöropsikiyatri, Nöropsikoloji ve Davranışsal Nöroloji. 1, 217-227. 1989. (TD, bilişsel bozuklukla ilişkilidir. Araştırmacılar şu sonuca varmıştır: "TD hem motor hem de bunama bozukluğunu temsil edebilir.")
9) R. Yassa. "Tardif diskinezide işlevsel bozukluk: tıbbi ve psikososyal boyutlar." Acta Psychiatr Scand 80, 64-67. 1989. (TD, yürüyüş, konuşma güçlükleri ve psikososyal bozuklukla ilişkilidir.)
10) Michael S. Myslobodsky. "Tardif Diskinezi'de (Tardif Dismenti) Dikkat ve Duygudurum Bozukluğunun Merkezi Belirleyicileri." Beyin ve Biliş, 23, 88-101. 1993. (TD hastaları "bilinç yol haritalarının" motor kısmını kaybederler. TD, "larval demansı" temsil edebilir.)
11) Herbert Spohn. "Kronik şizofreni hastalarında tardif diskinezi ve nöroleptiklerin dikkat/bilgi işleme bozukluğuna etkisi." Brain and Cognition 23, 28-39, 1993. (TD, bilişsel bozukluğu şiddetlendirir.)
12) Jacinthe Baribeau. "Tardif diskinezi ve ilişkili bilişsel bozukluklar: yakınsak nöropsikolojik ve nörofizyolojik bir yaklaşım." Brain and Cognition 23, 40-55, 1993. (TD, bilişsel işlev bozukluğuyla ilişkilidir.)
13) John Waddington. "Şizofrenide bilişsel işlev bozukluğu: Organik kırılganlık faktörü mü yoksa tardif diskinezi için durum belirteci mi?" Brain and Cognition 23, 56-70, 1993. (1979-1991 yılları arasında TD'li hastaların öğrenme, hafıza, bilişsel işlev, entelektüel işlev, görsel hatırlama, yönelim gibi çeşitli ölçütlerde bilişsel olarak bozulmuş olduğu sonucuna varan 22 çalışmayı incelemektedir. vb.)
14) James Wade. "Tardif diskinezinin şiddetiyle ilişkili faktörler." Beyin ve Biliş 23, 71-80, 1993. (Bir araştırma incelemesi, "TD ile ilişkili biyokimyasal ve nöropatolojik değişikliklerin, benzer değişikliklerin Hungtington hastalığı ve/veya Parkinson ile ilişkili olduğunu gösterdiğini" göstermektedir. Kendi araştırmalarında ise, "sözel olmayan işlevlerde bozulma ile karakterize kortikal işlev bozukluğu, TD şiddetiyle ilişkilidir.")
15) Emmanuelle Pourcher. "Tardif diskinezisi olan genç şizofreni hastalarında organik beyin disfonksiyonu ve bilişsel eksiklikler." Brain and Cognition 23, 81-87, 1993. (Bu, 40 yaşın altındaki hastalar üzerinde yapılan bir çalışmadır. TD'nin serebral disfonksiyonla ilişkili olduğunu ve bunun da nöroleptik ilaçlara maruz kalmayla ilişkili olduğunu bulmuşlardır.)
16) Thomas Gualtieri. "Tardif akatizi sorunu." Brain and Cognition 23, 102-109, 1993. (Tardif akatizinin, Parkinson, Huntington ve Wilson gibi bazal ganglionların bir hastalığı olarak düşünülebileceğini belirtmektedir. MR çalışmaları, TD hastalarında, özellikle kaudat çekirdekte bazal ganglion lezyonları göstermiştir. Bazal ganglion hastalıklarının tümü davranışsal dengesizliğe ve zihinsel bozukluğa (hatta psikoz ve demansa) neden olur.)
17) Miranda Chakos. "İlk Epizod Şizofreni Hastalarında Antipsikotik İlaç Kullanımının Kaudat Çekirdek Hacimlerinde Artış." Am Jour Psych 151, 1430-1435. 1994. (Nöroleptikler, ilk epizod şizofreni hastalarında tedavinin ilk 18 ayında kaudat hacimlerini %5,7 oranında artırır. Daha yüksek dozlar, kaudat hacimlerinde daha büyük artışla ilişkilidir.)
18) J.S. Paulsen. "Tardif diskinezide nöropsikolojik bozukluk." Neurospsychology 8, 227-241. 1994. (TD'li ve TD'siz şizofreni hastalarında bilişsel işlevi karşılaştıran 31 çalışmanın gözden geçirilmesi. 24 çalışmada, TD hastalarının daha kötü performans gösterdiği bulunmuştur. TD ne kadar şiddetliyse, bilişsel işlevdeki bozulma da o kadar büyük olur. "TD, hem motor hem de bilişsel kontrolü etkileyen bir beyin fonksiyonu değişikliğini içerir" sonucuna varmışlardır.)
19) P. Sachdev. "Negatif semptomlar, bilişsel işlev bozukluğu, tardif akatizi ve tardif diskinezi." Acta Psychiatr Scand. 93, 451-459. 1996. (Hem tardif akatizi hem de tardif diskinezi daha fazla bilişsel eksiklik ve negatif semptomlarla ilişkilidir. Bu ilişki, TD'den ziyade TA ile daha güçlüdür. Bunun anlamı, TA ve TD'de görülen hareket bozukluklarının "motor ve bilişsel özellikleri içeren karmaşık sendromların yalnızca bir özelliği olduğudur. Nöropsikolojik eksikliklerin ve hatta subkortikal demansın görüldüğü Parkinson ve Huntington hastalığı gibi diğer hareket bozukluklarıyla bir karşılaştırma yapılmalıdır.")
20) John Waddington. "Kronik şizofrenide bilişsel işlev bozukluğunun 10 yıl boyunca prospektif olarak izlenmesi ve tardif diskinezinin ortaya çıkışıyla uzunlamasına ilişkisi." Psychological Medicine, 26, 681-688. 1996. (Bilişsel işlevlerde ilerleyici bozulma, şizofreni hastalığının kronik evresinin geç dönemlerinde bile görülür. Bu bozulma öncelikle TD'nin ortaya çıkışından kaynaklanır. Bilişsel işlevlerde belirgin bozulmanın, hareket bozukluğunun ortaya çıkışıyla aynı anda meydana geldiğini bulmuşlardır.)
21) Rupert McShane. "Nöroleptik İlaçlar Demansta Bilişsel Gerilemeyi Hızlandırır mı? Otopsi Takibiyle Prospektif Çalışma." British Medical Journal, 314, 266-270. 1997. (Nöroleptik kullanan demans hastalarında bilişsel işlevlerdeki gerileme, ilaç kullanmayan hastalara göre iki kat daha fazladır.)
22) Raquel Gur ve ark. "Şizofreni Hastalarında Nöroleptik Tedavi Görmemiş ve Tedavi Görmüş Hastalarda Subkortikal MRI Hacimleri." Amerikan Psikiyatri Dergisi, 155, 1711-1717. 1998. (İlaçlar, "reseptör blokajına yapısal adaptasyon" olduğu düşünülen kaudat, putamen ve talamusta hipertrofiye neden olur. İlaç kaynaklı hipertrofi ayrıca "hem negatif hem de pozitif semptomların daha şiddetli olmasıyla hafif ilişkilidir.")
23) Raquel Gur ve ark. "Şizofrenide manyetik rezonans görüntüleme çalışmasının takibi." Genel Psikiyatri Arşivleri, 55, 145-151, 1998. (Nöroleptik kullanımı, frontal ve temporal lobların hacim azalması (veya atrofisi) ile ilişkilidir. Beyin bu şekilde atrofiye uğradığından, sanrılar ve düşünce bozukluklarında iyileşme olduğu söylenmektedir (beyne zarar veren prensip). Hacimdeki azalma oranının daha yüksek olması, daha yüksek dozla ilişkilidir. Aynı zamanda, hacimdeki azalma bazı nörodavranışsal işlevlerde gerileme ile ilişkilidir.)
24) Al Madsen. "Psikiyatrik hastalıklarda ilerleyici yapısal beyin anormalliklerinde nöroleptikler." The Lancet, 352, 784-785. 5 Eylül 1998. (Nöroleptik kullanımı, serebral korteks atrofisi ile ilişkilidir. Atrofi riski, her 10 gram ek nöroleptik ilaç için %6,4 oranında artmaktadır.)
25) G. Tsai. "Geç diskinezi ile ilişkili glutamerjik nörotransmisyon ve oksidatif stres belirteçleri." Amerikan Psikiyatri Dergisi, 155, 1207-1213. 1998. (Bu çalışma, nöroleptiklerin oksidatif stres sonucu nöronal hasara neden olduğunu ve bunun TD'ye yol açan dejeneratif süreç olduğunu ileri sürmektedir.)" -By Dr. Loren R. Mosher (55)
"Randomize Kontrollü Bir Çalışma, Antipsikotiklerin Beyne Zarar Verdiğini Doğruluyor.
JAMA Psikiyatri'de (JAMA Psychiatry) yayınlanan yeni bir çalışma, 'antipsikotiklerin, beynin birçok bölgesinde hasara yol açtığını' ortaya koyuyor.
JAMA Psikiyatri'de yayınlanan yeni bir çalışmada, 'antipsikotiklerin (bu durumda olanzapin) kullanımının, beyinde birden fazla bölgede hasara yol açtığı' ortaya konmuştur. Araştırmacılar, ilaçların beyinde gözlemlenen etkiye neden olduğunu öne sürmelerine olanak tanıyan randomize kontrollü bir çalışma (RCT "randomized controlled trial") tasarımı kullanmışlardır. Araştırmacılar, ilacı kullananlarda plasebo alanlara kıyasla "yaygın" kortikal incelme bulmuşlardır.
Araştırmacılar, "Kontrolsüz çalışmalardan farklı olarak, randomize, çift kör, plasebo kontrollü klinik çalışma tasarımımız nedensellik için potansiyel kanıt sağlıyor: olanzapin uygulaması insanlarda korteks kalınlığında azalmaya neden olabilir" diye yazıyor.
Olanzapine'e sadece 36 hafta maruz kalmanın, ilacı kullanmayan birinin tüm ömrü boyunca ortalama dört katına kadar kortikal kalınlık kaybına neden olduğu görüldü. Önceki araştırmalar bu bulguyu desteklemektedir. Araştırmacılar, antipsikotik kullanımının kortikal hacimde %10'luk bir kayba yol açtığını bulan kemirgenler ve maymunlar üzerinde yapılan çalışmalara atıfta bulunmaktadır.
Antipsikotik kullanan çocuklarda 'beyin atrofisi' bildirilmiştir ve antipsikotik kullanımı çocuklarda 'ölüm riskinin' artmasıyla ilişkilidir. Antipsikotikler ve antipsikotikler, demans geliştirme riskinin artmasıyla ilişkilendirilmiştir.
Antipsikotik kullanmayı bırakanlarda da daha iyi sonuçlar bildirilmiştir. Yakın tarihli bir çalışma, ilk psikoz atağı için 'psikoterapiye antipsikotik eklemenin herhangi bir iyileşme sağlamadığını' göstermiştir. Antipsikotik kullanımının kesilmesi de 'bilişsel işlevlerde iyileşme' ile ilişkilendirilmiştir.
Çalışma Detayları... Aristotle Voineskos, Kanada, Toronto'daki Bağımlılık ve Zihinsel Sağlık Merkezi'nde araştırmaya liderlik etti. Çalışma, Psikotik Depresyonun Farmakoterapisi Çalışması II (STOP-PDII "Study of the Pharmacotherapy of Psychotic Depression II") çalışmasının devamı niteliğindeydi. Bu çalışmaya katılanlar, "psikotik depresyon" tanısı almış kişilerdi. İlk çalışma boyunca olanzapin (Zyprexa, bir "antipsikotik") ve sertralin (Zoloft, bir "antidepresan") aldılar. Tedaviye yanıt verenler, çalışmanın bu ikinci bölümüne (artık psikotik semptomlar yaşamayan ve depresyondan neredeyse veya tamamen iyileşenler) rastgele atandı. Hepsi sertralin almaya devam etti, ancak yarısı rastgele olanzapini almaya devam etmek üzere atanırken, diğer yarısı plasebo aldı. Katılımcılara, bu ikinci çalışmanın başında ve 36 hafta sonra sonunda beyin MR taraması yapıldı.
Sonuçlar... Olanzapin kullananlar plasebo kullananlarla karşılaştırıldığında, olanzapin grubundakilerde daha fazla kortikal incelme görüldü; bu da ilacın sorumlu olduğu anlamına geliyor. Araştırmacılar yalnızca depresyondan remisyon yaşayanlara odaklandıklarında, olanzapin grubundakilerde daha fazla kortikal incelme görüldü; bu da remisyonun bu etkiden sorumlu olamayacağı anlamına geliyor. Araştırmacılara göre:
"İnsanlar üzerinde yapılan bu randomize çalışma, hastalık şiddeti veya beyin yapısını etkileyen hastalıkla ilişkili diğer faktörler (örneğin sosyoekonomik durum, stres ve madde kullanımı) gibi önceki gözlemsel çalışmalarda bulunan karıştırıcı faktörleri kontrol etti."
Araştırmacılar, antipsikotiklerin otizm ve depresyon gibi teşhisleri olan kişilere giderek daha fazla reçete edildiğini belirtiyor. Ayrıca, antipsikotiklerin bir dizi tehlikeli yan etkiye sahip olduğunu, bunların en önemlisi de 'ani ölüm riskinin' bulunduğunu doğruluyorlar - "Beklenmedik ölüm riski hem çocuklarda hem de yaşlı bireylerde önemli ölçüde daha yüksektir." Araştırmacılar, bu çalışmada olanzapinin beyin yapısı üzerindeki etkilerinin yaşlı katılımcılarda daha belirgin olduğunu doğruladılar.
Diğer Analizler... Araştırmacılar ayrıca, çalışmalarındaki alt grupları karşılaştıran birkaç "keşif" analizi de gerçekleştirdiler. Bu analizlere şüpheyle yaklaşılmalıdır, çünkü keşif analizleri, onları test etmek üzere tasarlanmış çalışmalardan onay gerektirir.
Keşif bulguları şöyleydi:
-Nüksedenler arasında plasebo alanlarda daha fazla kortikal incelme görüldü.
-Plasebo alanlardan nüks edenlerde daha fazla kortikal incelme görüldü.
-Olanzapin kullananlarda ise remisyona girenlerde, nüks edenlere göre daha fazla kortikal incelme görüldü.
Bu bulguların, özellikle de sonuncusunun nasıl yorumlanacağını bilmek zordur. Bu bulgular, olanzapin kullanırken depresif semptomların artık olmamasının, olanzapin kullanırken depresif semptomların devam etmesinden beyin için daha kötü olabileceğini göstermektedir. Ayrıca, korteks incelmesinin genel beyin sağlığı ve diğer etkiler için zayıf bir gösterge olması da mümkündür. Ek olarak, tüm katılımcılar hem sertralin hem de olanzapin kullanmış ve antipsikotik ilaca devam etmek veya plasebo almak üzere randomize edilmeden önce iyileşme göstermişlerdir. Bu durum, tüm katılımcıların bir noktada potansiyel olarak 'beyne zarar verebilecek ilaçlara maruz kalmış olması' nedeniyle sonuçları karıştırabilir.
Ancak araştırmacılar genel olarak antipsikotik reçete ederken dikkatli olunması gerektiğini vurguluyor: "Kortikal kalınlıktaki azalmaların genellikle psikiyatrik ve nörolojik bozukluklarda 'istenmeyen bir durum' olarak yorumlandığı göz önüne alındığında, bulgularımız antipsikotiklerin risk ve faydalarının yeniden değerlendirilmesini destekleyebilir." (19)
"Popüler 'benzo' ilaçlar, intihar ve beyin hasarıyla bağlantılı - almayı bıraksanız bile: Çalışma
New York Post'tan: "Yılda 30 milyondan fazla Amerikalı, Xanax, Valium, Ativan ve Klonopin gibi benzodiazepinler veya "benzolar" kullanıyor. Benzodiazepinler, anksiyete bozuklukları, uykusuzluk, kas spazmları, şizofreni, bipolar bozukluk, nöbetler ve epilepsi tedavisinde reçete edilir.
Ancak yeni bir araştırmaya göre, yaygın olarak kullanılan bu ilaç sınıfı, insanlar ilaçları bıraktıktan sonra bile yıllarca sürebilen ciddi yan etkilere ve yaşamsal etkilere yol açıyor. ... Araştırmacılar, benzodiazepin kullanımının uzun süreli etkilerini tanımlamak için BIND veya benzodiazepin kaynaklı nörolojik işlev bozukluğu terimini ortaya attılar.
BIND yeni bir terim olmasına ve durum henüz doktorlar tarafından tam olarak tanımlanmamış veya evrensel olarak kabul görmemiş olmasına rağmen, çalışmanın yazarları bunun benzodiazepin kullanımından kaynaklanan beyin değişikliklerinin bir sonucu olabileceğine inanıyor. BIND, uzun süreli benzodiazepin kullananların yaklaşık beşte birinde ortaya çıkabilir." (27)
"Yeni çalışma, 'antipsikotikler beyin hasarına neden olabilir' diyor.
Yeni bir araştırmaya göre antipsikotik ilaçlar, beyin hasarına neden olabilir. Araştırmacılar, "şizofreninin beyinde 'daha az gri madde, daha büyük ventriküller ve daha geniş beyin omurilik sıvısı (BOS /CFS "larger cerebrospinal fluid") boşlukları' gibi yapısal değişikliklere neden olduğu" yönündeki yaygın görüşün sorgulandığını iddia ediyor.
Yeni bir araştırmaya göre, antipsikotik ilaçların beyin hasarına neden olma olasılığı yüksek. Araştırmacılar, sonuçların 'şizofreninin beyinde daha az gri madde, daha büyük ventriküller ve daha geniş beyin omurilik sıvısı (BOS) boşlukları gibi yapısal değişikliklere neden olduğu' yönündeki yaygın görüşe meydan okuduğunu iddia ediyor. Sonuçlar, bu yılın başlarında Psikolojik Tıp (Psychological Medicine) dergisinin bir sayısında yayınlandı. Araştırmacılar, antipsikotik kullanan ve kullanmayan hastalarda beyin değişikliklerini inceleyen manyetik rezonans görüntüleme çalışmalarını inceledi.
26 çalışmanın yarısından fazlası (14), antipsikotik kullanan hastaların, 'beyinlerinin küçüldüğünü' göstermiştir. Antipsikotik kullanmayan hastalarla yapılan 21 çalışmanın beşinde, 'beyin boyutunda azalma olduğu öne sürülmüştür. Ancak, uzun süredir hasta olan ve ilaç kullanmayan ('ilaç kullanmamış' olarak da bilinir) hastalarla yapılan üç çalışmada herhangi bir fark bildirilmemiştir. Çalışmanın araştırmacıları, sonuçların "dikkat çekici" olduğunu, çünkü 'antipsikotik ilaçların beyin boyutu üzerindeki etkilerini dışladığını' iddia eden araştırmalarla çeliştiğini iddia ediyor.
Uluslararası Ruh Sağlığı Bilimleri Bölümü'nden Dr. Joanne Moncrieff'in de aralarında bulunduğu araştırmacılar, "İlaç kullanmamış hastalarla yapılan çoğu çalışmada, hastalar ve kontrol grupları arasında 'toplam beyin hacmi, küresel gri madde veya BOS hacimlerinde' fark bildirilmemiş veya tespit edilmemiştir" ifadelerini kullanmıştır.
Şimdiye kadar, antipsikotik tedavinin beyin yapısı üzerindeki etkilerini öncelikli olarak inceleyen çok az çalışma bulunmaktadır. Araştırmacılar, "Genel olarak, antipsikotik ilaç tedavisinin 'beyin hacmini azaltmada ve beyin omurilik sıvısı (BOS) veya ventriküler boşlukları artırmada' rol oynayabileceğini düşündüren yeterli kanıt var gibi görünüyor" diye yazdı. 'Antipsikotik İlaçların Beyin Hacmi Üzerindeki Etkilerinin Sistematik Bir İncelemesi (A Systematic Review of the Effects of Antipsychotic Drugs on Brain Volume)' (c) başlıklı makalede, acilen daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulduğu belirtildi."
"Aynı zamanda Londra NHS psikiyatristi olan Dr. Moncrieff, psychminded.co.uk'a şunları söyledi: "Psikiyatri camiası hâlâ bu [antipsikotik ilaçların beyin üzerindeki olası etkileri] konusunda endişeli görünmüyor ve 'şizofreninin, beyin hasarına neden olduğu' fikrine odaklanmaya devam ediyor." (d) -ÖZEL, 7 Temmuz 2010, Angela Hussain, (PSYCHMINDED. CO. UK)
CCHR'den Not: Psikiyatri /ilaç endüstrilerinin, bebekler ve çocuklar da dahil olmak üzere hastalara ön tanı koyma ve şizofreniyi bir beyin anormalliği veya hastalığı (ki bu hiçbir zaman kanıtlanmamıştır) olarak doğrulamaya çalışmak için hatalı ve yanıltıcı araştırmalar kullanma yönündeki dünya çapındaki mevcut baskısı göz önüne alındığında, bu çalışmanın önemi yeterince vurgulanamaz. Daha fazla bilgi için bu makalelere bakın; (Ayrıca CCHR International'ın ilgili makalelerine de bakın:)
- "Suç Öncesi mi? Teşhis Öncesi ve İlaç Öncesi deneyi: Psikiyatristler, akıl hastaları olarak bebekleri (infants - 1 yaşına kadar olan bebekleri) hedef alırlar. (a)
-Avustralyalı Psikiyatrist Patrick McGorry, İlaç Kullanımı Öncesi Gündeminin Küreselleşmesini İstiyor. (b)" (58)
"Antipsikotikler ve Beyin Küçülmesi: Güncelleme
'Antipsikotiklerin, beyin küçülmesine (/büzülmesine "brain shrinkage") neden olduğuna' dair kanıtlar son birkaç yıldır birikiyor, ancak psikiyatri araştırma kuruluşları kendi sonuçlarını kabullenmekte zorlanıyor.
Bir grup Amerikalı araştırmacının yeni makalesi, bazı psikiyatrik tedavilerin kötü ve tehlikeli etkilerinden 'dikkati başka yöne çekmek için kullanılan köklü bir taktik' olan "hastalığı suçlamaya (blame the disease)" bir kez daha çalışıyor.
2011 yılında, Amerikan Psikiyatri Dergisi'nin (American Journal of Psychiatry) eski editörü Nancy Andreasen liderliğindeki bu araştırmacılar, ilk kez 'şizofreni' atağı teşhisi konulan 211 hastayla ilgili çalışmalarının takip verilerini raporladılar. Takip süresi boyunca kişinin aldığı "antipsikotik tedavi düzeyi ile tekrarlanan MRI taramalarıyla ölçülen 'beyin dokusundaki küçülme miktarı' arasında güçlü bir korelasyon" buldular. Grup, "antipsikotiklerin beyin dokusu kaybı üzerinde ince ama ölçülebilir bir etkisi olduğu" sonucuna vardı.
Bu çalışma, 'antipsikotiklerin, beyni küçülttüğüne' dair diğer kanıtları doğruladı. 1990'larda MRI taramaları kullanıma sunulduğunda, şizofreni veya psikoz teşhisi konmuş kişilerde, 'beyin hacminde, hafif azalmalar' tespit edilebildi. Bu, 'psikozun toksik bir beyin durumu olduğu' fikrine yol açtı ve 'beyin hasarını önlemek için erken antipsikotik tedavisinin gerekli olduğu' iddiasını haklı çıkarmak için kullanıldı. Hatta insanlar, 'bu ilaçların "nöroprotektif" özelliklere sahip olduğunu' söylemeye başladılar ve şizofreni giderek daha çok neo-Kraeplinyen terimlerle 'nörodejeneratif bir durum' olarak tanımlandı. Bu yorumun sorunu, bu çalışmalardaki' tüm kişilerin antipsikotik ilaçlar kullanıyor 'olmasıydı.
Peter Breggin, daha az hassas BT taramaları kullanılarak yapılan bu ve daha eski çalışmalarda 'şizofreni teşhisi konan kişilerde gözlenen daha küçük beyinlerin ve daha büyük beyin boşluklarının antipsikotik ilaçların bir sonucu olduğunu' öne sürdü, ancak kimse onu ciddiye almadı. Bu bulguların, şizofreniyi oluşturduğu düşünülen 'beyin anormalliklerini ortaya çıkardığı' varsayılmış ve 'uzun süre tedavinin etkilerine' pek dikkat edilmemiştir. Ancak antipsikotiklerin etkileri araştırıldığında, 'ilaçların, beyin hacmi üzerinde olumsuz bir etkisi olabileceğine' dair bazı belirtiler ortaya çıkmıştır.
2005 yılında, CATIE çalışmasına liderlik eden Jeffrey Lieberman liderliğindeki bir başka Amerikalı grup, ilk psikoz veya şizofreni atağı geçiren kişiler üzerinde o zamana kadar yapılmış en büyük tarama çalışmasını yayınladı. Çalışma, Eli Lilly tarafından finanse edildi ve Lilly'nin ilacı olanzapin (Zyprexa) ile daha eski bir ilaç olan haloperidolün randomize bir karşılaştırmasından oluşuyordu. Hastalar çalışmanın başında, 12 hafta ve bir yıl sonra tarandı ve hastaların taramaları, "sağlıklı" gönüllülerden oluşan bir kontrol grubunun taramalarıyla karşılaştırıldı.
12. haftada haloperidol ile tedavi edilen deneklerde, kontrol grubuyla karşılaştırıldığında beynin gri maddesinde (sinir hücresi gövdeleri) istatistiksel olarak anlamlı bir azalma görüldü ve bir yıl sonra hem olanzapin hem de haloperidol ile tedavi edilen deneklerde kontrol grubundan daha fazla gri madde kaybı görüldü.
Olanzapin grubundaki karşılaştırmalı küçülme derecesi, haloperidol grubundakinden daha küçüktü ve yazarlar, olanzapinle ilişkili değişimin istatistiksel olarak anlamlı olmadığını beyan ettiler; çünkü sonuç geleneksel istatistiksel anlamlılık düzeyine (p=0,03) ulaşmış olsa da, çok sayıda test yaptıkları için sonucun tesadüfen ortaya çıkmış olabileceğini söylediler. Ancak hem haloperidol hem de olanzapin tedavi edilen hastalarda, beyin yarımkürelerinin çoğu bölümünde yaygın ve görülebilir, tutarlı bir etki vardı.
Şizofreni veya psikozun dejeneratif beyin hastalıklarını temsil ettiği fikri o noktada o kadar etkiliydi ki, yazarların bu sonuçlara dair ilk açıklamaları, olanzapinin haloperidolün aksine, bu 'zihinsel durumun neden olduğu, beyin küçülmesinin altında yatan süreci' durdurabileceğiydi. Ancak, alternatif bir açıklama olarak "haloperidolün beyin küçülmesine neden olabileceğini" kabul ettiler. Olanzapinin bunu yapabileceğini asla kabul etmediler.
Eli Lilly ve işbirlikçileri, tercih ettikleri açıklama konusunda o kadar emin görünüyorlar ki, olanzapin ve haloperidolün makak maymunları üzerindeki etkilerini araştırmak için bir çalışma başlattılar. Bu çalışma, 'her iki antipsikotiğin de beyin küçülmesine neden olduğunu' makul şüpheye yer bırakmayacak şekilde kanıtladı. 18 aylık tedaviden sonra, insanlarda kullanılanlara eşdeğer dozlarda olanzapin veya haloperidol ile tedavi edilen maymunların beyinleri, plasebo preparatı ile tedavi edilenlere göre yaklaşık %10 daha hafifti.
Psikiyatristler, 'antipsikotiklerin özünde zararsızmış gibi davranmaya ve altta yatan toksik bir beyin hastalığını önlemek için gerekli olduklarını' savunmaya devam ettiler (Jarskoget al 07 Yıllık inceleme). Ancak Andreasen'in 2011 tarihli makalesi geniş çapta duyuruldu ve 'antipsikotiklerin beyin küçülmesine neden olabileceği' giderek daha fazla kabul görmeye başladı. Ancak, 'kedi çuvaldan çıkar çıkmaz, asıl sorunun zihinsel durum olduğu' fikrine dikkat çekildi.
2011'in ilerleyen dönemlerinde Andreasen'in grubu, 'şizofreninin beyin küçülmesinden sorumlu olduğu' fikrini yeniden vurgulayan bir makale yayınladı. Bu makalede, grubun önceki makalesinde ortaya konulan 'antipsikotiklerin etkilerinden' neredeyse hiç bahsedilmiyor. Bu ikinci makalede yazarlar, antipsikotik tedavinin etkilerini araştırmak için kullanılan analiz yöntemiyle açıklanamayan 'herhangi bir beyin küçülmesinin, altta yatan hastalığa atfedilebileceğini' varsaydılar.
Ancak, ilk makalede ilaç tedavisini analiz etme biçimleri, 'antipsikotik maruziyeti ile beyin hacmindeki değişiklikler arasında yalnızca doğrusal bir ilişki' aramıştı. Doğrusal bir analiz 'yalnızca düzgün ve tutarlı bir ilişki' tespit eder; yani beyin hacminin antipsikotik maruziyetindeki her artışla tutarlı bir miktarda küçüldüğü bir ilişki. Ancak ilaç tedavisinin toplam etkisi bu kalıbı izlemeyebilir. Diğer kanıtlardan, herhangi bir miktarda antipsikotik almanın 'en büyük göreceli etkiye sahip olduğu ve maruziyet süresi belirli bir seviyeye ulaştığında, etkinin azaldığı bir eşik etkisi olduğu' anlaşılıyor. Her halükarda, ilaç kullanılmamış bir karşılaştırma grubu olmadan -ki bu günümüzde neredeyse imkansızdır- tüm etkinin ilaca bağlı olmadığı sonucuna varmak mümkün değildir.
Bu araştırma grubunun son makalesi, 'antipsikotiklerin neden olduğu beyin küçülmesi bulgularını' tekrarlamakla birlikte, 'beyin hacmindeki azalmanın psikotik bozukluğun nüksetmesiyle ilişkili olduğunu' da iddia ediyor. Nüksetme, bu özel analiz amacıyla araştırma ekibi tarafından retrospektif olarak tanımlanmıştır, ancak çalışma verilerinin toplandığı tarihte tanımlanmamıştır. Ayrıca, kullanılan tanım işlevsellikte önemli bir değişikliğe değil, yalnızca semptomların şiddetinde bir kötüleşmeye işaret etmektedir. Ancak grubun o dönemde toplanan verileri kullanarak yaptığı önceki semptom şiddeti analizi, 'şiddetin, beyin hacmi değişiklikleriyle yalnızca zayıf bir ilişkisi olduğunu ve dahası semptom şiddetinin antipsikotik maruziyetiyle ilişkili olduğunu' bulmuştur.
En son analiz, antipsikotik tedavi yoğunluğu ile nüks arasındaki olası ilişkiyi göz ardı ediyor; ancak "nüks" veya daha doğrusu semptomlarında kötüleşme dönemleri yaşayan kişilerin daha yüksek dozlarda antipsikotiklerle tedavi edilmesi muhtemel görünüyor. Eğer durum böyleyse ve "nüks" ve "tedavi yoğunluğu" değişkenleri birbiriyle ilişkiliyse, kullanılan istatistiksel yöntemler değişkenlerin birbirinden bağımsız olduğunu varsaydığı' için analiz şüphelidir.
Andreasen'in grubu, antipsikotik kaynaklı bir etkiye dair güçlü kanıtlar buldu ve bunu şimdi iki analizde tekrarladılar. Öte yandan, semptomların şiddetinin öngörü değeri (ki bu esasen nüksün tanımladığı şeydir) ilk analizde zayıftır ve her iki analizde de ilaç kaynaklı etkilerden açıkça ayırt edilememiştir.
Bu araştırmacılar, "şizofreninin" beyin küçülmesine neden olduğunu kanıtlamaya kararlı görünüyorlar; ancak verileri bunu kanıtlayamıyor çünkü deneklerin hiçbiri uzun süre ilaç tedavisi görmemiş gibi görünüyor. Yani, son analizleri antipsikotiklerin zararlı etkilerini bir kez daha doğrulasa da, sonuçların hastaların antipsikotik ilaçlarını almaları ve bırakmamaları gerektiğini gösterdiği sonucuna varıyorlar. Antipsikotik kaynaklı değişikliklere verilen tek taviz, mümkün olduğunca düşük dozda antipsikotik kullanılması gerektiği önerisidir.
Diğer önde gelen psikiyatri araştırmacıları ise 'şizofreninin ilerleyici, nörodejeneratif bir durum olduğu' fikrinden artık vazgeçmiş durumda ve Andreasen'in çalışmasının buna dair bir kanıt sunduğunu düşünmüyorlar. Garip bir şekilde, Nancy Andreasen, zaman içinde beyin hacmi üzerine 30 çalışmanın sonuçlarını birleştiren ve 'antipsikotik tedavi ile beyin küçülmesi (özellikle gri cevher) arasındaki ilişkiyi' açıkça doğrulayan ve 'semptomların şiddeti veya altta yatan rahatsızlığın süresi' ile hiçbir ilişki bulamayan yakın zamanda yayınlanan bir meta-analizin ortak yazarıdır.
Antipsikotik kullanıcıları, aileleri ve bakıcıları bu araştırmayı nasıl yorumlamalı? Elbette korkutucu ve endişe verici geliyor, ancak vurgulanması gereken ilk şey, bu MRI çalışmalarında tespit edilen beyin hacmindeki azalmaların küçük olduğu ve bu tür değişikliklerin işlevsel bir etkisinin olup olmadığının kesin olmadığıdır.
Bu değişikliklerin 'geri döndürülebilir' olup olmadığını henüz bilmiyoruz. Elbette antipsikotiklerin değeri bu sitede ve başka yerlerde çok tartışıldı ve faydaları neredeyse kesinlikle 'her bir kullanıcının özel koşullarına bağlı' olduğundan, genel bir tavsiyede bulunmak imkansızdır.
İnsanlar endişeliyse, antipsikotik tedaviye devam etmenin artılarını ve eksilerini, bu ilaçları bırakmanın getirdiği zorlukları göz önünde bulundurarak, doktorlarıyla görüşmeleri gerekir.
İnsanlar, özellikle uzun süredir ilaç kullanıyorlarsa, ilaç tedavisini aniden bırakmamalıdır. İnsanların bu araştırmadan haberdar olması gerekir çünkü bu araştırma, antipsikotiklerin sıklıkla tasvir edildiği gibi zararsız maddeler olmadığını göstermektedir.
Şizofreni veya psikoz olarak adlandırılan bozuklukların, 'beyinde herhangi bir altta yatan anormallikle ilişkili olduğuna' dair kesin bir kanıtımız henüz yok, ancak bu rahatsızlıkları tedavi etmek için kullandığımız ilaçların beyinde değişikliklere neden olduğuna dair güçlü kanıtlarımız var. Bu, antipsikotik almanın bu etkilere rağmen bazen faydalı ve değerli olmadığı anlamına gelmez, ancak bunları kullanırken gerçekten çok dikkatli olmamız gerektiği anlamına gelir." -Joanna Moncrieff, MD (28)
"Psikiyatrik İlaçlar Beyin İşlev Bozukluğuna Neden Olarak "Yardımcı" Oluyor
Aşağıdakilerin ortak noktası nedir: antidepresanlar, steroidler, antipsikotikler, opioidler, elektroşok, lobotomiler, lökotomiler, "akıl hastanesindeki" hastalara basınçlı yıkama ve kemer takma ve şizofreniyi tedavi etmek için sıtmaya neden olma? Hepsi beyin fonksiyonlarını bozar ve "başarılarının" sebebi bu olabilir. Şu anda beyin fonksiyonlarını bozan, hem psikiyatrik hem de psikiyatrik olmayan ilaçlar da dahil olmak üzere on sınıf reçeteli ilaç bulunmaktadır. Bir dizi 'ilaç dışı "tedavi" de' aynı şeyi yapar.
Ve bu sadece psikiyatrik ilaçlarla ilgili değil. Kemoterapi gören bazı hastalar "beyin sisi" ve hafıza sorunlarından şikayetçi. On yıllardır bu konu hararetli tartışmalara konu oluyor; bazı onkologlar, bu bozukluğun 'hastanın depresyonundan kaynaklandığını' söylerken, diğerleri ise bozukluğun 'kemoterapiden kaynaklandığını' söylüyor. Beyin işlev bozukluğunun birçok başka kaynağı da var; örneğin 'genel anesteziklerle yapılan bazı büyük ameliyatlar, kirlilik, yutulan metaller, herbisitler ve elbette Alzheimer hastalığı ve diğer ilerleyici beyin hastalıkları' gibi hem geri dönüşümlü hem de geri dönüşümsüz onlarca nörolojik bozukluk.
Bu beyin bozukluklarının bazıları, belki de 'madde azaltılıp kişinin beyni müdahale öncesi durumuna geri döndürüldüğünde' geri döndürülebilir. Öte yandan, yeterince uzun süre devam ederse, bu bozukluklar beyinde kalıcı hasara yol açabilir.
Ve psikiyatrik ilaçlar, yaygınlaşmaları ve örneğin depresyon veya şizofreni ile ortaya çıkan bilişsel bozuklukların tedavisinde kullanılabilmeleri göz önüne alındığında, kilit bir faktördür. 40 yıllık kocasının yıllar önce tek gecelik bir ilişki yaşadığını itiraf etmesinin ardından oldukça sıkıntıya giren mutlu bir evli kadını düşünün. Bu üzücü olay hakkındaki takıntılı düşüncelerinin yanı sıra, uyanık olduğu tüm saatleri etkileyen kötü ruh halinden de kurtulamıyor. Aklından çıkaramıyor, iştahı yok ve uyumakta zorluk çekiyor. Duygusal sıkıntısı iki hafta veya daha uzun sürerse, doktoru ona psikiyatristlere göre bir "hastalık" olan Majör Depresif Bozukluk (MDB - Major Depressive Disorder (MDD)) teşhisi koyabilir. Aslında, iki hafta geçmemiş olsa bile, "başka türlü belirtilmemiş" bir depresyon ön tanısı veya teşhisi alabilir.
Psikiyatri ve ilaç endüstrisinin kendisine söylediklerini bilen doktoru, muhtemelen hastasına '"depresyonunun" nörobiyolojik bir "dengesizliğin" sorumlusu olduğuna' inanarak bir antidepresan reçete edecektir. Diyelim ki kadın altı hafta sonra doktoruna geri dönüyor ve 'kendini biraz daha iyi hissettiğini' söylüyor. Peki neden daha iyi? Doktoru 'antidepresanın ,kimyasal dengesizliğini düzeltmeye başladığını' söylüyor, peki ya kısmi iyileşmesini açıklayabilecek başka olasılıklar? 'Eşiyle yeniden bağ kurması, arkadaşlarından veya ailesinden aldığı sosyal destek' veya hatta 'olanlar hakkındaki duygularını işlemek için zaman bulması' gibi birçok durumsal neden iyileşme sağlamış olabilir. Ancak belki de antidepresan ilaçların da bir etkisi olmuştur. Bu ilaçların 'beyin fonksiyonlarını bozmak' da dahil olmak üzere bir dizi olumsuz yan etkisi olduğunu biliyoruz. Hastamızın beyni, eşinin itirafına tepki olarak zaten bozulmuştu ve şimdi antidepresan nedeniyle beyin fonksiyon bozukluğu önemli ölçüde arttı.
Beyin fonksiyon bozukluğunun birçok sonucundan biri, 'kişinin dikkatini veya zihinsel odaklanmasını sürdürmede' zorluk çekmesidir. Kadının durumu biraz daha iyi mi çünkü beyin bozukluğu, takıntılı olduğu şeye, yani kocasının tek gecelik ilişkisine odaklanma yeteneğini bozuyor mu?
Hastaları antidepresanla önemli ölçüde iyileşme göstermediğinde, doktorlar karışıma bir antipsikotik ilaç eklerler; ("Abilify" reklamlarını hiç gördünüz mü?) Her iki ilaç da beyin fonksiyonlarını bozar, ancak antipsikotikler antidepresanlardan daha fazla zihinsel bozulmaya neden olur.
Şimdi, üzücü haberlerden kaynaklanan beyin bozucu etkiler, antidepresan ilacın ek bozucu etkileri ve artan bozucu etkileri olan bir hastamız var! Hastamız için antidepresan ve antipsikotik ilaçların yüz yüze karşılaştırılmasını hayal edin. Antipsikotik ilacın (hastanın başa çıkması gereken diğer yan etkileri bir kenara bırakırsak) tartışmasız kazanacağından oldukça eminim çünkü beyni antidepresan ilaçtan önemli ölçüde daha fazla bozuyor. Bu konuda çok az araştırma olmasına rağmen, bir çalışma 'antipsikotiğin ilk haftada antidepresandan daha üstün olduğunu, çünkü katılımcıları daha hızlı etkilediğini' göstermiştir.
Peki ya doktor hastamıza antidepresan veya antipsikotik yerine, opioid gibi beyni etkileyen başka bir ilaç verseydi? Bu ilaç, hastamızın kendisini rahatsız eden şeye odaklanma yeteneğini bozar mıydı? Eminim bozardı. Beyni etkileyen 10 ilaç sınıfından kaçı doğrudan sağlık sorununu ele alıyor ve kaçı hastanın bilişsel odaklanmasını bozarak hastaya algısal bir rahatlama sağlıyor? Üstelik, opioidler gibi beyni etkileyen bu ilaçların bazıları, tıpkı "saçmalık"taki alkol gibi, "iyi hissettiren" ilaçlardır.
Şimdi, hastamızın kocasının tek gecelik ilişkisi hakkında ağzını kapalı tuttuğunu, ancak hastamızın çok şiddetli sırt ağrısı çektiğini hayal edin! Yine, herhangi bir nedenden kaynaklanan şiddetli ağrı zihinsel bozukluğa neden olur, ancak bu bozukluk, kadınımızın rahatsız edici ağrının farkına varmasını engelleyecek kadar şiddetli değildir. Ancak, beyni bozan ve iyi hissettiren opioidi verin, ağrı azalır. Çoğu zaman bu bile yeterli olmaz ve opioidin dozu artırılmalıdır. Hastamızın hikayesini burada bitireceğim, ancak devam ederse, özellikle doktor opioid dozunu artırıp başka bir iyi hissettiren ilaç eklerse, ciddi bir opioid bağımlılığı ve hatta aşırı dozdan ölümle sonuçlanabilir!
Peki ya tarih boyunca ilaç dışı beyin hasarı tedavileri, birçoğu hala kullanımda olan elektroşok tedavisi (EKT - electroshock therapy (ECT), lobotomiler (frontal lobun bazı kısımlarının yok edilmesi), lökotomiler (frontal lobun bazı kısımlarının cerrahi olarak çıkarılması) ve şizofreniyi "tedavi etmek" için hastaneye yatırılan hastalara sıtma verilmesi gibi yöntemler ne olacak?
1) Ballesteros J, Gonzales-Pinto A ve Bulbena A. "Psikiyatrik hastalarda daha yüksek mortalite ile ilişkili tardif diskinezi: Yedi bağımsız çalışmanın meta-analizinin sonuçları." J Clin Psychopharmacology, 20:2, 188-194, 2000.
2) E Christensen. "Diskinezili 28 hastanın beyninde nöropatolojik incelemeler." Acta Psychiatrica Scandinavica, 46,14-23, 1970. (TD hastalarında bazal gangliyonlarda yapısal anormallikler, genişlemiş ventriküller ve sulkal işaretler bulunur.)
3) OO Famuyiva. "Tardif diskinezi ve demans." British Journal of Psychiatry, 135, 500-504, 1979. (Bilişsel bozuklukla ilişkili TD.)
4) JT Wegner. "Tardif diskinezide bilişsel bozukluk." Psikiyatri Araştırması, 16, 331-337. 1985. (Bilişsel bozuklukla ilişkili TD.)
5) James Wade. "Tardif Diskinezi ve Bilişsel Bozukluk." Biyolojik Psikiyatri, 22, 393-395, 1987. (TD ile bilişsel bozukluk arasındaki ilişki. "İlişki doğrusal görünüyor: Bozukluğun şiddetli formlarına sahip bireyler, bilişsel olarak en fazla bozukluğa sahip olanlar.")
6) JL Waddington. "Şizofrenide bilişsel işlev bozukluğu, negatif semptomlar ve tardif diskinezi." Genel Psikiyatri Arşivleri, 44, 907-912, 1987. (TD, bilişsel bozulma ve negatif semptomların kötüleşmesiyle ilişkilidir.)
7) Waddington J ve ark., "Şizofrenide mortalite: 10 yıllık prospektif bir çalışma boyunca antipsikotik polifarmasi ve ek antikolinerjiklerin yokluğu", Br J Psych, 1998, 173; 325-329. (Bu çalışma, şizofreni hastalarının daha kısa yaşam beklentisine sahip olmasının bir nedeninin nöroleptik ilaç tedavisi olduğunu bulmuştur.)
8) JB Wade. "Tardif diskinezi ile ilişkili bilişsel değişiklikler." Nöropsikiyatri, Nöropsikoloji ve Davranışsal Nöroloji. 1, 217-227. 1989. (TD, bilişsel bozuklukla ilişkilidir. Araştırmacılar şu sonuca varmıştır: "TD hem motor hem de bunama bozukluğunu temsil edebilir.")
9) R. Yassa. "Tardif diskinezide işlevsel bozukluk: tıbbi ve psikososyal boyutlar." Acta Psychiatr Scand 80, 64-67. 1989. (TD, yürüyüş, konuşma güçlükleri ve psikososyal bozuklukla ilişkilidir.)
10) Michael S. Myslobodsky. "Tardif Diskinezi'de (Tardif Dismenti) Dikkat ve Duygudurum Bozukluğunun Merkezi Belirleyicileri." Beyin ve Biliş, 23, 88-101. 1993. (TD hastaları "bilinç yol haritalarının" motor kısmını kaybederler. TD, "larval demansı" temsil edebilir.)
11) Herbert Spohn. "Kronik şizofreni hastalarında tardif diskinezi ve nöroleptiklerin dikkat/bilgi işleme bozukluğuna etkisi." Brain and Cognition 23, 28-39, 1993. (TD, bilişsel bozukluğu şiddetlendirir.)
12) Jacinthe Baribeau. "Tardif diskinezi ve ilişkili bilişsel bozukluklar: yakınsak nöropsikolojik ve nörofizyolojik bir yaklaşım." Brain and Cognition 23, 40-55, 1993. (TD, bilişsel işlev bozukluğuyla ilişkilidir.)
13) John Waddington. "Şizofrenide bilişsel işlev bozukluğu: Organik kırılganlık faktörü mü yoksa tardif diskinezi için durum belirteci mi?" Brain and Cognition 23, 56-70, 1993. (1979-1991 yılları arasında TD'li hastaların öğrenme, hafıza, bilişsel işlev, entelektüel işlev, görsel hatırlama, yönelim gibi çeşitli ölçütlerde bilişsel olarak bozulmuş olduğu sonucuna varan 22 çalışmayı incelemektedir. vb.)
14) James Wade. "Tardif diskinezinin şiddetiyle ilişkili faktörler." Beyin ve Biliş 23, 71-80, 1993. (Bir araştırma incelemesi, "TD ile ilişkili biyokimyasal ve nöropatolojik değişikliklerin, benzer değişikliklerin Hungtington hastalığı ve/veya Parkinson ile ilişkili olduğunu gösterdiğini" göstermektedir. Kendi araştırmalarında ise, "sözel olmayan işlevlerde bozulma ile karakterize kortikal işlev bozukluğu, TD şiddetiyle ilişkilidir.")
15) Emmanuelle Pourcher. "Tardif diskinezisi olan genç şizofreni hastalarında organik beyin disfonksiyonu ve bilişsel eksiklikler." Brain and Cognition 23, 81-87, 1993. (Bu, 40 yaşın altındaki hastalar üzerinde yapılan bir çalışmadır. TD'nin serebral disfonksiyonla ilişkili olduğunu ve bunun da nöroleptik ilaçlara maruz kalmayla ilişkili olduğunu bulmuşlardır.)
16) Thomas Gualtieri. "Tardif akatizi sorunu." Brain and Cognition 23, 102-109, 1993. (Tardif akatizinin, Parkinson, Huntington ve Wilson gibi bazal ganglionların bir hastalığı olarak düşünülebileceğini belirtmektedir. MR çalışmaları, TD hastalarında, özellikle kaudat çekirdekte bazal ganglion lezyonları göstermiştir. Bazal ganglion hastalıklarının tümü davranışsal dengesizliğe ve zihinsel bozukluğa (hatta psikoz ve demansa) neden olur.)
17) Miranda Chakos. "İlk Epizod Şizofreni Hastalarında Antipsikotik İlaç Kullanımının Kaudat Çekirdek Hacimlerinde Artış." Am Jour Psych 151, 1430-1435. 1994. (Nöroleptikler, ilk epizod şizofreni hastalarında tedavinin ilk 18 ayında kaudat hacimlerini %5,7 oranında artırır. Daha yüksek dozlar, kaudat hacimlerinde daha büyük artışla ilişkilidir.)
18) J.S. Paulsen. "Tardif diskinezide nöropsikolojik bozukluk." Neurospsychology 8, 227-241. 1994. (TD'li ve TD'siz şizofreni hastalarında bilişsel işlevi karşılaştıran 31 çalışmanın gözden geçirilmesi. 24 çalışmada, TD hastalarının daha kötü performans gösterdiği bulunmuştur. TD ne kadar şiddetliyse, bilişsel işlevdeki bozulma da o kadar büyük olur. "TD, hem motor hem de bilişsel kontrolü etkileyen bir beyin fonksiyonu değişikliğini içerir" sonucuna varmışlardır.)
19) P. Sachdev. "Negatif semptomlar, bilişsel işlev bozukluğu, tardif akatizi ve tardif diskinezi." Acta Psychiatr Scand. 93, 451-459. 1996. (Hem tardif akatizi hem de tardif diskinezi daha fazla bilişsel eksiklik ve negatif semptomlarla ilişkilidir. Bu ilişki, TD'den ziyade TA ile daha güçlüdür. Bunun anlamı, TA ve TD'de görülen hareket bozukluklarının "motor ve bilişsel özellikleri içeren karmaşık sendromların yalnızca bir özelliği olduğudur. Nöropsikolojik eksikliklerin ve hatta subkortikal demansın görüldüğü Parkinson ve Huntington hastalığı gibi diğer hareket bozukluklarıyla bir karşılaştırma yapılmalıdır.")
20) John Waddington. "Kronik şizofrenide bilişsel işlev bozukluğunun 10 yıl boyunca prospektif olarak izlenmesi ve tardif diskinezinin ortaya çıkışıyla uzunlamasına ilişkisi." Psychological Medicine, 26, 681-688. 1996. (Bilişsel işlevlerde ilerleyici bozulma, şizofreni hastalığının kronik evresinin geç dönemlerinde bile görülür. Bu bozulma öncelikle TD'nin ortaya çıkışından kaynaklanır. Bilişsel işlevlerde belirgin bozulmanın, hareket bozukluğunun ortaya çıkışıyla aynı anda meydana geldiğini bulmuşlardır.)
21) Rupert McShane. "Nöroleptik İlaçlar Demansta Bilişsel Gerilemeyi Hızlandırır mı? Otopsi Takibiyle Prospektif Çalışma." British Medical Journal, 314, 266-270. 1997. (Nöroleptik kullanan demans hastalarında bilişsel işlevlerdeki gerileme, ilaç kullanmayan hastalara göre iki kat daha fazladır.)
22) Raquel Gur ve ark. "Şizofreni Hastalarında Nöroleptik Tedavi Görmemiş ve Tedavi Görmüş Hastalarda Subkortikal MRI Hacimleri." Amerikan Psikiyatri Dergisi, 155, 1711-1717. 1998. (İlaçlar, "reseptör blokajına yapısal adaptasyon" olduğu düşünülen kaudat, putamen ve talamusta hipertrofiye neden olur. İlaç kaynaklı hipertrofi ayrıca "hem negatif hem de pozitif semptomların daha şiddetli olmasıyla hafif ilişkilidir.")
23) Raquel Gur ve ark. "Şizofrenide manyetik rezonans görüntüleme çalışmasının takibi." Genel Psikiyatri Arşivleri, 55, 145-151, 1998. (Nöroleptik kullanımı, frontal ve temporal lobların hacim azalması (veya atrofisi) ile ilişkilidir. Beyin bu şekilde atrofiye uğradığından, sanrılar ve düşünce bozukluklarında iyileşme olduğu söylenmektedir (beyne zarar veren prensip). Hacimdeki azalma oranının daha yüksek olması, daha yüksek dozla ilişkilidir. Aynı zamanda, hacimdeki azalma bazı nörodavranışsal işlevlerde gerileme ile ilişkilidir.)
24) Al Madsen. "Psikiyatrik hastalıklarda ilerleyici yapısal beyin anormalliklerinde nöroleptikler." The Lancet, 352, 784-785. 5 Eylül 1998. (Nöroleptik kullanımı, serebral korteks atrofisi ile ilişkilidir. Atrofi riski, her 10 gram ek nöroleptik ilaç için %6,4 oranında artmaktadır.)
25) G. Tsai. "Geç diskinezi ile ilişkili glutamerjik nörotransmisyon ve oksidatif stres belirteçleri." Amerikan Psikiyatri Dergisi, 155, 1207-1213. 1998. (Bu çalışma, nöroleptiklerin oksidatif stres sonucu nöronal hasara neden olduğunu ve bunun TD'ye yol açan dejeneratif süreç olduğunu ileri sürmektedir.)" -By Dr. Loren R. Mosher (55)
"Randomize Kontrollü Bir Çalışma, Antipsikotiklerin Beyne Zarar Verdiğini Doğruluyor.
JAMA Psikiyatri'de (JAMA Psychiatry) yayınlanan yeni bir çalışma, 'antipsikotiklerin, beynin birçok bölgesinde hasara yol açtığını' ortaya koyuyor.
JAMA Psikiyatri'de yayınlanan yeni bir çalışmada, 'antipsikotiklerin (bu durumda olanzapin) kullanımının, beyinde birden fazla bölgede hasara yol açtığı' ortaya konmuştur. Araştırmacılar, ilaçların beyinde gözlemlenen etkiye neden olduğunu öne sürmelerine olanak tanıyan randomize kontrollü bir çalışma (RCT "randomized controlled trial") tasarımı kullanmışlardır. Araştırmacılar, ilacı kullananlarda plasebo alanlara kıyasla "yaygın" kortikal incelme bulmuşlardır.
Araştırmacılar, "Kontrolsüz çalışmalardan farklı olarak, randomize, çift kör, plasebo kontrollü klinik çalışma tasarımımız nedensellik için potansiyel kanıt sağlıyor: olanzapin uygulaması insanlarda korteks kalınlığında azalmaya neden olabilir" diye yazıyor.
Olanzapine'e sadece 36 hafta maruz kalmanın, ilacı kullanmayan birinin tüm ömrü boyunca ortalama dört katına kadar kortikal kalınlık kaybına neden olduğu görüldü. Önceki araştırmalar bu bulguyu desteklemektedir. Araştırmacılar, antipsikotik kullanımının kortikal hacimde %10'luk bir kayba yol açtığını bulan kemirgenler ve maymunlar üzerinde yapılan çalışmalara atıfta bulunmaktadır.
Antipsikotik kullanan çocuklarda 'beyin atrofisi' bildirilmiştir ve antipsikotik kullanımı çocuklarda 'ölüm riskinin' artmasıyla ilişkilidir. Antipsikotikler ve antipsikotikler, demans geliştirme riskinin artmasıyla ilişkilendirilmiştir.
Antipsikotik kullanmayı bırakanlarda da daha iyi sonuçlar bildirilmiştir. Yakın tarihli bir çalışma, ilk psikoz atağı için 'psikoterapiye antipsikotik eklemenin herhangi bir iyileşme sağlamadığını' göstermiştir. Antipsikotik kullanımının kesilmesi de 'bilişsel işlevlerde iyileşme' ile ilişkilendirilmiştir.
Çalışma Detayları... Aristotle Voineskos, Kanada, Toronto'daki Bağımlılık ve Zihinsel Sağlık Merkezi'nde araştırmaya liderlik etti. Çalışma, Psikotik Depresyonun Farmakoterapisi Çalışması II (STOP-PDII "Study of the Pharmacotherapy of Psychotic Depression II") çalışmasının devamı niteliğindeydi. Bu çalışmaya katılanlar, "psikotik depresyon" tanısı almış kişilerdi. İlk çalışma boyunca olanzapin (Zyprexa, bir "antipsikotik") ve sertralin (Zoloft, bir "antidepresan") aldılar. Tedaviye yanıt verenler, çalışmanın bu ikinci bölümüne (artık psikotik semptomlar yaşamayan ve depresyondan neredeyse veya tamamen iyileşenler) rastgele atandı. Hepsi sertralin almaya devam etti, ancak yarısı rastgele olanzapini almaya devam etmek üzere atanırken, diğer yarısı plasebo aldı. Katılımcılara, bu ikinci çalışmanın başında ve 36 hafta sonra sonunda beyin MR taraması yapıldı.
Sonuçlar... Olanzapin kullananlar plasebo kullananlarla karşılaştırıldığında, olanzapin grubundakilerde daha fazla kortikal incelme görüldü; bu da ilacın sorumlu olduğu anlamına geliyor. Araştırmacılar yalnızca depresyondan remisyon yaşayanlara odaklandıklarında, olanzapin grubundakilerde daha fazla kortikal incelme görüldü; bu da remisyonun bu etkiden sorumlu olamayacağı anlamına geliyor. Araştırmacılara göre:
"İnsanlar üzerinde yapılan bu randomize çalışma, hastalık şiddeti veya beyin yapısını etkileyen hastalıkla ilişkili diğer faktörler (örneğin sosyoekonomik durum, stres ve madde kullanımı) gibi önceki gözlemsel çalışmalarda bulunan karıştırıcı faktörleri kontrol etti."
Araştırmacılar, antipsikotiklerin otizm ve depresyon gibi teşhisleri olan kişilere giderek daha fazla reçete edildiğini belirtiyor. Ayrıca, antipsikotiklerin bir dizi tehlikeli yan etkiye sahip olduğunu, bunların en önemlisi de 'ani ölüm riskinin' bulunduğunu doğruluyorlar - "Beklenmedik ölüm riski hem çocuklarda hem de yaşlı bireylerde önemli ölçüde daha yüksektir." Araştırmacılar, bu çalışmada olanzapinin beyin yapısı üzerindeki etkilerinin yaşlı katılımcılarda daha belirgin olduğunu doğruladılar.
Diğer Analizler... Araştırmacılar ayrıca, çalışmalarındaki alt grupları karşılaştıran birkaç "keşif" analizi de gerçekleştirdiler. Bu analizlere şüpheyle yaklaşılmalıdır, çünkü keşif analizleri, onları test etmek üzere tasarlanmış çalışmalardan onay gerektirir.
Keşif bulguları şöyleydi:
-Nüksedenler arasında plasebo alanlarda daha fazla kortikal incelme görüldü.
-Plasebo alanlardan nüks edenlerde daha fazla kortikal incelme görüldü.
-Olanzapin kullananlarda ise remisyona girenlerde, nüks edenlere göre daha fazla kortikal incelme görüldü.
Bu bulguların, özellikle de sonuncusunun nasıl yorumlanacağını bilmek zordur. Bu bulgular, olanzapin kullanırken depresif semptomların artık olmamasının, olanzapin kullanırken depresif semptomların devam etmesinden beyin için daha kötü olabileceğini göstermektedir. Ayrıca, korteks incelmesinin genel beyin sağlığı ve diğer etkiler için zayıf bir gösterge olması da mümkündür. Ek olarak, tüm katılımcılar hem sertralin hem de olanzapin kullanmış ve antipsikotik ilaca devam etmek veya plasebo almak üzere randomize edilmeden önce iyileşme göstermişlerdir. Bu durum, tüm katılımcıların bir noktada potansiyel olarak 'beyne zarar verebilecek ilaçlara maruz kalmış olması' nedeniyle sonuçları karıştırabilir.
Ancak araştırmacılar genel olarak antipsikotik reçete ederken dikkatli olunması gerektiğini vurguluyor: "Kortikal kalınlıktaki azalmaların genellikle psikiyatrik ve nörolojik bozukluklarda 'istenmeyen bir durum' olarak yorumlandığı göz önüne alındığında, bulgularımız antipsikotiklerin risk ve faydalarının yeniden değerlendirilmesini destekleyebilir." (19)
"Popüler 'benzo' ilaçlar, intihar ve beyin hasarıyla bağlantılı - almayı bıraksanız bile: Çalışma
New York Post'tan: "Yılda 30 milyondan fazla Amerikalı, Xanax, Valium, Ativan ve Klonopin gibi benzodiazepinler veya "benzolar" kullanıyor. Benzodiazepinler, anksiyete bozuklukları, uykusuzluk, kas spazmları, şizofreni, bipolar bozukluk, nöbetler ve epilepsi tedavisinde reçete edilir.
Ancak yeni bir araştırmaya göre, yaygın olarak kullanılan bu ilaç sınıfı, insanlar ilaçları bıraktıktan sonra bile yıllarca sürebilen ciddi yan etkilere ve yaşamsal etkilere yol açıyor. ... Araştırmacılar, benzodiazepin kullanımının uzun süreli etkilerini tanımlamak için BIND veya benzodiazepin kaynaklı nörolojik işlev bozukluğu terimini ortaya attılar.
BIND yeni bir terim olmasına ve durum henüz doktorlar tarafından tam olarak tanımlanmamış veya evrensel olarak kabul görmemiş olmasına rağmen, çalışmanın yazarları bunun benzodiazepin kullanımından kaynaklanan beyin değişikliklerinin bir sonucu olabileceğine inanıyor. BIND, uzun süreli benzodiazepin kullananların yaklaşık beşte birinde ortaya çıkabilir." (27)
"Yeni çalışma, 'antipsikotikler beyin hasarına neden olabilir' diyor.
Yeni bir araştırmaya göre antipsikotik ilaçlar, beyin hasarına neden olabilir. Araştırmacılar, "şizofreninin beyinde 'daha az gri madde, daha büyük ventriküller ve daha geniş beyin omurilik sıvısı (BOS /CFS "larger cerebrospinal fluid") boşlukları' gibi yapısal değişikliklere neden olduğu" yönündeki yaygın görüşün sorgulandığını iddia ediyor.
Yeni bir araştırmaya göre, antipsikotik ilaçların beyin hasarına neden olma olasılığı yüksek. Araştırmacılar, sonuçların 'şizofreninin beyinde daha az gri madde, daha büyük ventriküller ve daha geniş beyin omurilik sıvısı (BOS) boşlukları gibi yapısal değişikliklere neden olduğu' yönündeki yaygın görüşe meydan okuduğunu iddia ediyor. Sonuçlar, bu yılın başlarında Psikolojik Tıp (Psychological Medicine) dergisinin bir sayısında yayınlandı. Araştırmacılar, antipsikotik kullanan ve kullanmayan hastalarda beyin değişikliklerini inceleyen manyetik rezonans görüntüleme çalışmalarını inceledi.
26 çalışmanın yarısından fazlası (14), antipsikotik kullanan hastaların, 'beyinlerinin küçüldüğünü' göstermiştir. Antipsikotik kullanmayan hastalarla yapılan 21 çalışmanın beşinde, 'beyin boyutunda azalma olduğu öne sürülmüştür. Ancak, uzun süredir hasta olan ve ilaç kullanmayan ('ilaç kullanmamış' olarak da bilinir) hastalarla yapılan üç çalışmada herhangi bir fark bildirilmemiştir. Çalışmanın araştırmacıları, sonuçların "dikkat çekici" olduğunu, çünkü 'antipsikotik ilaçların beyin boyutu üzerindeki etkilerini dışladığını' iddia eden araştırmalarla çeliştiğini iddia ediyor.
Uluslararası Ruh Sağlığı Bilimleri Bölümü'nden Dr. Joanne Moncrieff'in de aralarında bulunduğu araştırmacılar, "İlaç kullanmamış hastalarla yapılan çoğu çalışmada, hastalar ve kontrol grupları arasında 'toplam beyin hacmi, küresel gri madde veya BOS hacimlerinde' fark bildirilmemiş veya tespit edilmemiştir" ifadelerini kullanmıştır.
Şimdiye kadar, antipsikotik tedavinin beyin yapısı üzerindeki etkilerini öncelikli olarak inceleyen çok az çalışma bulunmaktadır. Araştırmacılar, "Genel olarak, antipsikotik ilaç tedavisinin 'beyin hacmini azaltmada ve beyin omurilik sıvısı (BOS) veya ventriküler boşlukları artırmada' rol oynayabileceğini düşündüren yeterli kanıt var gibi görünüyor" diye yazdı. 'Antipsikotik İlaçların Beyin Hacmi Üzerindeki Etkilerinin Sistematik Bir İncelemesi (A Systematic Review of the Effects of Antipsychotic Drugs on Brain Volume)' (c) başlıklı makalede, acilen daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulduğu belirtildi."
"Aynı zamanda Londra NHS psikiyatristi olan Dr. Moncrieff, psychminded.co.uk'a şunları söyledi: "Psikiyatri camiası hâlâ bu [antipsikotik ilaçların beyin üzerindeki olası etkileri] konusunda endişeli görünmüyor ve 'şizofreninin, beyin hasarına neden olduğu' fikrine odaklanmaya devam ediyor." (d) -ÖZEL, 7 Temmuz 2010, Angela Hussain, (PSYCHMINDED. CO. UK)
CCHR'den Not: Psikiyatri /ilaç endüstrilerinin, bebekler ve çocuklar da dahil olmak üzere hastalara ön tanı koyma ve şizofreniyi bir beyin anormalliği veya hastalığı (ki bu hiçbir zaman kanıtlanmamıştır) olarak doğrulamaya çalışmak için hatalı ve yanıltıcı araştırmalar kullanma yönündeki dünya çapındaki mevcut baskısı göz önüne alındığında, bu çalışmanın önemi yeterince vurgulanamaz. Daha fazla bilgi için bu makalelere bakın; (Ayrıca CCHR International'ın ilgili makalelerine de bakın:)
- "Suç Öncesi mi? Teşhis Öncesi ve İlaç Öncesi deneyi: Psikiyatristler, akıl hastaları olarak bebekleri (infants - 1 yaşına kadar olan bebekleri) hedef alırlar. (a)
-Avustralyalı Psikiyatrist Patrick McGorry, İlaç Kullanımı Öncesi Gündeminin Küreselleşmesini İstiyor. (b)" (58)
"Antipsikotikler ve Beyin Küçülmesi: Güncelleme
'Antipsikotiklerin, beyin küçülmesine (/büzülmesine "brain shrinkage") neden olduğuna' dair kanıtlar son birkaç yıldır birikiyor, ancak psikiyatri araştırma kuruluşları kendi sonuçlarını kabullenmekte zorlanıyor.
Bir grup Amerikalı araştırmacının yeni makalesi, bazı psikiyatrik tedavilerin kötü ve tehlikeli etkilerinden 'dikkati başka yöne çekmek için kullanılan köklü bir taktik' olan "hastalığı suçlamaya (blame the disease)" bir kez daha çalışıyor.
2011 yılında, Amerikan Psikiyatri Dergisi'nin (American Journal of Psychiatry) eski editörü Nancy Andreasen liderliğindeki bu araştırmacılar, ilk kez 'şizofreni' atağı teşhisi konulan 211 hastayla ilgili çalışmalarının takip verilerini raporladılar. Takip süresi boyunca kişinin aldığı "antipsikotik tedavi düzeyi ile tekrarlanan MRI taramalarıyla ölçülen 'beyin dokusundaki küçülme miktarı' arasında güçlü bir korelasyon" buldular. Grup, "antipsikotiklerin beyin dokusu kaybı üzerinde ince ama ölçülebilir bir etkisi olduğu" sonucuna vardı.
Bu çalışma, 'antipsikotiklerin, beyni küçülttüğüne' dair diğer kanıtları doğruladı. 1990'larda MRI taramaları kullanıma sunulduğunda, şizofreni veya psikoz teşhisi konmuş kişilerde, 'beyin hacminde, hafif azalmalar' tespit edilebildi. Bu, 'psikozun toksik bir beyin durumu olduğu' fikrine yol açtı ve 'beyin hasarını önlemek için erken antipsikotik tedavisinin gerekli olduğu' iddiasını haklı çıkarmak için kullanıldı. Hatta insanlar, 'bu ilaçların "nöroprotektif" özelliklere sahip olduğunu' söylemeye başladılar ve şizofreni giderek daha çok neo-Kraeplinyen terimlerle 'nörodejeneratif bir durum' olarak tanımlandı. Bu yorumun sorunu, bu çalışmalardaki' tüm kişilerin antipsikotik ilaçlar kullanıyor 'olmasıydı.
Peter Breggin, daha az hassas BT taramaları kullanılarak yapılan bu ve daha eski çalışmalarda 'şizofreni teşhisi konan kişilerde gözlenen daha küçük beyinlerin ve daha büyük beyin boşluklarının antipsikotik ilaçların bir sonucu olduğunu' öne sürdü, ancak kimse onu ciddiye almadı. Bu bulguların, şizofreniyi oluşturduğu düşünülen 'beyin anormalliklerini ortaya çıkardığı' varsayılmış ve 'uzun süre tedavinin etkilerine' pek dikkat edilmemiştir. Ancak antipsikotiklerin etkileri araştırıldığında, 'ilaçların, beyin hacmi üzerinde olumsuz bir etkisi olabileceğine' dair bazı belirtiler ortaya çıkmıştır.
2005 yılında, CATIE çalışmasına liderlik eden Jeffrey Lieberman liderliğindeki bir başka Amerikalı grup, ilk psikoz veya şizofreni atağı geçiren kişiler üzerinde o zamana kadar yapılmış en büyük tarama çalışmasını yayınladı. Çalışma, Eli Lilly tarafından finanse edildi ve Lilly'nin ilacı olanzapin (Zyprexa) ile daha eski bir ilaç olan haloperidolün randomize bir karşılaştırmasından oluşuyordu. Hastalar çalışmanın başında, 12 hafta ve bir yıl sonra tarandı ve hastaların taramaları, "sağlıklı" gönüllülerden oluşan bir kontrol grubunun taramalarıyla karşılaştırıldı.
12. haftada haloperidol ile tedavi edilen deneklerde, kontrol grubuyla karşılaştırıldığında beynin gri maddesinde (sinir hücresi gövdeleri) istatistiksel olarak anlamlı bir azalma görüldü ve bir yıl sonra hem olanzapin hem de haloperidol ile tedavi edilen deneklerde kontrol grubundan daha fazla gri madde kaybı görüldü.
Olanzapin grubundaki karşılaştırmalı küçülme derecesi, haloperidol grubundakinden daha küçüktü ve yazarlar, olanzapinle ilişkili değişimin istatistiksel olarak anlamlı olmadığını beyan ettiler; çünkü sonuç geleneksel istatistiksel anlamlılık düzeyine (p=0,03) ulaşmış olsa da, çok sayıda test yaptıkları için sonucun tesadüfen ortaya çıkmış olabileceğini söylediler. Ancak hem haloperidol hem de olanzapin tedavi edilen hastalarda, beyin yarımkürelerinin çoğu bölümünde yaygın ve görülebilir, tutarlı bir etki vardı.
Şizofreni veya psikozun dejeneratif beyin hastalıklarını temsil ettiği fikri o noktada o kadar etkiliydi ki, yazarların bu sonuçlara dair ilk açıklamaları, olanzapinin haloperidolün aksine, bu 'zihinsel durumun neden olduğu, beyin küçülmesinin altında yatan süreci' durdurabileceğiydi. Ancak, alternatif bir açıklama olarak "haloperidolün beyin küçülmesine neden olabileceğini" kabul ettiler. Olanzapinin bunu yapabileceğini asla kabul etmediler.
Eli Lilly ve işbirlikçileri, tercih ettikleri açıklama konusunda o kadar emin görünüyorlar ki, olanzapin ve haloperidolün makak maymunları üzerindeki etkilerini araştırmak için bir çalışma başlattılar. Bu çalışma, 'her iki antipsikotiğin de beyin küçülmesine neden olduğunu' makul şüpheye yer bırakmayacak şekilde kanıtladı. 18 aylık tedaviden sonra, insanlarda kullanılanlara eşdeğer dozlarda olanzapin veya haloperidol ile tedavi edilen maymunların beyinleri, plasebo preparatı ile tedavi edilenlere göre yaklaşık %10 daha hafifti.
Psikiyatristler, 'antipsikotiklerin özünde zararsızmış gibi davranmaya ve altta yatan toksik bir beyin hastalığını önlemek için gerekli olduklarını' savunmaya devam ettiler (Jarskoget al 07 Yıllık inceleme). Ancak Andreasen'in 2011 tarihli makalesi geniş çapta duyuruldu ve 'antipsikotiklerin beyin küçülmesine neden olabileceği' giderek daha fazla kabul görmeye başladı. Ancak, 'kedi çuvaldan çıkar çıkmaz, asıl sorunun zihinsel durum olduğu' fikrine dikkat çekildi.
2011'in ilerleyen dönemlerinde Andreasen'in grubu, 'şizofreninin beyin küçülmesinden sorumlu olduğu' fikrini yeniden vurgulayan bir makale yayınladı. Bu makalede, grubun önceki makalesinde ortaya konulan 'antipsikotiklerin etkilerinden' neredeyse hiç bahsedilmiyor. Bu ikinci makalede yazarlar, antipsikotik tedavinin etkilerini araştırmak için kullanılan analiz yöntemiyle açıklanamayan 'herhangi bir beyin küçülmesinin, altta yatan hastalığa atfedilebileceğini' varsaydılar.
Ancak, ilk makalede ilaç tedavisini analiz etme biçimleri, 'antipsikotik maruziyeti ile beyin hacmindeki değişiklikler arasında yalnızca doğrusal bir ilişki' aramıştı. Doğrusal bir analiz 'yalnızca düzgün ve tutarlı bir ilişki' tespit eder; yani beyin hacminin antipsikotik maruziyetindeki her artışla tutarlı bir miktarda küçüldüğü bir ilişki. Ancak ilaç tedavisinin toplam etkisi bu kalıbı izlemeyebilir. Diğer kanıtlardan, herhangi bir miktarda antipsikotik almanın 'en büyük göreceli etkiye sahip olduğu ve maruziyet süresi belirli bir seviyeye ulaştığında, etkinin azaldığı bir eşik etkisi olduğu' anlaşılıyor. Her halükarda, ilaç kullanılmamış bir karşılaştırma grubu olmadan -ki bu günümüzde neredeyse imkansızdır- tüm etkinin ilaca bağlı olmadığı sonucuna varmak mümkün değildir.
Bu araştırma grubunun son makalesi, 'antipsikotiklerin neden olduğu beyin küçülmesi bulgularını' tekrarlamakla birlikte, 'beyin hacmindeki azalmanın psikotik bozukluğun nüksetmesiyle ilişkili olduğunu' da iddia ediyor. Nüksetme, bu özel analiz amacıyla araştırma ekibi tarafından retrospektif olarak tanımlanmıştır, ancak çalışma verilerinin toplandığı tarihte tanımlanmamıştır. Ayrıca, kullanılan tanım işlevsellikte önemli bir değişikliğe değil, yalnızca semptomların şiddetinde bir kötüleşmeye işaret etmektedir. Ancak grubun o dönemde toplanan verileri kullanarak yaptığı önceki semptom şiddeti analizi, 'şiddetin, beyin hacmi değişiklikleriyle yalnızca zayıf bir ilişkisi olduğunu ve dahası semptom şiddetinin antipsikotik maruziyetiyle ilişkili olduğunu' bulmuştur.
En son analiz, antipsikotik tedavi yoğunluğu ile nüks arasındaki olası ilişkiyi göz ardı ediyor; ancak "nüks" veya daha doğrusu semptomlarında kötüleşme dönemleri yaşayan kişilerin daha yüksek dozlarda antipsikotiklerle tedavi edilmesi muhtemel görünüyor. Eğer durum böyleyse ve "nüks" ve "tedavi yoğunluğu" değişkenleri birbiriyle ilişkiliyse, kullanılan istatistiksel yöntemler değişkenlerin birbirinden bağımsız olduğunu varsaydığı' için analiz şüphelidir.
Andreasen'in grubu, antipsikotik kaynaklı bir etkiye dair güçlü kanıtlar buldu ve bunu şimdi iki analizde tekrarladılar. Öte yandan, semptomların şiddetinin öngörü değeri (ki bu esasen nüksün tanımladığı şeydir) ilk analizde zayıftır ve her iki analizde de ilaç kaynaklı etkilerden açıkça ayırt edilememiştir.
Bu araştırmacılar, "şizofreninin" beyin küçülmesine neden olduğunu kanıtlamaya kararlı görünüyorlar; ancak verileri bunu kanıtlayamıyor çünkü deneklerin hiçbiri uzun süre ilaç tedavisi görmemiş gibi görünüyor. Yani, son analizleri antipsikotiklerin zararlı etkilerini bir kez daha doğrulasa da, sonuçların hastaların antipsikotik ilaçlarını almaları ve bırakmamaları gerektiğini gösterdiği sonucuna varıyorlar. Antipsikotik kaynaklı değişikliklere verilen tek taviz, mümkün olduğunca düşük dozda antipsikotik kullanılması gerektiği önerisidir.
Diğer önde gelen psikiyatri araştırmacıları ise 'şizofreninin ilerleyici, nörodejeneratif bir durum olduğu' fikrinden artık vazgeçmiş durumda ve Andreasen'in çalışmasının buna dair bir kanıt sunduğunu düşünmüyorlar. Garip bir şekilde, Nancy Andreasen, zaman içinde beyin hacmi üzerine 30 çalışmanın sonuçlarını birleştiren ve 'antipsikotik tedavi ile beyin küçülmesi (özellikle gri cevher) arasındaki ilişkiyi' açıkça doğrulayan ve 'semptomların şiddeti veya altta yatan rahatsızlığın süresi' ile hiçbir ilişki bulamayan yakın zamanda yayınlanan bir meta-analizin ortak yazarıdır.
Antipsikotik kullanıcıları, aileleri ve bakıcıları bu araştırmayı nasıl yorumlamalı? Elbette korkutucu ve endişe verici geliyor, ancak vurgulanması gereken ilk şey, bu MRI çalışmalarında tespit edilen beyin hacmindeki azalmaların küçük olduğu ve bu tür değişikliklerin işlevsel bir etkisinin olup olmadığının kesin olmadığıdır.
Bu değişikliklerin 'geri döndürülebilir' olup olmadığını henüz bilmiyoruz. Elbette antipsikotiklerin değeri bu sitede ve başka yerlerde çok tartışıldı ve faydaları neredeyse kesinlikle 'her bir kullanıcının özel koşullarına bağlı' olduğundan, genel bir tavsiyede bulunmak imkansızdır.
İnsanlar endişeliyse, antipsikotik tedaviye devam etmenin artılarını ve eksilerini, bu ilaçları bırakmanın getirdiği zorlukları göz önünde bulundurarak, doktorlarıyla görüşmeleri gerekir.
İnsanlar, özellikle uzun süredir ilaç kullanıyorlarsa, ilaç tedavisini aniden bırakmamalıdır. İnsanların bu araştırmadan haberdar olması gerekir çünkü bu araştırma, antipsikotiklerin sıklıkla tasvir edildiği gibi zararsız maddeler olmadığını göstermektedir.
Şizofreni veya psikoz olarak adlandırılan bozuklukların, 'beyinde herhangi bir altta yatan anormallikle ilişkili olduğuna' dair kesin bir kanıtımız henüz yok, ancak bu rahatsızlıkları tedavi etmek için kullandığımız ilaçların beyinde değişikliklere neden olduğuna dair güçlü kanıtlarımız var. Bu, antipsikotik almanın bu etkilere rağmen bazen faydalı ve değerli olmadığı anlamına gelmez, ancak bunları kullanırken gerçekten çok dikkatli olmamız gerektiği anlamına gelir." -Joanna Moncrieff, MD (28)
"Psikiyatrik İlaçlar Beyin İşlev Bozukluğuna Neden Olarak "Yardımcı" Oluyor
Aşağıdakilerin ortak noktası nedir: antidepresanlar, steroidler, antipsikotikler, opioidler, elektroşok, lobotomiler, lökotomiler, "akıl hastanesindeki" hastalara basınçlı yıkama ve kemer takma ve şizofreniyi tedavi etmek için sıtmaya neden olma? Hepsi beyin fonksiyonlarını bozar ve "başarılarının" sebebi bu olabilir. Şu anda beyin fonksiyonlarını bozan, hem psikiyatrik hem de psikiyatrik olmayan ilaçlar da dahil olmak üzere on sınıf reçeteli ilaç bulunmaktadır. Bir dizi 'ilaç dışı "tedavi" de' aynı şeyi yapar.
Ve bu sadece psikiyatrik ilaçlarla ilgili değil. Kemoterapi gören bazı hastalar "beyin sisi" ve hafıza sorunlarından şikayetçi. On yıllardır bu konu hararetli tartışmalara konu oluyor; bazı onkologlar, bu bozukluğun 'hastanın depresyonundan kaynaklandığını' söylerken, diğerleri ise bozukluğun 'kemoterapiden kaynaklandığını' söylüyor. Beyin işlev bozukluğunun birçok başka kaynağı da var; örneğin 'genel anesteziklerle yapılan bazı büyük ameliyatlar, kirlilik, yutulan metaller, herbisitler ve elbette Alzheimer hastalığı ve diğer ilerleyici beyin hastalıkları' gibi hem geri dönüşümlü hem de geri dönüşümsüz onlarca nörolojik bozukluk.
Bu beyin bozukluklarının bazıları, belki de 'madde azaltılıp kişinin beyni müdahale öncesi durumuna geri döndürüldüğünde' geri döndürülebilir. Öte yandan, yeterince uzun süre devam ederse, bu bozukluklar beyinde kalıcı hasara yol açabilir.
Ve psikiyatrik ilaçlar, yaygınlaşmaları ve örneğin depresyon veya şizofreni ile ortaya çıkan bilişsel bozuklukların tedavisinde kullanılabilmeleri göz önüne alındığında, kilit bir faktördür. 40 yıllık kocasının yıllar önce tek gecelik bir ilişki yaşadığını itiraf etmesinin ardından oldukça sıkıntıya giren mutlu bir evli kadını düşünün. Bu üzücü olay hakkındaki takıntılı düşüncelerinin yanı sıra, uyanık olduğu tüm saatleri etkileyen kötü ruh halinden de kurtulamıyor. Aklından çıkaramıyor, iştahı yok ve uyumakta zorluk çekiyor. Duygusal sıkıntısı iki hafta veya daha uzun sürerse, doktoru ona psikiyatristlere göre bir "hastalık" olan Majör Depresif Bozukluk (MDB - Major Depressive Disorder (MDD)) teşhisi koyabilir. Aslında, iki hafta geçmemiş olsa bile, "başka türlü belirtilmemiş" bir depresyon ön tanısı veya teşhisi alabilir.
Psikiyatri ve ilaç endüstrisinin kendisine söylediklerini bilen doktoru, muhtemelen hastasına '"depresyonunun" nörobiyolojik bir "dengesizliğin" sorumlusu olduğuna' inanarak bir antidepresan reçete edecektir. Diyelim ki kadın altı hafta sonra doktoruna geri dönüyor ve 'kendini biraz daha iyi hissettiğini' söylüyor. Peki neden daha iyi? Doktoru 'antidepresanın ,kimyasal dengesizliğini düzeltmeye başladığını' söylüyor, peki ya kısmi iyileşmesini açıklayabilecek başka olasılıklar? 'Eşiyle yeniden bağ kurması, arkadaşlarından veya ailesinden aldığı sosyal destek' veya hatta 'olanlar hakkındaki duygularını işlemek için zaman bulması' gibi birçok durumsal neden iyileşme sağlamış olabilir. Ancak belki de antidepresan ilaçların da bir etkisi olmuştur. Bu ilaçların 'beyin fonksiyonlarını bozmak' da dahil olmak üzere bir dizi olumsuz yan etkisi olduğunu biliyoruz. Hastamızın beyni, eşinin itirafına tepki olarak zaten bozulmuştu ve şimdi antidepresan nedeniyle beyin fonksiyon bozukluğu önemli ölçüde arttı.
Beyin fonksiyon bozukluğunun birçok sonucundan biri, 'kişinin dikkatini veya zihinsel odaklanmasını sürdürmede' zorluk çekmesidir. Kadının durumu biraz daha iyi mi çünkü beyin bozukluğu, takıntılı olduğu şeye, yani kocasının tek gecelik ilişkisine odaklanma yeteneğini bozuyor mu?
Hastaları antidepresanla önemli ölçüde iyileşme göstermediğinde, doktorlar karışıma bir antipsikotik ilaç eklerler; ("Abilify" reklamlarını hiç gördünüz mü?) Her iki ilaç da beyin fonksiyonlarını bozar, ancak antipsikotikler antidepresanlardan daha fazla zihinsel bozulmaya neden olur.
Şimdi, üzücü haberlerden kaynaklanan beyin bozucu etkiler, antidepresan ilacın ek bozucu etkileri ve artan bozucu etkileri olan bir hastamız var! Hastamız için antidepresan ve antipsikotik ilaçların yüz yüze karşılaştırılmasını hayal edin. Antipsikotik ilacın (hastanın başa çıkması gereken diğer yan etkileri bir kenara bırakırsak) tartışmasız kazanacağından oldukça eminim çünkü beyni antidepresan ilaçtan önemli ölçüde daha fazla bozuyor. Bu konuda çok az araştırma olmasına rağmen, bir çalışma 'antipsikotiğin ilk haftada antidepresandan daha üstün olduğunu, çünkü katılımcıları daha hızlı etkilediğini' göstermiştir.
Peki ya doktor hastamıza antidepresan veya antipsikotik yerine, opioid gibi beyni etkileyen başka bir ilaç verseydi? Bu ilaç, hastamızın kendisini rahatsız eden şeye odaklanma yeteneğini bozar mıydı? Eminim bozardı. Beyni etkileyen 10 ilaç sınıfından kaçı doğrudan sağlık sorununu ele alıyor ve kaçı hastanın bilişsel odaklanmasını bozarak hastaya algısal bir rahatlama sağlıyor? Üstelik, opioidler gibi beyni etkileyen bu ilaçların bazıları, tıpkı "saçmalık"taki alkol gibi, "iyi hissettiren" ilaçlardır.
Şimdi, hastamızın kocasının tek gecelik ilişkisi hakkında ağzını kapalı tuttuğunu, ancak hastamızın çok şiddetli sırt ağrısı çektiğini hayal edin! Yine, herhangi bir nedenden kaynaklanan şiddetli ağrı zihinsel bozukluğa neden olur, ancak bu bozukluk, kadınımızın rahatsız edici ağrının farkına varmasını engelleyecek kadar şiddetli değildir. Ancak, beyni bozan ve iyi hissettiren opioidi verin, ağrı azalır. Çoğu zaman bu bile yeterli olmaz ve opioidin dozu artırılmalıdır. Hastamızın hikayesini burada bitireceğim, ancak devam ederse, özellikle doktor opioid dozunu artırıp başka bir iyi hissettiren ilaç eklerse, ciddi bir opioid bağımlılığı ve hatta aşırı dozdan ölümle sonuçlanabilir!
Peki ya tarih boyunca ilaç dışı beyin hasarı tedavileri, birçoğu hala kullanımda olan elektroşok tedavisi (EKT - electroshock therapy (ECT), lobotomiler (frontal lobun bazı kısımlarının yok edilmesi), lökotomiler (frontal lobun bazı kısımlarının cerrahi olarak çıkarılması) ve şizofreniyi "tedavi etmek" için hastaneye yatırılan hastalara sıtma verilmesi gibi yöntemler ne olacak?
"Hastaneye yatırılan şizofreni
hastalarında sıtmaya neden olmak, bu sıtmanın birçok hastanın ölümüne
yol açmasına rağmen, bir doktora Nobel Ödülü kazandırdı."
Ünitede
şizofreni teşhisi konmuş ve bir dizi psikiyatrik ilaca "yanıt vermemiş"
bir hasta vardı. Ancak bu hasta kansere yakalandı (kesinlikle beyin
hasarı teşhisi) ve şizofrenisi kalıcı olarak ortadan kalktı! Bu durumda
bir hastalık (kanser), başka bir "hastalığı" (şizofreni) iyileştirdi!
Ciddi bir ruhsal bozukluğu iyileştirdiği görülen, beyni bozan bir "tedavi"ye bir örnek daha: 19. yüzyıldan önce, akıl hastanelerinde tedavinin çoğu fiziksel istismar ve doğrudan işkence etrafında dönüyordu; örneğin, hastalara 'basınçlı yıkama ve kemer takma' gibi. Bu "tedavi" başlangıçta, bu tuhaf hastalıkların şeytandan geldiğine inanılması ve tedavinin bu hastalardan şeytanı kovmak için olması nedeniyle ortaya çıkmış olabilir. Peki cezanın ve fiziksel istismarın yüzyıllarca sürmesini nasıl açıklayabiliriz? Akıl hastanesi personelinin tamamı sadist miydi? Yoksa işkenceyi sadizm dışında açıklayabilecek başka olası açıklamalar var mı? İşkenceden kaynaklanan acı, bireyde ciddi beyin işlev bozukluğuna neden olur ve bu da hastanın 'sanrısal veya halüsinasyonlu' bir duruma odaklanmasını ve bu durumu sürdürmesini engelleyebilir. Eğer öyleyse, akıl hastanesi personelinin bir kısmı, hastalarının bir kısmı istismara tepki olarak iyileşmiş gibi göründüğü için, fiziksel cezanın bir 'iyileşme eylemi' olduğuna inanmış olabilir!
Kanaatimce, modern antipsikotik ilaçlar ve bunların birçok olumsuz yan etkisi, özellikle de sedasyon ve bilişsel bozukluk, psikotik süreci kısa vadede aksatma eğilimindedir. Sonuçta, yataktan kalkamayacak kadar yorgunsanız, sanrılar konusunda da endişelenemeyecek kadar yorgun olabilirsiniz. Yukarıdakilerin tümü, tıbbi bakımın ve geri kalanımızın, bu sağlık sorunları başka türlü etkili bir şekilde tedavi edilemediği için, ilaç ve ilaç dışı kaynaklı beyin bozukluklarıyla yaşamak zorunda olduğumuz anlamına mı geliyor? Hayır. Bir kişinin beynine zarar vermeden aynı amaca ulaşmanın başka yolları da var.
Öncelikle, bilişsel davranışçı terapi (BDT - "Cognitive behavioral therapy (CBT)) ve kişilerarası terapi (KPT - "interpersonal therapy (IPT)") gibi psikolojik terapilerin, depresyon da dahil olmak üzere çoğu psikolojik sorun için ilaçlar kadar (hatta daha da fazla) etkili olduğu gösterilmiştir. Ayrıca, birçok hafif depresyon atağı zamanla kendiliğinden iyileşir ve ilaç tedavisinin faydadan çok zarar vermesi mümkündür. Tıbbi bakımda her zamanki gibi devam etmek yerine, araştırmalara dikkat etmeliyiz. Birçok alanda tıbbi bakım, çeşitli sağlık sorunlarına yol açan organik faktörleri tedavi etmeye gereğinden fazla odaklanmıştır. Artık birçok sağlık sorunundaki organik olmayan, psikolojik faktörleri de tedavi etmeye başlamanın zamanı geldi!
Bilişsel bozulma salgınıyla nasıl başa çıkabiliriz?
2013 yılında ABD nüfusunun %16,7'si en az bir psikiyatrik ilaç kullanıyordu. Bu sayı hala geçerliyse, yaklaşık 55 milyon insan 'potansiyel bilişsel etkilere' maruz kalıyor demektir. İlaç dışı tedaviler ve kemoterapi gibi psikiyatri dışı ilaçlar da hesaba katıldığında, bu sayı daha da artıyor. Covid-19 pandemisinin aksine, bilişsel bozukluk (BB - cognitive impairment (CI)) pandemisi, çoğu hekim de dahil olmak üzere genel halk ve sağlık sistemi tarafından büyük ölçüde göz ardı edildi.
Ciddi bir ruhsal bozukluğu iyileştirdiği görülen, beyni bozan bir "tedavi"ye bir örnek daha: 19. yüzyıldan önce, akıl hastanelerinde tedavinin çoğu fiziksel istismar ve doğrudan işkence etrafında dönüyordu; örneğin, hastalara 'basınçlı yıkama ve kemer takma' gibi. Bu "tedavi" başlangıçta, bu tuhaf hastalıkların şeytandan geldiğine inanılması ve tedavinin bu hastalardan şeytanı kovmak için olması nedeniyle ortaya çıkmış olabilir. Peki cezanın ve fiziksel istismarın yüzyıllarca sürmesini nasıl açıklayabiliriz? Akıl hastanesi personelinin tamamı sadist miydi? Yoksa işkenceyi sadizm dışında açıklayabilecek başka olası açıklamalar var mı? İşkenceden kaynaklanan acı, bireyde ciddi beyin işlev bozukluğuna neden olur ve bu da hastanın 'sanrısal veya halüsinasyonlu' bir duruma odaklanmasını ve bu durumu sürdürmesini engelleyebilir. Eğer öyleyse, akıl hastanesi personelinin bir kısmı, hastalarının bir kısmı istismara tepki olarak iyileşmiş gibi göründüğü için, fiziksel cezanın bir 'iyileşme eylemi' olduğuna inanmış olabilir!
Kanaatimce, modern antipsikotik ilaçlar ve bunların birçok olumsuz yan etkisi, özellikle de sedasyon ve bilişsel bozukluk, psikotik süreci kısa vadede aksatma eğilimindedir. Sonuçta, yataktan kalkamayacak kadar yorgunsanız, sanrılar konusunda da endişelenemeyecek kadar yorgun olabilirsiniz. Yukarıdakilerin tümü, tıbbi bakımın ve geri kalanımızın, bu sağlık sorunları başka türlü etkili bir şekilde tedavi edilemediği için, ilaç ve ilaç dışı kaynaklı beyin bozukluklarıyla yaşamak zorunda olduğumuz anlamına mı geliyor? Hayır. Bir kişinin beynine zarar vermeden aynı amaca ulaşmanın başka yolları da var.
Öncelikle, bilişsel davranışçı terapi (BDT - "Cognitive behavioral therapy (CBT)) ve kişilerarası terapi (KPT - "interpersonal therapy (IPT)") gibi psikolojik terapilerin, depresyon da dahil olmak üzere çoğu psikolojik sorun için ilaçlar kadar (hatta daha da fazla) etkili olduğu gösterilmiştir. Ayrıca, birçok hafif depresyon atağı zamanla kendiliğinden iyileşir ve ilaç tedavisinin faydadan çok zarar vermesi mümkündür. Tıbbi bakımda her zamanki gibi devam etmek yerine, araştırmalara dikkat etmeliyiz. Birçok alanda tıbbi bakım, çeşitli sağlık sorunlarına yol açan organik faktörleri tedavi etmeye gereğinden fazla odaklanmıştır. Artık birçok sağlık sorunundaki organik olmayan, psikolojik faktörleri de tedavi etmeye başlamanın zamanı geldi!
Bilişsel bozulma salgınıyla nasıl başa çıkabiliriz?
2013 yılında ABD nüfusunun %16,7'si en az bir psikiyatrik ilaç kullanıyordu. Bu sayı hala geçerliyse, yaklaşık 55 milyon insan 'potansiyel bilişsel etkilere' maruz kalıyor demektir. İlaç dışı tedaviler ve kemoterapi gibi psikiyatri dışı ilaçlar da hesaba katıldığında, bu sayı daha da artıyor. Covid-19 pandemisinin aksine, bilişsel bozukluk (BB - cognitive impairment (CI)) pandemisi, çoğu hekim de dahil olmak üzere genel halk ve sağlık sistemi tarafından büyük ölçüde göz ardı edildi.
"Hastalar
olası BB (CI) sorunlarından şikayet ettiklerinde, genellikle bu
şikayetler başka bir nedene bağlanarak örtbas edilir; en sık
rastlananlardan biri de depresyondur ve belki de hekim, hastanın zihinsel
bozukluk şikayetini "tedavi etmek" için bir antidepresan reçete eder!"
CI tespit edilmediğinde veya nedeni yanlış teşhis edildiğinde, tedavi uygunsuz olabilir, hasta için potansiyel olarak zararlı olabilir ve sağlık kaynaklarının israfına yol açabilir. Örneğin sebep, "depresyon" olarak yanlış tanımlanırsa, "tedavi" yardımcı olmak yerine sorunu daha da kötüleştirebilir. Bilişsel ve beyinsel bozuklukların çeşitli biçimlerinin bir numaralı sağlık sorunumuz olduğunu söyleyebiliriz. Diğer birçok sağlık sorununun aksine, bu sorun büyük ölçüde göz ardı edilir ve genellikle tedavi edilmez.
Tıbbi bakımın odak noktası, "beyin yaralanmaları, felçler, ilerleyici beyin hastalıkları, nöbet bozuklukları" ve diğerleri gibi yapısal beyin hasarlarının teşhisine yönelik olmuştur, ancak yukarıda belirtilen nedenlerden bazılarından ve özellikle 'psikiyatrik ilaçlardan kaynaklanan geri dönüşümlü beyin hasarı' vakalarına neredeyse hiç dikkat edilmemiştir. Bu nedenler, ABD'de her yıl birkaç yüz bin veya daha fazla kişinin yaşam kalitesini düşürmektedir. Bu nedenle, hastanın CI değerlendirmesinin hem psikiyatrik ilaca başlamadan önce hem de başladıktan sonra yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu, reçeteyi yazan kişinin 'hastanın başlangıçtaki, temel bilişsel işlevini' görmesini ve ardından bunu 'psikiyatrik ilaç reçete edildikten sonraki beyin işleviyle karşılaştırmasını' sağlar. Bu durum, örneğin, sağlık hizmeti sağlayıcısının 'CI'nin altta yatan depresyondan' kaynaklandığını iddia etmesini zorlaştıracaktır, çünkü hastanın yalnızca 'depresyonla işlevselliğine' dair bir kaydı ve hastanın 'depresyon ve ilaçla işlevselliğine' dair başka bir kaydı olacaktır.
Doktor, hastanın bilişsel işlevlerini, ilaç reçete edildikten sonra azaldığını tespit ederse, ilacı bırakma sürecini başlatmak için yeterli kanıta sahip olur. Doktor daha sonra, yoksunluk belirtilerinin daha fazla CI'ye neden olabileceği olasılığını göz önünde bulundurarak, bilişsel işlevlerinin başlangıç seviyesine dönüp dönmediğini belirlemek için hastayı değerlendirmeye devam etmelidir. Bu, araştırmalara da yardımcı olabilir. Örneğin, 'ilaç kaynaklı CI'nin geri dönüşümlü olup olmadığını ve ne kadarının geri dönüşümlü olduğunu ve eğer geri dönüşümlüyse hastaların normal işlevlerine dönmelerinin ne kadar süreceğini belirlemeye' yardımcı olabilir. Ayrıca, bazı ilaçların diğerlerinden daha fazla CI'ye neden olup olmadığını belirlemeye de yardımcı olabilir. Bunlar, şimdiye kadar incelenmemiş hayati araştırma sorularıdır.
CI tespit edilmediğinde veya nedeni yanlış teşhis edildiğinde, tedavi uygunsuz olabilir, hasta için potansiyel olarak zararlı olabilir ve sağlık kaynaklarının israfına yol açabilir. Örneğin sebep, "depresyon" olarak yanlış tanımlanırsa, "tedavi" yardımcı olmak yerine sorunu daha da kötüleştirebilir. Bilişsel ve beyinsel bozuklukların çeşitli biçimlerinin bir numaralı sağlık sorunumuz olduğunu söyleyebiliriz. Diğer birçok sağlık sorununun aksine, bu sorun büyük ölçüde göz ardı edilir ve genellikle tedavi edilmez.
Tıbbi bakımın odak noktası, "beyin yaralanmaları, felçler, ilerleyici beyin hastalıkları, nöbet bozuklukları" ve diğerleri gibi yapısal beyin hasarlarının teşhisine yönelik olmuştur, ancak yukarıda belirtilen nedenlerden bazılarından ve özellikle 'psikiyatrik ilaçlardan kaynaklanan geri dönüşümlü beyin hasarı' vakalarına neredeyse hiç dikkat edilmemiştir. Bu nedenler, ABD'de her yıl birkaç yüz bin veya daha fazla kişinin yaşam kalitesini düşürmektedir. Bu nedenle, hastanın CI değerlendirmesinin hem psikiyatrik ilaca başlamadan önce hem de başladıktan sonra yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu, reçeteyi yazan kişinin 'hastanın başlangıçtaki, temel bilişsel işlevini' görmesini ve ardından bunu 'psikiyatrik ilaç reçete edildikten sonraki beyin işleviyle karşılaştırmasını' sağlar. Bu durum, örneğin, sağlık hizmeti sağlayıcısının 'CI'nin altta yatan depresyondan' kaynaklandığını iddia etmesini zorlaştıracaktır, çünkü hastanın yalnızca 'depresyonla işlevselliğine' dair bir kaydı ve hastanın 'depresyon ve ilaçla işlevselliğine' dair başka bir kaydı olacaktır.
Doktor, hastanın bilişsel işlevlerini, ilaç reçete edildikten sonra azaldığını tespit ederse, ilacı bırakma sürecini başlatmak için yeterli kanıta sahip olur. Doktor daha sonra, yoksunluk belirtilerinin daha fazla CI'ye neden olabileceği olasılığını göz önünde bulundurarak, bilişsel işlevlerinin başlangıç seviyesine dönüp dönmediğini belirlemek için hastayı değerlendirmeye devam etmelidir. Bu, araştırmalara da yardımcı olabilir. Örneğin, 'ilaç kaynaklı CI'nin geri dönüşümlü olup olmadığını ve ne kadarının geri dönüşümlü olduğunu ve eğer geri dönüşümlüyse hastaların normal işlevlerine dönmelerinin ne kadar süreceğini belirlemeye' yardımcı olabilir. Ayrıca, bazı ilaçların diğerlerinden daha fazla CI'ye neden olup olmadığını belirlemeye de yardımcı olabilir. Bunlar, şimdiye kadar incelenmemiş hayati araştırma sorularıdır.
Hastanın bilişsel işlevlerini
değerlendirmenin bir yolu, geliştirip test ettiğim Ruthven Bozukluk
Değerlendirmesi'dir (RIA - Ruthven Impairment Assessment (RIA)). RIA, CI
vakalarını tespit etmek için kullanılan kısa, ucuz ve bilgisayar
destekli bir performans ölçümüdür. Testin tamamlanması yaklaşık
15 dakika sürer ve kendi kendine uygulanabilir (örneğin, kişilerin
evlerinden alabilmeleri için çevrimiçi bir program aracılığıyla
uygulanabilir). Beş görevden oluşur. İlk üçü tepki süresi testleridir
(zihinsel işlem hızının bir ölçüsü). 4. Görev, sıralı dikkat /hafızayı
ölçer. 5. Görev daha karmaşık işlemlemeyi ölçer ve yapısal veya kalıcı
beyin hasarı olan kişiler için muhtemelen en hassas olanıdır.
Gerçek
hayattan bir örnek, RIA'nın faydasını aydınlatmaya yardımcı olacaktır.
RIA'yı hafıza güçlüklerinden şikayet eden bir hastaya uyguladık. Genel
puanı çoğunlukla normal aralıktaydı, ancak 4. Görevdeki performansı çok
düşüktü; bu da hafıza sorunları bildirimiyle tutarlıydı. Tıbbi geçmişini
inceledim ve günde 50 mg antidepresan ilaç Celexa (sitalopram)
kullandığını gördüm. Doktoruna bu ilacı bırakması için yardım etmesini
önerdim. Celexa'yı tamamen bıraktıktan sonra hastanın hafızası normale
döndü.
RIA kullanarak yaptığım araştırma ve klinik deneyime dayanarak, RIA profili CI gösteriyorsa ancak Görev 5 performansı bozulmamış aralıktaysa, beyin hasarının muhtemelen geri döndürülebilir olduğuna inanıyorum. Görev 5 de bozulmuşsa, yapısal ve statik veya ilerleyici ve geri döndürülemez beyin hasarı söz konusu olabilir. RIA'nın bir tarama değerlendirmesi olduğunu ve bu nedenle herhangi bir spesifik tanı için tek kanıt olarak kullanılmaması gerektiğini vurgulamak istiyorum. Bunun yerine, performanslarına göre potansiyel CI'si olan kişilerin tanı ve tedavi için CI bakımı uzmanlarına yönlendirilmesi gerekir.
RIA, 'psikiyatrik ilaçlar, ilaç dışı tedaviler, ağrı kesici opioidler, kemoterapi ve anestezili cerrahi müdahaleler' dahil olmak üzere bilişsel işlevleri etkileyebilecek her türlü müdahaleden önce ve sonra uygulanmalıdır. Genel olarak, RIA veya buna benzer diğer önlemler, doktorlara reçete ettikleri ilaçların bilişsel etkileri hakkında hayati bilgiler sağlayabilir. Hem yeni bir tedaviden önce hem de sonra uygulandığında, doktorlar ilacın bilişsel etkilerini görebilir ve ilerleyici beyin hasarını önlemek için hızlı bir şekilde müdahale edebilirler.
-- Üniversite psikoloji bölümleri, devlet okulları, hastaneler ve tıp fakültelerindeki okul psikolojisi bölümleriyle bağlantılı nitelikli sağlık araştırmacılarına duyuru: Araştırma amaçlı RIA ve prosedürlerini Dr. Ruthven ile iletişime geçerek ücretsiz olarak edinebilirsiniz." -Les Ruthven, (7)
"Reçeteli İlaçlardan Kalıcı Hasar
Antidepresan yoksunluğunun ciddi doğasına dair kanıtların yayınlanmasının yarattığı son kargaşa, beni reçeteli ilaçların bazen verebileceği kalıcı hasar ve bu ilaçları kullananların 'bu etkileri, kamuoyuna duyurmak için nasıl sıklıkla ortak çaba sarf ettiği' üzerine düşünmeye sevk etti. Tarihsel olarak tıp camiası, ilaçların hem öngörülebilir hem de öngörülemez şekillerde normal beyin ve vücut işlevlerini, 'ne ölçüde etkileyebileceğini ve değiştirebileceğini' anlamakta yavaş davranmıştır.
Psikiyatristlerin 'tardif diskinezinin, nöroleptiklerden kaynaklandığını' kabul etmeleri' uzun zaman aldı ve bunu 'başka bir şeye (şizofreni) bağlamak' için çok uğraştılar. Antidepresanların yoksunluk etkilerinin ciddiye alınması otuz yıl sürdü. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki reçeteli opioid salgını, ilaçların kronik ağrıyı hafifletmek yerine şiddetlendirebileceğine dair artan kanıtlara rağmen devam ediyor.
- Çekilme etkileri...
RIA kullanarak yaptığım araştırma ve klinik deneyime dayanarak, RIA profili CI gösteriyorsa ancak Görev 5 performansı bozulmamış aralıktaysa, beyin hasarının muhtemelen geri döndürülebilir olduğuna inanıyorum. Görev 5 de bozulmuşsa, yapısal ve statik veya ilerleyici ve geri döndürülemez beyin hasarı söz konusu olabilir. RIA'nın bir tarama değerlendirmesi olduğunu ve bu nedenle herhangi bir spesifik tanı için tek kanıt olarak kullanılmaması gerektiğini vurgulamak istiyorum. Bunun yerine, performanslarına göre potansiyel CI'si olan kişilerin tanı ve tedavi için CI bakımı uzmanlarına yönlendirilmesi gerekir.
RIA, 'psikiyatrik ilaçlar, ilaç dışı tedaviler, ağrı kesici opioidler, kemoterapi ve anestezili cerrahi müdahaleler' dahil olmak üzere bilişsel işlevleri etkileyebilecek her türlü müdahaleden önce ve sonra uygulanmalıdır. Genel olarak, RIA veya buna benzer diğer önlemler, doktorlara reçete ettikleri ilaçların bilişsel etkileri hakkında hayati bilgiler sağlayabilir. Hem yeni bir tedaviden önce hem de sonra uygulandığında, doktorlar ilacın bilişsel etkilerini görebilir ve ilerleyici beyin hasarını önlemek için hızlı bir şekilde müdahale edebilirler.
-- Üniversite psikoloji bölümleri, devlet okulları, hastaneler ve tıp fakültelerindeki okul psikolojisi bölümleriyle bağlantılı nitelikli sağlık araştırmacılarına duyuru: Araştırma amaçlı RIA ve prosedürlerini Dr. Ruthven ile iletişime geçerek ücretsiz olarak edinebilirsiniz." -Les Ruthven, (7)
"Reçeteli İlaçlardan Kalıcı Hasar
Antidepresan yoksunluğunun ciddi doğasına dair kanıtların yayınlanmasının yarattığı son kargaşa, beni reçeteli ilaçların bazen verebileceği kalıcı hasar ve bu ilaçları kullananların 'bu etkileri, kamuoyuna duyurmak için nasıl sıklıkla ortak çaba sarf ettiği' üzerine düşünmeye sevk etti. Tarihsel olarak tıp camiası, ilaçların hem öngörülebilir hem de öngörülemez şekillerde normal beyin ve vücut işlevlerini, 'ne ölçüde etkileyebileceğini ve değiştirebileceğini' anlamakta yavaş davranmıştır.
Psikiyatristlerin 'tardif diskinezinin, nöroleptiklerden kaynaklandığını' kabul etmeleri' uzun zaman aldı ve bunu 'başka bir şeye (şizofreni) bağlamak' için çok uğraştılar. Antidepresanların yoksunluk etkilerinin ciddiye alınması otuz yıl sürdü. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki reçeteli opioid salgını, ilaçların kronik ağrıyı hafifletmek yerine şiddetlendirebileceğine dair artan kanıtlara rağmen devam ediyor.
- Çekilme etkileri...
Yoksunluk
etkileri, başlı başına, 'vücudun, bir ilacın alımıyla değiştiğinin' bir
göstergesidir. Yoksunluk etkilerini uzun süreli kullanımla
ilişkilendiririz, ancak aslında vücut, tek bir doz ilaçtan sonra bile
geçici olarak değişebilir.
Hayvan çalışmaları, bir opioid ile akut bir tedavinin, 'ilacın doğrudan analjezik etkisinin ardından gelen ve birkaç gün süren, ağrıya karşı artan bir hassasiyet dönemine (hiperaljezi olarak bilinir) neden olduğunu' göstermektedir. Benzer şekilde, uyku haplarını sadece bir veya iki gün almak, başlangıçta uykuyu en azından biraz iyileştirir, ancak hap bırakıldığında, insanlar ilacı almadan önce olduğundan daha da fazla uyumakta zorlanırlar. Bu durum bazen "geri tepme" uykusuzluğu olarak adlandırılır ve "geri tepme", bir ilacın akut etkileri geçtikten sonra ortaya çıkan 'bu telafi edici tipteki etkileri' tanımlamak için kullanılan genel terimdir.
İlaçlar uzun süre kullanıldığında, yoksunluk belirtileri daha şiddetli ve uzun süreli olabilir. İlaçlar kademeli olarak azaltılsa bile, genellikle haftalarca sürer. Ancak bazı ilaçların kesilmesinden sonra etkileri bazen aylarca hatta yıllarca sürebilir. Bu durumlarda, vücudun ilaç öncesi durumuna dönmesi uzun zaman alır ve bazı durumlarda bu tam olarak gerçekleşmez ve ilaca bağlı değişiklikler kalıcıdır.
Benzodiazepin kullanımının bırakılmasının ardından uzun süreli yoksunluk belirtileri 1991 yılında Heather Ashton tarafından fark edilmiştir. Aşton, 'anksiyete, kulak çınlaması, parestezi (yanıcı ağrı, karıncalanma ve uyuşma)' gibi aylarca hatta bazen yıllarca süren yoksunluk belirtilerini belgelemiştir. Her ne kadar hepsinde olmasa da, çoğu durumda zamanla kademeli bir iyileşme görülmüştür. Alkol ve opiatlar gibi uyuşturucuların uzun süreli yoksunluğa neden olma olasılığı daha düşük gibi görünse de, opiat yoksunluğunun bilinen bir özelliği olan ağrıya karşı aşırı duyarlılığın, yakın zamanda detokslanmış opiat bağımlılarıyla yapılan bir deneyde normale dönmesi beş ayı bulmuştur.
Antidepresan yoksunluğuna ilişkin kanıtlar, benzodiazepinlere benzer bir tablo ortaya koymaktadır. Yoksunluğun 'yoğunluğu ve süresi' değişkenlik göstermektedir ve herkeste güçten düşürücü veya fark edilebilir semptomlar görülmemektedir, ancak yoksunluk semptomlarının şiddetli ve uzun süreli olduğuna dair çok sayıda rapor bulunmaktadır.
Bazı meslektaşlarımla birlikte yürüttüğüm bir 'antidepresan yoksunluk web forumunda' katılımcılar üzerinde yaptığım bir analiz, Seçici Serotonin Geri Alım İnhibitörleri (SSRI'lar "Selective Serotonin Reuptake Inhibitors") kullanımının azaltılması veya kesilmesinin ardından ortaya çıkan yoksunluk belirtilerinin ortalama iki yıl (91 hafta) sürdüğünün, Serotonin ve Noradrenalin Geri Alım İnhibitörleri (SNRI'lar "Serotonin and Noradrenalin Reuptake Inhibitors") ile ilişkili olanların ise ortalama bir yıldan biraz daha kısa (51 hafta) sürdüğünün bildirildiğini ortaya koydu. Çevrimiçi forumlara başvuran kişiler, yoksunlukla en çok zorluk yaşayan kişiler olsa da, bu durum uzun süreli etkilerin bazı kişiler için önemli bir sorun olduğunu göstermektedir.
Davies & Read'in yakın zamanda yaptıkları incelemede vardıkları sonuç, mevcut araştırmalardan semptomların genel ortalama süresini tahmin etmenin zor olduğudur, özellikle de çoğu çalışma bunu doğrudan değerlendirmek için kurulmamıştır, ancak yakın zamanda yapılan birçok çalışmada semptomların aylarca sürdüğüne dair raporlar yaygındır.
Çoğu rapor, benzodiazepin ve antidepresan yoksunluk belirtilerinin, ilaçlar bırakıldıktan yıllar sonra bile genellikle kademeli olarak iyileştiğini göstermektedir. Ancak endişe verici bir şekilde, Ashton'ın uzun süreli benzodiazepin yoksunluğuna dair ilk tanımı, yoksunluktan yıllar sonra bile belirtilerin hala sorunlu olduğu bir veya iki vakayı içermektedir; hatta bazı durumlarda, kişiler benzodiazepinlere yeniden başlamış olsalar bile.
"Bu, ilaçların zaman zaman 'beyin işlevlerinde kalıcı değişikliklere neden olabileceğini' düşündürmektedir."
Bazı kaynaklar, söz konusu ilacın aniden kesilmesinin ardından uzun süreli yoksunluk belirtilerinin ortaya çıktığını belirtmektedir. Birleşik Krallık'taki bağımlılık hizmetlerinde, benzodiazepinlerin hızlı kesilmesinin istenmeyen bir durum olduğu konusunda artan bir görüş var gibi görünse de, resmi literatürde veya kılavuzlarda hızlı detoksifikasyon ile uzun süreli yoksunluk etkileri arasında olası bir bağlantıya dair bir tartışma bulamadım. Ancak, Ashton'ın kalıcı yoksunluk durumları tanımı çoğunlukla yavaş bir azaltma sürecinden geçen veya bu süreci tamamlamış kişileri kapsadığından, aniden kesmenin daha riskli olması muhtemel olsa da, kademeli olarak azaltmanın karmaşık ve uzun süreli bir yoksunluk yaşamayı her zaman engellemeyebileceği düşünülebilir.
Tardif diskinezi (Tardive dyskinesia (TD))...
Bazı psikiyatrik ilaçların 'beyin fonksiyonlarında kalıcı ve zararlı değişikliklere' neden olabileceğini onlarca yıldır biliyoruz. Bir dereceye kadar 'bilişsel bozuklukla' ilişkili 'anormal hareketler sendromu' olan tardif diskinezinin, 1960'larda nöroleptik kullanımının bir sonucu olduğu anlaşılmıştı. Nöroleptikler kesildikten sonra bile, bazen kişilerin - ne kadar süre takip edildiğine bağlı olarak - aylarca hatta yıllarca devam ettiği kaydedildi.
Tardif diskinezinin, dopamin reseptörlerinin "aşırı duyarlılığından" kaynaklandığı öne sürülmüştür, ancak hiçbir zaman kanıtlanmamıştır. Anormal hareketler, aşırı dopamin aktivitesiyle ilişkili olan Huntington Koresi'ndeki hareketlere benzerdir.
Tardif diskinezinin genellikle insanlar halen nöroleptik kullanırken ortaya çıkması, beynin dopamin bloke edici ilaçların etkilerini aşırı telafi ettiğini düşündürmektedir. Vücut, etkilerini dengelemeye çalışırken aşırıya kaçar ve hareket kontrolü için normal mekanizmaların yanı sıra bilişsel işlevleri etkileyen daha genel işlevleri de bozar.
Son zamanlarda tanımlanan ve opioid kaynaklı hiperaljezi olarak adlandırılan durum da benzer bir durumu temsil ediyor olabilir; vücut ağrı kesici ilaçların varlığına aşırı uyum sağlayarak ağrı seviyelerinde artışa neden olabilir. Opioid kaynaklı hiperaljezi genellikle opioid tedavisi sırasında ortaya çıksa da, ilaçlar kesildikten sonra da devam edip etmediğine dair çok az araştırma bulunmaktadır.
SSRI sonrası cinsel işlev bozukluğu...
Bu durumda, antidepresanlarla ilişkili uzun süreli değişikliklere dair daha fazla kanıt, SSRI sonrası cinsel işlev bozukluğu üzerine ortaya çıkan literatürden gelmektedir. SSRI'ların genellikle alındıkları süre boyunca cinsel işlevi bozduğu iyi bilinmektedir, ancak ilaçların kesilmesinden sonra bazı zorlukların aylarca, hatta bazen yıllarca devam ettiğine dair artan sayıda rapor bulunmaktadır. Ergenlik döneminde SSRI'larla tedavi edilen erkek sıçanlarda da kalıcı cinsel işlev bozukluğu gösterilmiştir.
Mevcut sınırlı veriler göz önüne alındığında, kalıcı cinsel işlev bozukluğunun yaygınlığını tahmin etmek zordur; ancak bir anket, katılımcıların %34'ünün bu rahatsızlığa sahip olma olasılığına dair kanıt gösterdiğini ve %4,3'ünün ise bu rahatsızlığa sahip olma olasılığının yüksek olduğunu ortaya koymuştur.
Bazı psikiyatristlerin, SSRI sonrası cinsel işlev bozukluğunun "psikolojik" olduğunu ve 'altta yatan bir depresyonun yeniden ortaya çıkan bir belirtisi olduğunu' ileri sürdüğünü duydum; ancak bunun SSRI'ların bilinen akut etkileri ve kalıcı etkiler üzerine yapılan hayvan araştırmalarıyla tutarlı olması, bu görüşü savunmayı zorlaştırmaktadır. Bunun, reçeteli bazı psikiyatrik ilaçların neden olduğu, normal vücut fonksiyonlarında uzun süreli ve bazen de kalıcı bir değişikliğe başka bir örnek olması daha olası görünüyor.
Mani ve psikoz riskinin artması...
Bazı ilaçların kesilmesinin 'mani veya psikoz gibi altta yatan bir psikiyatrik bozukluk atağı geçirme riskini artırabileceğini' öne süren araştırmalar, bazı reçeteli ilaçların uzun süreli kullanımının 'beyin süreçlerinde önemli değişikliklere neden olabileceğini' de göstermektedir.
Bu kanıtlar lityum için en açık olanıdır; çalışmalar, manik depresyon (bipolar 1) tanısı almış kişilerde, özellikle mani atağı geçirme riskinin, lityumu bıraktıktan sonra - lityuma başlamadan öncekine göre - daha yüksek olduğunu göstermektedir. Lityumun şiddetli, akut bir yoksunluk reaksiyonuna neden olduğu yaygın olarak bildirilmese de bu doğrudur. Buna rağmen, lityumun sakinleştirici etkilerinin neden olduğu nörolojik baskılanmanın ortadan kaldırılmasının, muhtemelen gecikmiş bir 'geri tepme türü' etki yoluyla mani olarak bilinen aşırı uyarılma durumunu tetikleyebileceği görülmektedir.
Bazı araştırmalar, uzun süreli antipsikotik tedavi görmüş psikoz veya şizofreni teşhisi konmuş kişilerde de benzer bir tablonun görüldüğünü göstermektedir. Kanıtlar, nüks riskinin, ilacın kesilmesinden sonraki ilk birkaç ayda arttığını ve sonrasında azaldığını göstermektedir. Bu da, ilacın kesilmesinin yalnızca altta yatan bir eğilimi ortaya çıkarmakla kalmayıp, en azından o noktada ortaya çıkmayabilecek bir atağı tetiklediğini düşündürmektedir.
Dolayısıyla, belirli sakinleştirici ilaçlarla uzun süreli tedavinin yol açtığı değişikliklerin, kişinin akut mani veya psikoz atağı geçirme riskini artırdığı görülmektedir. Bazıları, 'bu etkinin antidepresanlarda da meydana geldiğini' savunsa da, bu konudaki kanıtlar daha az nettir.
Araştırma eksikliği...
Reçeteli ilaçların neden olduğu kalıcı hastalıklar ve işlev bozuklukları gibi iatrojenik sorunların araştırma camiasında bu kadar az ilgi görmesi şaşırtıcıdır. Farklı ilaçlarla farklı tedavi süreleri sonrasında olumsuz bir yoksunluk reaksiyonu yaşamayı bekleyebilecek kişilerin oranı konusunda hala belirsizliğimiz var. Bu tür yoksunluk reaksiyonlarının ne kadar sürebileceği ve hatta bazen kalıcı olup olmadıkları hakkında çok az şey biliyoruz.
Hızlı azaltmanın 'uzun süreli yoksunluk riskini artırıp artırmadığını' veya çok kademeli azaltmanın 'bu durumun ortaya çıkmasını engelleyip engelleyemeyeceğini' kesin olarak bilmiyoruz. SSRI sonrası cinsel işlev bozukluğunun ortaya çıkışı muhtemelen çoğu reçete yazan kişi tarafından bilinmemektedir ve yaygınlığı veya süresi hakkında çok az araştırma bulunmaktadır.
Bu etkilerin mekanizmaları da belirsizliğini korumaktadır. Opiyat ve benzodiazepinlerden akut yoksunluk mekanizmaları üzerine araştırmalar mevcuttur, ancak uzun süreli yoksunluk durumlarına neyin sebep olduğu konusunda çok az araştırma vardır. Antidepresan yoksunluğunun veya SSRI sonrası cinsel işlev bozukluğunun altında yatan mekanizmalar üzerine hiçbir araştırma yoktur.
Oysa Birleşik Krallık nüfusunun yaklaşık %16'sının şu anda antidepresan kullandığı tahmin ediliyor ve Amerika Birleşik Devletleri'nden 2011-2014 yılları arasındaki en son veriler bu rakamı %12 olarak gösteriyor. Bu kişilerin küçük bir kısmı bile uzun süreli yoksunluk veya SSRI sonrası cinsel işlev bozukluğu yaşıyorsa, bu ciddi bir sorundur!
Dahası, İngiltere'den gelen son rakamlar, reçetelerin son on yılda iki katına çıktığını ve 56 milyonluk bir nüfusa sahip ülkede 70 milyonu aştığını gösteriyor. Tıp mesleğinin önde gelen isimlerinin bu durumdan bu kadar kayıtsız kalması inanılmaz; zira Kraliyet Pratisyen Hekimler Koleji (Royal College of General Practitioners) başkanı, 'reçetelerdeki artışı "kötü bir şey" olarak görmemek konusunda uyardı.'
Sonuç olarak...
Beyin fonksiyonlarını uzun vadede değiştiren ilaçların kullanımının içerdiği riskleri anlamada büyük çaplı bir başarısızlık söz konusu. Bu risklerin bazıları öngörülebilirken, bazıları daha az öngörülebilir.
SSRI'ların ve depresyon ve anksiyete için kullanılan diğer yeni ilaçların yoksunluk sendromlarına yol açabileceğini öngörebilmeliydik, ancak bir kez daha hazırlıksız yakalandık ve ilaçlar piyasaya sürülmeden önce bu olasılık üzerine hiçbir araştırma yapılmamış gibi görünüyor.
Ancak tardif diskinezi veya opioid kaynaklı hiperaljezi gibi bir sendrom, bize ilaçların etkilerinin her zaman öngörülemeyeceğini ve karmaşık ve sıra dışı reaksiyonlara karşı her zaman dikkatli olmamız gerektiğini hatırlatmalıdır.
Bu etkileri bilim ve meslek camiasının dikkatine sunmak için, çoğu ilgili ilaçları kullanan, 'kararlı ve azimli kampanyacıların' görev alması utanç verici ve tıp mesleğinin saflığını gözler önüne seriyor. İlaçların faydalı olduğunu düşünen kişilerden alacağım eleştirilerin bir kısmını tahmin etmek için, bu ilaçların 'asla dikkate alınmaması gerektiğini' söylemiyorum.
Örneğin, küçük dozlarda benzodiazepin kullanarak zararlı miktarda alkol almayı bırakan kişilere kesinlikle rastladım ve bu durumda benzodiazepinler kesinlikle en az tehlikeli seçenektir. Ayrıca, nöroleptiklerin, birçok zararlı etkisine rağmen, bazen şiddetli ve tedavisi zor bir psikoza tercih edilebileceğine inanıyorum.
Ancak insanların tüm gerçeklere sahip olması gerekir. Doktorlar, ilaçların beyni ve vücudun diğer kısımlarını, bizim tam olarak anlayamadığımız, neredeyse her zaman bir dereceye kadar zararlı ve geri döndürülemez olabilen şekillerde değiştirdiğini anlamalı ve açıklamalıdır." - Joanna Moncrieff, MD (20)
"Nöroleptik Psikiyatrik İlaçların Neden Olduğu Beyin Hasarı
Son yirmi yılda yapılan sayısız tıbbi çalışma, nöroleptik psikiyatrik ilaçların (antipsikotik olarak da bilinir) kullanımının, özellikle uzun süre yüksek dozlarda alındığında, beyinde yapısal değişikliklerle ilişkili olduğunu göstermiştir.
Bu beyin değişiklikleri, beynin üst seviye kısımlarında gerçek bir küçülmeyi de içerebilir. Bu küçülme, beyin taramalarında ve otopsi çalışmalarında görülebilir. Bu küçülmenin "akıl hastalığı"ndan kaynaklandığını iddia eden endüstri savunucularına yanıt olarak, çalışmalar 'nöroleptiklerin hayvanlarda da benzer beyin değişikliklerine yol açtığını' göstermektedir.
Büyük kütüphanelerin tıbbi bölümü bu bilgiye sahipken, kütüphanenin kamusal medya bölümü bu bilgiye sahip değildir. Başka bir deyişle, halk, hastalar ve aileleri, tıbbın uzun zamandır bildiği şeyler hakkında bilgilendirilmemektedir."
-- Ron Unger: Antipsikotik İlaçların Beyin Dokusu Küçülmesine İlişkin Son Haberler.. MindFreedom Lane County şubesinin başkanı olan Ron Unger, "nöroleptik veya "antipsikotik" psikiyatrik ilaçların beyin dokusu küçülmesiyle nasıl bağlantılı olduğu" konusunda endişelerini dile getiren tam zamanlı bir ruh sağlığı danışmanıdır." (a)
(...) Tıbbi Çalışma Doğruluyor: "Antipsikotik" Psikiyatrik İlaçlar, Beyin Dokusunu Küçültüyor... Beyin Küçülmesi Sizin İçin İyi mi?" (a)
-- Nöroleptikler maymunlarda beyinleri küçültüyor... Bu çalışmada, hem eski bir nöroleptik (Haldol veya "haloperidol") hem de yeni bir atipik nöroleptik (Zyprexa veya "olanzapin"), maymunlarda beynin üst seviye kısımlarında önemli bir küçülmeye neden oldu. (b)
-- Nöroleptik beyin hasarıyla ilgili tıbbi makaleler... Bunlar, nöroleptik psikiyatrik ilaçların (antipsikotikler olarak da bilinir) kullanımının önemli yapısal beyin hasarına yol açabileceğini belirten çok sayıda yaygın tıbbi makaleden birkaçıdır. (c)
-- Bilimsel makale: Nöroleptik (antipsikotik) ilaçlar 'hücre ölümüne' neden olabilir... Bu tıbbi araştırma, nöroleptiklerin (antipsikotik olarak da bilinir) sadece beyni küçültmekle kalmayıp aynı zamanda hücre ölümüne de neden olabileceğini ortaya koydu. (d)
-- Nöroleptik psikiyatrik ilaçların beyin hücresi sayılarını etkilediği anlaşılıyor... İşte nöroleptik verilen maymunlar üzerinde yapılan diğer çalışmanın devamı niteliğinde bir çalışma (aşağıdaki ilgili içeriğe bakın): "Antipsikotik İlaçlara Kronik Maruziyetin Makak Maymunlarının Parietal Korteksindeki Hücre Sayıları Üzerindeki Etkisi" (e)
-- Nöroleptiklerin maymun beyinlerine nasıl zarar verdiğinin gösterilmesi hakkında daha fazla bilgi... Biol Psychiatry 2008 15 Nisan: "Makak maymunlarında kronik antipsikotik maruziyetinin astrosit ve oligodendrosit sayıları üzerindeki etkisi" adlı makaleden maymun beyinlerindeki nöroleptik hasar hakkında daha fazla bilgi. (f)
-- Nancy C. Andreasen ile Bir Söyleşi... New York Times, psikiyatrist ve sinirbilimci Nancy C. Andreasen ile son derece önemli bir söyleşi gerçekleştirdiğini bildiriyor. Söyleşide Prof. Andreasen, nöroleptik psikiyatrik ilaçların (aynı zamanda "antipsikotikler" olarak da bilinir) hastalarda önemli beyin atrofisine -veya küçülmesine- yol açtığına dair bulgularından bahsediyor. (g)
-- Robert Whitaker, Nöroleptik "Beyin Hasarı" Tartışması Üzerine... "İklim krizi" tartışmasında, sera etkisi hakkındaki tartışmayı gölgelemek için yanlış bilgi yayan inkârcılar var. Aynı şey, 'antipsikotik olarak da bilinen nöroleptik ilaçların neden olduğu beyin hasarı' tartışmasında da geçerli. Bazı bilim insanları, nöroleptiklerin neden olduğu büyük beyin değişiklikleriyle ilgili birçok çalışma konusunda halkı uyarmak yerine, 'parçalı ve çelişkili araştırmalara' dayanarak, 'nöroleptiklerin bir şekilde beyin hasarını önlemeye yardımcı olduğu' hipotezini ortaya atıyor." Robert Whitaker, Mad in America blogunda, PBS ulusal televizyon programı PBS'de yayınlanan bu iddialardan bazılarını analiz ediyor. (h)
-- Antipsikotiklerden Kaynaklanan Kalıcı Kas Seğirmesi: Tardif Diskinezi ve Tardif Distoni... 1950'lerden beri antipsikotikler olarak da bilinen nöroleptikler adı verilen psikiyatrik ilaç ailesinin, genellikle kalıcı olabilen 'istemsiz kas hareketlerine' yol açabileceği bilinmektedir. Bunlar arasında, hem Tardif Diskinezi hem de Tardif Distoni anlamına gelen "TD'ler" de bulunmaktadır. 1990'lardan beri psikiyatri endüstrisi, 'yeni nöroleptiklerin çok daha az TD'ye neden olduğu' konusunda halkı rahatlatmaktadır. Ancak, veriler artık elimizde olduğundan, daha yeni tıbbi çalışmalar, 'yeni antipsikotiklerin neden olduğu TD oranının, - tıp camiasının genel olarak inandığından - daha eski antipsikotiklerin oranına "daha benzer" olduğunu' göstermektedir. Bu, ruh sağlığı sektörünün 1990'lardan beri milyonlarca insana 'TD riskinin gerçeklerden daha düşük olduğuna' dair yanlış bir güvence verdiği anlamına geliyor. TD, 'hafif seğirmelerden son derece çirkinleştirici spazmlara' kadar değişebilir. (i)
-- Genel Psikiyatri Arşivleri: Nöroleptikler Beyin Hacmini Küçültüyor... Ho, Andreasen ve arkadaşları tarafından Şubat 2011'de yayınlanan "Uzun Süreli Antipsikotik Tedavi ve Beyin Hacimleri" başlıklı Genel Psikiyatri Arşivleri'nde yayınlanan bir makalede, 'antipsikotik ilaçların beyin küçülmesinin başlıca nedenlerinden biri olduğuna' işaret eden bir çalışma anlatılıyor. Çalışma, 7 ila 14 yıl boyunca, "Süre ve yoğunluk da dahil olmak üzere 'daha fazla antipsikotik ilaç tedavisinin, beyin hacminde daha büyük düşüşlerle bağlantılı olduğu' bulundu. Hastalığın şiddeti, alkol ve yasadışı uyuşturucu kullanımının ise hiçbir etkisi olmadı." (j)
-- Bob Whitaker, Nancy Andreasen'in nöroleptiklerin (antipsikotiklerin) beyin küçülmesine yol açtığı bulgusuyla ilgili... Gazeteci Robert Whitaker, Psychology Today web sitesinde, araştırmacı Nancy Andreasen'in "bomba etkisi" olarak adlandırdığı konu hakkında yazıyor: Nöroleptik (antipsikotik) psikiyatrik ilaçlar, bizi insan yapan kısım olan frontal lobların küçülmesine yol açabilir. (k)
-- Travma Geçiren Beyin: Yaralanma, İyileşme ve Onarımın İncelenmesi... Psikiyatristler, ister psikotropik ilaçlar ister elektroşok olsun, 'bir psikiyatrik işlemden kaynaklanan "beyin hasarını" kanıtlamak için, çok sayıda beyin hücresinin öldüğünü' kanıtlamamız gerektiğini sıklıkla savunurlar. Belirli psikiyatrik işlemlerin toplu beyin hücresi ölümüne yol açtığına dair çalışmalar olsun ya da olmasın.... işte Irak ve Afganistan'daki askerlere "doğaçlama patlayıcı cihazlar" tarafından yapılan muazzam patlamaların ardından beyin hasarının mekanizmasına dair en son teorilerden biri. Görünüşe göre, büyük bir bombadan kaynaklanan beyin hasarı bile, bilinen evrendeki en karmaşık ağlardan biri olan beyinde hücre ölümünden çok daha karmaşık değişikliklere yol açabiliyor.
Hayvan çalışmaları, bir opioid ile akut bir tedavinin, 'ilacın doğrudan analjezik etkisinin ardından gelen ve birkaç gün süren, ağrıya karşı artan bir hassasiyet dönemine (hiperaljezi olarak bilinir) neden olduğunu' göstermektedir. Benzer şekilde, uyku haplarını sadece bir veya iki gün almak, başlangıçta uykuyu en azından biraz iyileştirir, ancak hap bırakıldığında, insanlar ilacı almadan önce olduğundan daha da fazla uyumakta zorlanırlar. Bu durum bazen "geri tepme" uykusuzluğu olarak adlandırılır ve "geri tepme", bir ilacın akut etkileri geçtikten sonra ortaya çıkan 'bu telafi edici tipteki etkileri' tanımlamak için kullanılan genel terimdir.
İlaçlar uzun süre kullanıldığında, yoksunluk belirtileri daha şiddetli ve uzun süreli olabilir. İlaçlar kademeli olarak azaltılsa bile, genellikle haftalarca sürer. Ancak bazı ilaçların kesilmesinden sonra etkileri bazen aylarca hatta yıllarca sürebilir. Bu durumlarda, vücudun ilaç öncesi durumuna dönmesi uzun zaman alır ve bazı durumlarda bu tam olarak gerçekleşmez ve ilaca bağlı değişiklikler kalıcıdır.
Benzodiazepin kullanımının bırakılmasının ardından uzun süreli yoksunluk belirtileri 1991 yılında Heather Ashton tarafından fark edilmiştir. Aşton, 'anksiyete, kulak çınlaması, parestezi (yanıcı ağrı, karıncalanma ve uyuşma)' gibi aylarca hatta bazen yıllarca süren yoksunluk belirtilerini belgelemiştir. Her ne kadar hepsinde olmasa da, çoğu durumda zamanla kademeli bir iyileşme görülmüştür. Alkol ve opiatlar gibi uyuşturucuların uzun süreli yoksunluğa neden olma olasılığı daha düşük gibi görünse de, opiat yoksunluğunun bilinen bir özelliği olan ağrıya karşı aşırı duyarlılığın, yakın zamanda detokslanmış opiat bağımlılarıyla yapılan bir deneyde normale dönmesi beş ayı bulmuştur.
Antidepresan yoksunluğuna ilişkin kanıtlar, benzodiazepinlere benzer bir tablo ortaya koymaktadır. Yoksunluğun 'yoğunluğu ve süresi' değişkenlik göstermektedir ve herkeste güçten düşürücü veya fark edilebilir semptomlar görülmemektedir, ancak yoksunluk semptomlarının şiddetli ve uzun süreli olduğuna dair çok sayıda rapor bulunmaktadır.
Bazı meslektaşlarımla birlikte yürüttüğüm bir 'antidepresan yoksunluk web forumunda' katılımcılar üzerinde yaptığım bir analiz, Seçici Serotonin Geri Alım İnhibitörleri (SSRI'lar "Selective Serotonin Reuptake Inhibitors") kullanımının azaltılması veya kesilmesinin ardından ortaya çıkan yoksunluk belirtilerinin ortalama iki yıl (91 hafta) sürdüğünün, Serotonin ve Noradrenalin Geri Alım İnhibitörleri (SNRI'lar "Serotonin and Noradrenalin Reuptake Inhibitors") ile ilişkili olanların ise ortalama bir yıldan biraz daha kısa (51 hafta) sürdüğünün bildirildiğini ortaya koydu. Çevrimiçi forumlara başvuran kişiler, yoksunlukla en çok zorluk yaşayan kişiler olsa da, bu durum uzun süreli etkilerin bazı kişiler için önemli bir sorun olduğunu göstermektedir.
Davies & Read'in yakın zamanda yaptıkları incelemede vardıkları sonuç, mevcut araştırmalardan semptomların genel ortalama süresini tahmin etmenin zor olduğudur, özellikle de çoğu çalışma bunu doğrudan değerlendirmek için kurulmamıştır, ancak yakın zamanda yapılan birçok çalışmada semptomların aylarca sürdüğüne dair raporlar yaygındır.
Çoğu rapor, benzodiazepin ve antidepresan yoksunluk belirtilerinin, ilaçlar bırakıldıktan yıllar sonra bile genellikle kademeli olarak iyileştiğini göstermektedir. Ancak endişe verici bir şekilde, Ashton'ın uzun süreli benzodiazepin yoksunluğuna dair ilk tanımı, yoksunluktan yıllar sonra bile belirtilerin hala sorunlu olduğu bir veya iki vakayı içermektedir; hatta bazı durumlarda, kişiler benzodiazepinlere yeniden başlamış olsalar bile.
"Bu, ilaçların zaman zaman 'beyin işlevlerinde kalıcı değişikliklere neden olabileceğini' düşündürmektedir."
Bazı kaynaklar, söz konusu ilacın aniden kesilmesinin ardından uzun süreli yoksunluk belirtilerinin ortaya çıktığını belirtmektedir. Birleşik Krallık'taki bağımlılık hizmetlerinde, benzodiazepinlerin hızlı kesilmesinin istenmeyen bir durum olduğu konusunda artan bir görüş var gibi görünse de, resmi literatürde veya kılavuzlarda hızlı detoksifikasyon ile uzun süreli yoksunluk etkileri arasında olası bir bağlantıya dair bir tartışma bulamadım. Ancak, Ashton'ın kalıcı yoksunluk durumları tanımı çoğunlukla yavaş bir azaltma sürecinden geçen veya bu süreci tamamlamış kişileri kapsadığından, aniden kesmenin daha riskli olması muhtemel olsa da, kademeli olarak azaltmanın karmaşık ve uzun süreli bir yoksunluk yaşamayı her zaman engellemeyebileceği düşünülebilir.
Tardif diskinezi (Tardive dyskinesia (TD))...
Bazı psikiyatrik ilaçların 'beyin fonksiyonlarında kalıcı ve zararlı değişikliklere' neden olabileceğini onlarca yıldır biliyoruz. Bir dereceye kadar 'bilişsel bozuklukla' ilişkili 'anormal hareketler sendromu' olan tardif diskinezinin, 1960'larda nöroleptik kullanımının bir sonucu olduğu anlaşılmıştı. Nöroleptikler kesildikten sonra bile, bazen kişilerin - ne kadar süre takip edildiğine bağlı olarak - aylarca hatta yıllarca devam ettiği kaydedildi.
Tardif diskinezinin, dopamin reseptörlerinin "aşırı duyarlılığından" kaynaklandığı öne sürülmüştür, ancak hiçbir zaman kanıtlanmamıştır. Anormal hareketler, aşırı dopamin aktivitesiyle ilişkili olan Huntington Koresi'ndeki hareketlere benzerdir.
Tardif diskinezinin genellikle insanlar halen nöroleptik kullanırken ortaya çıkması, beynin dopamin bloke edici ilaçların etkilerini aşırı telafi ettiğini düşündürmektedir. Vücut, etkilerini dengelemeye çalışırken aşırıya kaçar ve hareket kontrolü için normal mekanizmaların yanı sıra bilişsel işlevleri etkileyen daha genel işlevleri de bozar.
Son zamanlarda tanımlanan ve opioid kaynaklı hiperaljezi olarak adlandırılan durum da benzer bir durumu temsil ediyor olabilir; vücut ağrı kesici ilaçların varlığına aşırı uyum sağlayarak ağrı seviyelerinde artışa neden olabilir. Opioid kaynaklı hiperaljezi genellikle opioid tedavisi sırasında ortaya çıksa da, ilaçlar kesildikten sonra da devam edip etmediğine dair çok az araştırma bulunmaktadır.
SSRI sonrası cinsel işlev bozukluğu...
Bu durumda, antidepresanlarla ilişkili uzun süreli değişikliklere dair daha fazla kanıt, SSRI sonrası cinsel işlev bozukluğu üzerine ortaya çıkan literatürden gelmektedir. SSRI'ların genellikle alındıkları süre boyunca cinsel işlevi bozduğu iyi bilinmektedir, ancak ilaçların kesilmesinden sonra bazı zorlukların aylarca, hatta bazen yıllarca devam ettiğine dair artan sayıda rapor bulunmaktadır. Ergenlik döneminde SSRI'larla tedavi edilen erkek sıçanlarda da kalıcı cinsel işlev bozukluğu gösterilmiştir.
Mevcut sınırlı veriler göz önüne alındığında, kalıcı cinsel işlev bozukluğunun yaygınlığını tahmin etmek zordur; ancak bir anket, katılımcıların %34'ünün bu rahatsızlığa sahip olma olasılığına dair kanıt gösterdiğini ve %4,3'ünün ise bu rahatsızlığa sahip olma olasılığının yüksek olduğunu ortaya koymuştur.
Bazı psikiyatristlerin, SSRI sonrası cinsel işlev bozukluğunun "psikolojik" olduğunu ve 'altta yatan bir depresyonun yeniden ortaya çıkan bir belirtisi olduğunu' ileri sürdüğünü duydum; ancak bunun SSRI'ların bilinen akut etkileri ve kalıcı etkiler üzerine yapılan hayvan araştırmalarıyla tutarlı olması, bu görüşü savunmayı zorlaştırmaktadır. Bunun, reçeteli bazı psikiyatrik ilaçların neden olduğu, normal vücut fonksiyonlarında uzun süreli ve bazen de kalıcı bir değişikliğe başka bir örnek olması daha olası görünüyor.
Mani ve psikoz riskinin artması...
Bazı ilaçların kesilmesinin 'mani veya psikoz gibi altta yatan bir psikiyatrik bozukluk atağı geçirme riskini artırabileceğini' öne süren araştırmalar, bazı reçeteli ilaçların uzun süreli kullanımının 'beyin süreçlerinde önemli değişikliklere neden olabileceğini' de göstermektedir.
Bu kanıtlar lityum için en açık olanıdır; çalışmalar, manik depresyon (bipolar 1) tanısı almış kişilerde, özellikle mani atağı geçirme riskinin, lityumu bıraktıktan sonra - lityuma başlamadan öncekine göre - daha yüksek olduğunu göstermektedir. Lityumun şiddetli, akut bir yoksunluk reaksiyonuna neden olduğu yaygın olarak bildirilmese de bu doğrudur. Buna rağmen, lityumun sakinleştirici etkilerinin neden olduğu nörolojik baskılanmanın ortadan kaldırılmasının, muhtemelen gecikmiş bir 'geri tepme türü' etki yoluyla mani olarak bilinen aşırı uyarılma durumunu tetikleyebileceği görülmektedir.
Bazı araştırmalar, uzun süreli antipsikotik tedavi görmüş psikoz veya şizofreni teşhisi konmuş kişilerde de benzer bir tablonun görüldüğünü göstermektedir. Kanıtlar, nüks riskinin, ilacın kesilmesinden sonraki ilk birkaç ayda arttığını ve sonrasında azaldığını göstermektedir. Bu da, ilacın kesilmesinin yalnızca altta yatan bir eğilimi ortaya çıkarmakla kalmayıp, en azından o noktada ortaya çıkmayabilecek bir atağı tetiklediğini düşündürmektedir.
Dolayısıyla, belirli sakinleştirici ilaçlarla uzun süreli tedavinin yol açtığı değişikliklerin, kişinin akut mani veya psikoz atağı geçirme riskini artırdığı görülmektedir. Bazıları, 'bu etkinin antidepresanlarda da meydana geldiğini' savunsa da, bu konudaki kanıtlar daha az nettir.
Araştırma eksikliği...
Reçeteli ilaçların neden olduğu kalıcı hastalıklar ve işlev bozuklukları gibi iatrojenik sorunların araştırma camiasında bu kadar az ilgi görmesi şaşırtıcıdır. Farklı ilaçlarla farklı tedavi süreleri sonrasında olumsuz bir yoksunluk reaksiyonu yaşamayı bekleyebilecek kişilerin oranı konusunda hala belirsizliğimiz var. Bu tür yoksunluk reaksiyonlarının ne kadar sürebileceği ve hatta bazen kalıcı olup olmadıkları hakkında çok az şey biliyoruz.
Hızlı azaltmanın 'uzun süreli yoksunluk riskini artırıp artırmadığını' veya çok kademeli azaltmanın 'bu durumun ortaya çıkmasını engelleyip engelleyemeyeceğini' kesin olarak bilmiyoruz. SSRI sonrası cinsel işlev bozukluğunun ortaya çıkışı muhtemelen çoğu reçete yazan kişi tarafından bilinmemektedir ve yaygınlığı veya süresi hakkında çok az araştırma bulunmaktadır.
Bu etkilerin mekanizmaları da belirsizliğini korumaktadır. Opiyat ve benzodiazepinlerden akut yoksunluk mekanizmaları üzerine araştırmalar mevcuttur, ancak uzun süreli yoksunluk durumlarına neyin sebep olduğu konusunda çok az araştırma vardır. Antidepresan yoksunluğunun veya SSRI sonrası cinsel işlev bozukluğunun altında yatan mekanizmalar üzerine hiçbir araştırma yoktur.
Oysa Birleşik Krallık nüfusunun yaklaşık %16'sının şu anda antidepresan kullandığı tahmin ediliyor ve Amerika Birleşik Devletleri'nden 2011-2014 yılları arasındaki en son veriler bu rakamı %12 olarak gösteriyor. Bu kişilerin küçük bir kısmı bile uzun süreli yoksunluk veya SSRI sonrası cinsel işlev bozukluğu yaşıyorsa, bu ciddi bir sorundur!
Dahası, İngiltere'den gelen son rakamlar, reçetelerin son on yılda iki katına çıktığını ve 56 milyonluk bir nüfusa sahip ülkede 70 milyonu aştığını gösteriyor. Tıp mesleğinin önde gelen isimlerinin bu durumdan bu kadar kayıtsız kalması inanılmaz; zira Kraliyet Pratisyen Hekimler Koleji (Royal College of General Practitioners) başkanı, 'reçetelerdeki artışı "kötü bir şey" olarak görmemek konusunda uyardı.'
Sonuç olarak...
Beyin fonksiyonlarını uzun vadede değiştiren ilaçların kullanımının içerdiği riskleri anlamada büyük çaplı bir başarısızlık söz konusu. Bu risklerin bazıları öngörülebilirken, bazıları daha az öngörülebilir.
SSRI'ların ve depresyon ve anksiyete için kullanılan diğer yeni ilaçların yoksunluk sendromlarına yol açabileceğini öngörebilmeliydik, ancak bir kez daha hazırlıksız yakalandık ve ilaçlar piyasaya sürülmeden önce bu olasılık üzerine hiçbir araştırma yapılmamış gibi görünüyor.
Ancak tardif diskinezi veya opioid kaynaklı hiperaljezi gibi bir sendrom, bize ilaçların etkilerinin her zaman öngörülemeyeceğini ve karmaşık ve sıra dışı reaksiyonlara karşı her zaman dikkatli olmamız gerektiğini hatırlatmalıdır.
Bu etkileri bilim ve meslek camiasının dikkatine sunmak için, çoğu ilgili ilaçları kullanan, 'kararlı ve azimli kampanyacıların' görev alması utanç verici ve tıp mesleğinin saflığını gözler önüne seriyor. İlaçların faydalı olduğunu düşünen kişilerden alacağım eleştirilerin bir kısmını tahmin etmek için, bu ilaçların 'asla dikkate alınmaması gerektiğini' söylemiyorum.
Örneğin, küçük dozlarda benzodiazepin kullanarak zararlı miktarda alkol almayı bırakan kişilere kesinlikle rastladım ve bu durumda benzodiazepinler kesinlikle en az tehlikeli seçenektir. Ayrıca, nöroleptiklerin, birçok zararlı etkisine rağmen, bazen şiddetli ve tedavisi zor bir psikoza tercih edilebileceğine inanıyorum.
Ancak insanların tüm gerçeklere sahip olması gerekir. Doktorlar, ilaçların beyni ve vücudun diğer kısımlarını, bizim tam olarak anlayamadığımız, neredeyse her zaman bir dereceye kadar zararlı ve geri döndürülemez olabilen şekillerde değiştirdiğini anlamalı ve açıklamalıdır." - Joanna Moncrieff, MD (20)
"Nöroleptik Psikiyatrik İlaçların Neden Olduğu Beyin Hasarı
Son yirmi yılda yapılan sayısız tıbbi çalışma, nöroleptik psikiyatrik ilaçların (antipsikotik olarak da bilinir) kullanımının, özellikle uzun süre yüksek dozlarda alındığında, beyinde yapısal değişikliklerle ilişkili olduğunu göstermiştir.
Bu beyin değişiklikleri, beynin üst seviye kısımlarında gerçek bir küçülmeyi de içerebilir. Bu küçülme, beyin taramalarında ve otopsi çalışmalarında görülebilir. Bu küçülmenin "akıl hastalığı"ndan kaynaklandığını iddia eden endüstri savunucularına yanıt olarak, çalışmalar 'nöroleptiklerin hayvanlarda da benzer beyin değişikliklerine yol açtığını' göstermektedir.
Büyük kütüphanelerin tıbbi bölümü bu bilgiye sahipken, kütüphanenin kamusal medya bölümü bu bilgiye sahip değildir. Başka bir deyişle, halk, hastalar ve aileleri, tıbbın uzun zamandır bildiği şeyler hakkında bilgilendirilmemektedir."
-- Ron Unger: Antipsikotik İlaçların Beyin Dokusu Küçülmesine İlişkin Son Haberler.. MindFreedom Lane County şubesinin başkanı olan Ron Unger, "nöroleptik veya "antipsikotik" psikiyatrik ilaçların beyin dokusu küçülmesiyle nasıl bağlantılı olduğu" konusunda endişelerini dile getiren tam zamanlı bir ruh sağlığı danışmanıdır." (a)
(...) Tıbbi Çalışma Doğruluyor: "Antipsikotik" Psikiyatrik İlaçlar, Beyin Dokusunu Küçültüyor... Beyin Küçülmesi Sizin İçin İyi mi?" (a)
-- Nöroleptikler maymunlarda beyinleri küçültüyor... Bu çalışmada, hem eski bir nöroleptik (Haldol veya "haloperidol") hem de yeni bir atipik nöroleptik (Zyprexa veya "olanzapin"), maymunlarda beynin üst seviye kısımlarında önemli bir küçülmeye neden oldu. (b)
-- Nöroleptik beyin hasarıyla ilgili tıbbi makaleler... Bunlar, nöroleptik psikiyatrik ilaçların (antipsikotikler olarak da bilinir) kullanımının önemli yapısal beyin hasarına yol açabileceğini belirten çok sayıda yaygın tıbbi makaleden birkaçıdır. (c)
-- Bilimsel makale: Nöroleptik (antipsikotik) ilaçlar 'hücre ölümüne' neden olabilir... Bu tıbbi araştırma, nöroleptiklerin (antipsikotik olarak da bilinir) sadece beyni küçültmekle kalmayıp aynı zamanda hücre ölümüne de neden olabileceğini ortaya koydu. (d)
-- Nöroleptik psikiyatrik ilaçların beyin hücresi sayılarını etkilediği anlaşılıyor... İşte nöroleptik verilen maymunlar üzerinde yapılan diğer çalışmanın devamı niteliğinde bir çalışma (aşağıdaki ilgili içeriğe bakın): "Antipsikotik İlaçlara Kronik Maruziyetin Makak Maymunlarının Parietal Korteksindeki Hücre Sayıları Üzerindeki Etkisi" (e)
-- Nöroleptiklerin maymun beyinlerine nasıl zarar verdiğinin gösterilmesi hakkında daha fazla bilgi... Biol Psychiatry 2008 15 Nisan: "Makak maymunlarında kronik antipsikotik maruziyetinin astrosit ve oligodendrosit sayıları üzerindeki etkisi" adlı makaleden maymun beyinlerindeki nöroleptik hasar hakkında daha fazla bilgi. (f)
-- Nancy C. Andreasen ile Bir Söyleşi... New York Times, psikiyatrist ve sinirbilimci Nancy C. Andreasen ile son derece önemli bir söyleşi gerçekleştirdiğini bildiriyor. Söyleşide Prof. Andreasen, nöroleptik psikiyatrik ilaçların (aynı zamanda "antipsikotikler" olarak da bilinir) hastalarda önemli beyin atrofisine -veya küçülmesine- yol açtığına dair bulgularından bahsediyor. (g)
-- Robert Whitaker, Nöroleptik "Beyin Hasarı" Tartışması Üzerine... "İklim krizi" tartışmasında, sera etkisi hakkındaki tartışmayı gölgelemek için yanlış bilgi yayan inkârcılar var. Aynı şey, 'antipsikotik olarak da bilinen nöroleptik ilaçların neden olduğu beyin hasarı' tartışmasında da geçerli. Bazı bilim insanları, nöroleptiklerin neden olduğu büyük beyin değişiklikleriyle ilgili birçok çalışma konusunda halkı uyarmak yerine, 'parçalı ve çelişkili araştırmalara' dayanarak, 'nöroleptiklerin bir şekilde beyin hasarını önlemeye yardımcı olduğu' hipotezini ortaya atıyor." Robert Whitaker, Mad in America blogunda, PBS ulusal televizyon programı PBS'de yayınlanan bu iddialardan bazılarını analiz ediyor. (h)
-- Antipsikotiklerden Kaynaklanan Kalıcı Kas Seğirmesi: Tardif Diskinezi ve Tardif Distoni... 1950'lerden beri antipsikotikler olarak da bilinen nöroleptikler adı verilen psikiyatrik ilaç ailesinin, genellikle kalıcı olabilen 'istemsiz kas hareketlerine' yol açabileceği bilinmektedir. Bunlar arasında, hem Tardif Diskinezi hem de Tardif Distoni anlamına gelen "TD'ler" de bulunmaktadır. 1990'lardan beri psikiyatri endüstrisi, 'yeni nöroleptiklerin çok daha az TD'ye neden olduğu' konusunda halkı rahatlatmaktadır. Ancak, veriler artık elimizde olduğundan, daha yeni tıbbi çalışmalar, 'yeni antipsikotiklerin neden olduğu TD oranının, - tıp camiasının genel olarak inandığından - daha eski antipsikotiklerin oranına "daha benzer" olduğunu' göstermektedir. Bu, ruh sağlığı sektörünün 1990'lardan beri milyonlarca insana 'TD riskinin gerçeklerden daha düşük olduğuna' dair yanlış bir güvence verdiği anlamına geliyor. TD, 'hafif seğirmelerden son derece çirkinleştirici spazmlara' kadar değişebilir. (i)
-- Genel Psikiyatri Arşivleri: Nöroleptikler Beyin Hacmini Küçültüyor... Ho, Andreasen ve arkadaşları tarafından Şubat 2011'de yayınlanan "Uzun Süreli Antipsikotik Tedavi ve Beyin Hacimleri" başlıklı Genel Psikiyatri Arşivleri'nde yayınlanan bir makalede, 'antipsikotik ilaçların beyin küçülmesinin başlıca nedenlerinden biri olduğuna' işaret eden bir çalışma anlatılıyor. Çalışma, 7 ila 14 yıl boyunca, "Süre ve yoğunluk da dahil olmak üzere 'daha fazla antipsikotik ilaç tedavisinin, beyin hacminde daha büyük düşüşlerle bağlantılı olduğu' bulundu. Hastalığın şiddeti, alkol ve yasadışı uyuşturucu kullanımının ise hiçbir etkisi olmadı." (j)
-- Bob Whitaker, Nancy Andreasen'in nöroleptiklerin (antipsikotiklerin) beyin küçülmesine yol açtığı bulgusuyla ilgili... Gazeteci Robert Whitaker, Psychology Today web sitesinde, araştırmacı Nancy Andreasen'in "bomba etkisi" olarak adlandırdığı konu hakkında yazıyor: Nöroleptik (antipsikotik) psikiyatrik ilaçlar, bizi insan yapan kısım olan frontal lobların küçülmesine yol açabilir. (k)
-- Travma Geçiren Beyin: Yaralanma, İyileşme ve Onarımın İncelenmesi... Psikiyatristler, ister psikotropik ilaçlar ister elektroşok olsun, 'bir psikiyatrik işlemden kaynaklanan "beyin hasarını" kanıtlamak için, çok sayıda beyin hücresinin öldüğünü' kanıtlamamız gerektiğini sıklıkla savunurlar. Belirli psikiyatrik işlemlerin toplu beyin hücresi ölümüne yol açtığına dair çalışmalar olsun ya da olmasın.... işte Irak ve Afganistan'daki askerlere "doğaçlama patlayıcı cihazlar" tarafından yapılan muazzam patlamaların ardından beyin hasarının mekanizmasına dair en son teorilerden biri. Görünüşe göre, büyük bir bombadan kaynaklanan beyin hasarı bile, bilinen evrendeki en karmaşık ağlardan biri olan beyinde hücre ölümünden çok daha karmaşık değişikliklere yol açabiliyor.
Alıntı: "Bir patlama
sırasında, hızlı bir basınç dalgası havayı yarar; asıl soru, bu dalga
beyin dokusuyla karşılaştığında ne olacağıdır. Parker, birçok kişinin
patlama kaynaklı TBI'nin, 'beyin hücrelerinde küçük delikler açarak beyne
zarar verdiğini ve bu hücrelerin ölmesine neden olduğunu' varsaydığını
söylüyor. Parker'ın farklı bir teorisi vardı: Patlamanın mekanik
kuvvetleri, hücre yüzeyindeki integrin adı verilen proteinler tarafından
başlatılan, hücreler içinde kimyasal bir sarsıntıya neden olabilir."
Aşağıda, Courtney Humphries'in Harvard Magazine'in Mayıs/Haziran 2012
sayılarının 36-41. sayfalarında yayınlanan makalesine bağlantı
bulunmaktadır. (l)
-- Demans Hastalarında Antipsikotik Beyin Hasarı (Özellikle Lewy Cisimcikli Demans (LLB /DLB "Dementia with Lewy bodies")... Demans teşhisi konan kişiler, nöroleptiklere (antipsikotikler olarak da bilinir) karşı özellikle hassastır. Bir bakıma, bu kişiler "maden ocağındaki kanarya" gibidir, çünkü antipsikotikler, nöroleptik malign sendrom (ölümcül olabilir) dahil olmak üzere hızlı ve önemli beyin değişikliklerine neden olabilir. Özellikle aşırı duyarlı olanlar, beyinde "Lewy Cisimcikleri" adı verilen bir yapının bulunduğu (beynin mikroskobik incelemesinde görülebilen) çeşitli demans türlerine sahip olan kişilerdir. Bir milyondan fazla Amerikalıda Lewy Cisimcikli Demans veya kısaca LLB vardır. İşte nöroleptiklerin ve demansın tehlikelerini açıkça açıklayan bir Birleşik Krallık Genel Pratik Not Defteri. Bu tehlikeler herkes için geçerli olabilir, ancak özellikle LLB'si olan kişilerde belirgindir. (m)
-- Antipsikotik ilaç kullananlarda beyin küçülmesi görülüyor... Saygın Los Angeles Times gazetesi, 'nöroleptik psikiyatrik ilaçların (aynı zamanda 'antipsikotik' olarak da bilinir) beyinde küçülmeye yol açabileceğini' gösteren bilimsel bir çalışma hakkında bir makale yayınladı. (n)" (40)
"Nöroleptik İlaç Tedavisiyle İlişkili Beyin Hasarı
Bunlar, 'nöroleptik psikiyatrik ilaçların (antipsikotik olarak da bilinir) kullanımının beyinde önemli yapısal hasara yol açabileceğini' belirten çok sayıda ana akım tıbbi makaleden birkaçıdır. Aşağıdaki alıntılar, merhum psikiyatrist Dr. Loren Mosher tarafından çeşitli kaynaklardan derlenmiştir. Bu alıntılar hakkında daha fazla bilgi için buraya tıklayın. (a)
- Ballesteros J, Gonzales-Pinto A ve Bulbena A. "Psikiyatrik hastalarda daha yüksek mortalite ile ilişkili tardif diskinezi: Yedi bağımsız çalışmanın meta-analizinin sonuçları." J Clin Psychopharmacology, 20:2, 188-194, 2000.
- E Christensen. "Diskinezili 28 hastanın beyninde nöropatolojik incelemeler." Acta Psychiatrica Scandinavica, 46,14-23, 1970. (TD hastalarında bazal gangliyonlarda yapısal anormallikler, genişlemiş ventriküller ve sulkal işaretler bulunur.)
- OO Famuyiva. "Tardif diskinezi ve demans." British Journal of Psychiatry, 135, 500-504, 1979. (Bilişsel bozuklukla ilişkili TD.)
- JT Wegner. "Tardif diskinezide bilişsel bozukluk." Psikiyatri Araştırması, 16, 331-337. 1985. (Bilişsel bozuklukla ilişkili TD.)
- James Wade. "Tardif Diskinezi ve Bilişsel Bozukluk." Biyolojik Psikiyatri, 22, 393-395, 1987. (TD ile bilişsel bozukluk arasındaki ilişki. "İlişki doğrusal görünüyor: Bozukluğun şiddetli formlarına sahip bireyler, bilişsel olarak en fazla bozukluğa sahip olanlar.")
- JL Waddington. "Şizofrenide bilişsel işlev bozukluğu, negatif semptomlar ve tardif diskinezi." Genel Psikiyatri Arşivleri, 44, 907-912, 1987. (TD, bilişsel bozulma ve negatif semptomların kötüleşmesiyle ilişkilidir.)
- Waddington J ve ark., "Şizofrenide mortalite: 10 yıllık prospektif bir çalışma boyunca antipsikotik polifarmasi ve ek antikolinerjiklerin yokluğu", Br J Psych, 1998, 173; 325-329. (Bu çalışma, şizofreni hastalarının daha kısa yaşam beklentisine sahip olmasının bir nedeninin nöroleptik ilaç tedavisi olduğunu bulmuştur.)
- JB Wade. "Tardif diskinezi ile ilişkili bilişsel değişiklikler." Nöropsikiyatri, Nöropsikoloji ve Davranışsal Nöroloji. 1, 217-227. 1989. (TD, bilişsel bozuklukla ilişkilidir. Araştırmacılar şu sonuca varmıştır: "TD hem motor hem de bunama bozukluğunu temsil edebilir.")
- R. Yassa. "Tardif diskinezide işlevsel bozukluk: tıbbi ve psikososyal boyutlar." Acta Psychiatr Scand 80, 64-67. 1989. (TD, yürüyüş, konuşma güçlükleri ve psikososyal bozuklukla ilişkilidir.)
- Michael S. Myslobodsky. "Tardif Diskinezi'de (Tardif Dismenti) Dikkat ve Duygudurum Bozukluğunun Merkezi Belirleyicileri." Beyin ve Biliş, 23, 88-101. 1993. (TD hastaları "bilinç yol haritalarının" motor kısmını kaybederler. TD, "larval demansı" temsil edebilir.)
- Herbert Spohn. "Kronik şizofreni hastalarında tardif diskinezi ve nöroleptiklerin dikkat/bilgi işleme bozukluğuna etkisi." Brain and Cognition 23, 28-39, 1993. (TD, bilişsel bozukluğu şiddetlendirir.)
- Jacinthe Baribeau. "Tardif diskinezi ve ilişkili bilişsel bozukluklar: yakınsak nöropsikolojik ve nörofizyolojik bir yaklaşım." Brain and Cognition 23, 40-55, 1993. (TD, bilişsel işlev bozukluğuyla ilişkilidir.)
- John Waddington. "Şizofrenide bilişsel işlev bozukluğu: Organik kırılganlık faktörü mü yoksa tardif diskinezi için durum belirteci mi?" Brain and Cognition 23, 56-70, 1993. (1979-1991 yılları arasında TD'li hastaların öğrenme, hafıza, bilişsel işlev, entelektüel işlev, görsel hatırlama, yönelim gibi çeşitli ölçütlerde bilişsel olarak bozulmuş olduğu sonucuna varan 22 çalışmayı incelemektedir. vb.)
- James Wade. "Tardif diskinezinin şiddetiyle ilişkili faktörler." Beyin ve Biliş 23, 71-80, 1993. (Bir araştırma incelemesi, "TD ile ilişkili biyokimyasal ve nöropatolojik değişikliklerin, benzer değişikliklerin Hungtington hastalığı ve/veya Parkinson ile ilişkili olduğunu gösterdiğini" göstermektedir. Kendi araştırmalarında ise, "sözel olmayan işlevlerde bozulma ile karakterize kortikal işlev bozukluğu, TD şiddetiyle ilişkilidir.")
- Emmanuelle Pourcher. "Tardif diskinezisi olan genç şizofreni hastalarında organik beyin disfonksiyonu ve bilişsel eksiklikler." Brain and Cognition 23, 81-87, 1993. (Bu, 40 yaşın altındaki hastalar üzerinde yapılan bir çalışmadır. TD'nin serebral disfonksiyonla ilişkili olduğunu ve bunun da nöroleptik ilaçlara maruz kalmayla ilişkili olduğunu bulmuşlardır.)
- Thomas Gualtieri. "Tardif akatizi sorunu." Brain and Cognition 23, 102-109, 1993. (Tardif akatizinin, Parkinson, Huntington ve Wilson gibi bazal ganglionların bir hastalığı olarak düşünülebileceğini belirtmektedir. MR çalışmaları, TD hastalarında, özellikle kaudat çekirdekte bazal ganglion lezyonları göstermiştir. Bazal ganglion hastalıklarının tümü davranışsal dengesizliğe ve zihinsel bozukluğa (hatta psikoz ve demansa) neden olur.)
- Miranda Chakos. "İlk Epizod Şizofreni Hastalarında Antipsikotik İlaç Kullanımının Kaudat Çekirdek Hacimlerinde Artış." Am Jour Psych 151, 1430-1435. 1994. (Nöroleptikler, ilk epizod şizofreni hastalarında tedavinin ilk 18 ayında kaudat hacimlerini %5,7 oranında artırır. Daha yüksek dozlar, kaudat hacimlerinde daha büyük artışla ilişkilidir.)
- J.S. Paulsen. "Tardif diskinezide nöropsikolojik bozukluk." Neurospsychology 8, 227-241. 1994. (TD'li ve TD'siz şizofreni hastalarında bilişsel işlevi karşılaştıran 31 çalışmanın gözden geçirilmesi. 24 çalışmada, TD hastalarının daha kötü performans gösterdiği bulunmuştur. TD ne kadar şiddetliyse, bilişsel işlevdeki bozulma da o kadar büyük olur. "TD, hem motor hem de bilişsel kontrolü etkileyen bir beyin fonksiyonu değişikliğini içerir" sonucuna varmışlardır.)
- P. Sachdev. "Negatif semptomlar, bilişsel işlev bozukluğu, tardif akatizi ve tardif diskinezi." Acta Psychiatr Scand. 93, 451-459. 1996. (Hem tardif akatizi hem de tardif diskinezi daha fazla bilişsel eksiklik ve negatif semptomlarla ilişkilidir. Bu ilişki, TD'den ziyade TA ile daha güçlüdür. Bunun anlamı, TA ve TD'de görülen hareket bozukluklarının "motor ve bilişsel özellikleri içeren karmaşık sendromların yalnızca bir özelliği olduğudur. Nöropsikolojik eksikliklerin ve hatta subkortikal demansın görüldüğü Parkinson ve Huntington hastalığı gibi diğer hareket bozukluklarıyla bir karşılaştırma yapılmalıdır.")
- John Waddington. "Kronik şizofrenide bilişsel işlev bozukluğunun 10 yıl boyunca prospektif olarak izlenmesi ve tardif diskinezinin ortaya çıkışıyla uzunlamasına ilişkisi." Psychological Medicine, 26, 681-688. 1996. (Bilişsel işlevlerde ilerleyici bozulma, şizofreni hastalığının kronik evresinin geç dönemlerinde bile görülür. Bu bozulma öncelikle TD'nin ortaya çıkışından kaynaklanır. Bilişsel işlevlerde belirgin bozulmanın, hareket bozukluğunun ortaya çıkışıyla aynı anda meydana geldiğini bulmuşlardır.)
- Rupert McShane. "Nöroleptik İlaçlar Demansta Bilişsel Gerilemeyi Hızlandırır mı? Otopsi Takibiyle Prospektif Çalışma." British Medical Journal, 314, 266-270. 1997. (Nöroleptik kullanan demans hastalarında bilişsel işlevlerdeki gerileme, ilaç kullanmayan hastalara göre iki kat daha fazladır.)
- Raquel Gur ve ark. "Şizofreni Hastalarında Nöroleptik Tedavi Görmemiş ve Tedavi Görmüş Hastalarda Subkortikal MRI Hacimleri." Amerikan Psikiyatri Dergisi, 155, 1711-1717. 1998. (İlaçlar, "reseptör blokajına yapısal adaptasyon" olduğu düşünülen kaudat, putamen ve talamusta hipertrofiye neden olur. İlaç kaynaklı hipertrofi ayrıca "hem negatif hem de pozitif semptomların daha şiddetli olmasıyla hafif ilişkilidir.")
- Raquel Gur ve ark. "Şizofrenide manyetik rezonans görüntüleme çalışmasının takibi." Genel Psikiyatri Arşivleri, 55, 145-151, 1998. (Nöroleptik kullanımı, frontal ve temporal lobların hacim azalması (veya atrofisi) ile ilişkilidir. Beyin bu şekilde atrofiye uğradığından, sanrılar ve düşünce bozukluklarında iyileşme olduğu söylenmektedir (beyne zarar veren prensip). Hacimdeki azalma oranının daha yüksek olması, daha yüksek dozla ilişkilidir. Aynı zamanda, hacimdeki azalma bazı nörodavranışsal işlevlerde gerileme ile ilişkilidir.)
- Al Madsen. "Psikiyatrik hastalıklarda ilerleyici yapısal beyin anormalliklerinde nöroleptikler." The Lancet, 352, 784-785. 5 Eylül 1998. (Nöroleptik kullanımı, serebral korteks atrofisi ile ilişkilidir. Atrofi riski, her 10 gram ek nöroleptik ilaç için %6,4 oranında artmaktadır.)
- G. Tsai. "Geç diskinezi ile ilişkili glutamerjik nörotransmisyon ve oksidatif stres belirteçleri." Amerikan Psikiyatri Dergisi, 155, 1207-1213. 1998. (Bu çalışma, nöroleptiklerin oksidatif stres sonucu nöronal hasara neden olduğunu ve bunun TD'ye yol açan dejeneratif süreç olduğunu ileri sürmektedir.)"
Sonuç: Akıl hastalıklarında nedensel öneme sahip olduğu düşünülen beyin anormallikleri büyük olasılıkla nöroleptik ilaç tedavisinin bir sonucudur." (43)
"Araştırmacılar, Psikiyatrik İlaçların Kalıcı Biyolojik Değişikliklere, Duyguları Körleştirmeye ve İyileşmeyi Engellemeye Neden Olabileceğini Söyledi
Psikotropik ilaç kullanımı, duyguları körelten ve içine kapanık, "iyileşmesi mümkün olmayan hastalar"a yol açan "beynin yapısal olarak yeniden şekillenmesine" neden olabilir. Yeni bir araştırma makalesi, ironik bir şekilde 'zihinsel semptomları uzatan ve çözümlerini engelleyen' psikotrop ilaçların neden olduğu nörobiyolojik değişiklikleri inceliyor ve bu 'olumsuz etkilerin zamanla kalıcı hale gelebileceği' konusunda uyarıyor.
"Psikotrop ilaçlar, beyinde 'yapısal yeniden yapılanmaya' yol açarak 'duyguları ve zihinsel işlevlerin diğer yönlerini' olumsuz etkileyebilir ve geri döndürülemez hale gelebilir."
Bağımlılık Bozuklukları ve Ruh Sağlığı Dergisi'nde (Journal of Addictive Disorders and Mental Health) yazan Dr. Jose Luis Turabian, tıp literatürünü inceliyor ve psikotrop ilaçların "beyinde, yapısal yeniden yapılanmaya" yol açabileceği, bunun da 'duyguları ve zihinsel işlevin diğer yönlerini olumsuz etkileyerek geri döndürülemez hale gelebileceği' görüşünü desteklemek için klinik deneyimlerine atıfta bulunuyor.
- "Psikotropik ilaçlar, düşüncelerde, duygularda ve davranışlarda zamanla yapısal /organik ve kalıcı hale gelen işlevsel değişikliklere neden olur" diye yazıyor.
- "Psikotrop ilaçlar duyguların ifadesini engeller, problem çözme sürecini etkiler ve kişiyi pasifleştirir." — Jose Luis Turabian, M.D., Ph.D
- "Psikotrop ilaçlar esas olarak psikolojik süreçleri baskılamak için etki gösterir. Baskılama, yan etki değildir, etkileri için olmazsa olmazdır."
Turabian'a göre 'ilaçlar, insan duygularını köreltiyor ve bilişsel işlevleri bulanıklaştırıyor'; bu da hastaların 'zihinsel semptomlara' yol açan 'altta yatan sorunları' ele almasını zorlaştırıyor. "Psikotropik ilaçlar ,duyguların ifadesini engelliyor, problem çözme sürecini etkiliyor ve kişiyi pasifleştiriyor" diye yazıyor. Psikotropik ilaçların esas olarak psikolojik süreçleri bastırmak için etki ettiğini ve "bastırmanın etkilerinin bir yan etki değil, olmazsa olmaz olduğunu" açıklıyor.
- "Nöroleptikler [antipsikotik ilaçlar], motivasyonu ve hayal gücünü baskılar ve vücut şekli ve hareketinin düzenlenmesine müdahale eder; benzodiazepinler, davranış kontrolünü ve ayrımcılığı baskılar; SSRI'lar (seçici serotonin geri alım inhibitörleri -SSRI antidepresanlar), erotik [cinsel] çekirdeği baskılar" diyor.
İlaçların sürekli kullanımıyla hastalarda 'kalıcı hasar' riski artar ve 'uzun süreli kullanımın yeterince araştırılmadığını' belirtiyor. "Genel olarak, yetişkinlerde 'semptomları tedavi etmek' için kullanılan psikotrop ilaçların 'uzun vadeli etkileri' hakkında iyi bir literatür yok" diye yazıyor.
- "Psikotrop ilaçların sürekli kullanımıyla hastalar 'pasif' hale gelir ve içinde bulundukları durumun 'nedenlerini ve sonuçlarını' anlayıp yüzleşemez hale gelirler."
Sürekli psikotrop ilaç kullanımıyla zaman içinde gözlemlenebilen şey, "durumlarının nedenlerini ve sonuçlarını anlayamayan ve bunlarla yüzleşemeyen pasif hastalar" olduğunu söylüyor. "Onlar iyileşmeleri mümkün olmayan hastalar. "
Yaşam boyu süren bu 'olumsuz etki riski' göz önüne alındığında, psikiyatrik ilaçların hastalara çok az faydası olabilir veya hiç olmayabilir. Turabian, klinik araştırmalara ilişkin meta-analizlerin, "psikotropik ilaçların plasebolara kıyasla yalnızca marjinal düzeyde etkili olduğunu" ve bunun da ancak - "görünürdeki etkinliklerini artıran derin bir yayın yanlılığı" göz ardı edildiğinde - mümkün olduğunu gösterdiğini belirtiyor. Yayın yanlılığı, 'klinik araştırmaların olumsuz sonuçları yayınlanmadığında' ortaya çıkar.
Diğer araştırmalar da, psikiyatrik ilaçların vücut üzerindeki olumsuz etkilerinin, - yeni nesil SSRI antidepresanlarda olduğu gibi, - olası faydalarından daha ağır basabileceğini ortaya koymuştur. Bu antidepresanların nasıl çalıştığı bilinmemektedir. Bildiğimiz şey, bu ilaçların vücudun 'normal biyokimyasını' tam olarak anlaşılamayan şekillerde bozduğudur.
Psikoloji profesörü ve evrimsel biyolog olan Dr. Paul W. Andrews liderliğindeki bir araştırma ekibi, 'SSRI antidepresanlarının insan vücudu üzerindeki genel fiziksel etkisini belirlemek' için önceki çalışmaları analiz etti.
SSRI antidepresanlar, insan vücudunun evrimsel adaptasyonları sırasında 'duyguyu, gelişimi, sinir hücrelerini, pıhtılaşma sürecini, dikkati, elektrolit dengesini ve üremeyi' düzenleyen bir nörotransmitter olan serotonini hedef alır.
Psikolojide Sınırlar (Frontiers in Psychology) dergisinde yayınlanan araştırmacıların bulguları açıktı: "İncelememiz, antidepresanların genellikle serotonin tarafından düzenlenen bir dizi adaptif süreci bozarak, faydadan çok zarar verdiği sonucunu destekliyor."
"Antidepresan ilaçların hem güvenli hem de etkili olduğuna yaygın olarak inanılıyor; ancak bu inanç, yeterli bilimsel doğrulama olmadan oluşmuştur." diye yazdılar. "Mevcut kanıtların ağırlığı, antidepresanların genel olarak ne güvenli ne de etkili olduğunu; faydadan çok zarar verdiklerini gösteriyor."
Psikiyatrist Dr. Peter Breggin, antidepresanları nörotoksik olarak tanımlıyor çünkü bunlar beynin işlevlerine zarar veriyor ve onları bozuyor, 'anksiyete, sinirlilik, düşmanlık, saldırganlık, muhakeme yeteneğinin kaybı, dürtüsellik ve mani' gibi anormal düşünce ve davranışlara yol açıyor ve bu da şiddete ve intiharlara yol açabiliyor.
Antidepresanlar aynı zamanda 'hayattan alınan keyfi' de yok edebilir. Breggin, "Uzun vadede, neredeyse tüm psikiyatrik ilaçlar gibi antidepresanlar da ilgisizliğe, kayıtsızlığa ve ilgisizliğe yol açar" diye yazıyor. "Duygusal yaşam körelir ve ilişkilerde empati ve sevgi eksikliği yaşanır."
UYARI: Bir psikiyatrik ilacı bırakmak veya dozunu değiştirmek isteyen herkesin, potansiyel olarak tehlikeli yoksunluk belirtileri nedeniyle bunu yalnızca bir doktor gözetiminde yapması önerilir. İnsan Hakları Yurttaş Komisyonu, tüketicileri psikiyatrik ilaçların ciddi yan etkileri konusunda bilinçlendirmeye devam ediyor, böylece ilaçlara başlamadan veya bırakmadan önce tamamen bilinçli kararlar verebiliyorlar. CCHR ayrıca, hükümetin akıl sağlığı ve ilaç kurumlarına bu riskler hakkında daha fazla uyarıda bulunmaları için baskı yapmaya devam ediyor.
CCHR, 1969 yılında Scientology Kilisesi üyeleri ve birçok akademisyen tarafından modern psikiyatrinin en yetkili eleştirmeni olarak kabul edilen merhum psikiyatrist ve hümanist Dr. Thomas Szasz tarafından, 'istismarları ortadan kaldırmak ve akıl sağlığı alanında insan haklarını ve onurunu geri kazandırmak' amacıyla kurulmuştur. O zamandan beri CCHR, akıl sağlığı hastalarını koruyan '180'den fazla yasanın çıkarılmasına' yardımcı olmuştur. Washington, DC'deki CCHR Ulusal İşler Ofisi, eyalet ve federal düzeyde akıl sağlığı haklarını savunmaktadır. Dünya çapında 441 büyük şehri gezen ve 800.000'den fazla kişiye günümüze kadar 'istismarcı psikiyatri uygulamalarının' tarihi hakkında eğitim veren CCHR gezici sergisi, Washington, DC'de Kongre Siyahi Meclisi Vakfı Yıllık Yasama Meclisi'nde ve diğer yerlerde sergilenmiştir." -Anne Goedeke, Vatandaş İnsan Hakları Komisyonu (Citizens Commission on Human Rights, "CCHR"), Ulusal İşler Ofisi, +1 202-349-9267, -CCHR: Psikiyatrik İlaçların Yan Etkileri.." -CCHR, einnews (46)
"Tıbbi Çalışma Doğruluyor: "Antipsikotik" Psikiyatrik İlaçlar Beyin Dokusunu Küçültüyor
"Beyin Küçülmesi Sizin İçin İyi mi?" - Bilimsel bir çalışmayla ilgili yakın tarihli bir haber makalesine (Bloomberg, 7 Şubat 2011) göre, bazılarımızın uzun süredir söylediği şu gerçeği inkar etmek artık çok daha zor olacak:
Antipsikotik ilaçlar sıklıkla beyinde küçülmeye neden olur... Genel Psikiyatri Arşivleri'nde (2/11) yer alan çalışma, yedi yıl boyunca "süre ve yoğunluk da dahil olmak üzere daha fazla antipsikotik ilaç tedavisinin beyin hacminde daha büyük düşüşlerle bağlantılı olduğunu" ortaya koydu. Hastalığın şiddeti, alkol ve yasadışı uyuşturucu kullanımının hiçbir etkisi olmadı.
Bu bariz kanıtlara rağmen, baş araştırmacı, 'araştırma fonlarının çoğunun nereden geldiğini' bildiği için ilaçları eleştiriyormuş gibi görünmek istemedi ve herkesi bunun "kötü" olduğu "sonucuna hemen varmamaları" konusunda uyardı. Araştırmacılar, "şizofreni'nin beyni küçülttüğünü" gösteren kanıtlar bulduklarında, bunun kötü olmayabileceğini nedense hiç düşünmezler. Ancak burada, "hastalığın" şiddetinin küçülmeye neden olmadığını, ilaçların ise 'küçülmeye neden olduğunu' buldular.
Yine de bunun kötü olduğu sonucuna hemen varmamalıyız. İlaç satıcılarının birkaç hafta sonra bu konuda ne söyleyeceklerini neredeyse tahmin edebiliyorum: "Aslında, artık ilaçların sadece beynin dengesiz kısmını küçülttüğünü, dolayısıyla genel sonucun iyi olduğunu düşünüyoruz!"
Umarım bu haber, ilaç dışı alternatif yaklaşımlar için çok daha fazla baskı yaratır. Ve bu ilaçlara bağımlı olan kişilerin, 'iyi bir destekle, güvenli yollarla ve dikkatlice' aşamalı olarak bırakmayı denemelerine yardımcı olacak programlar.
Ayrıca bunun günümüzde neredeyse her şey için antipsikotiklerin reçete edilme şeklini nasıl etkileyeceğini de merak ediyorum: depresyon, anksiyete, travma sonrası stres bozukluğu, uykusuzluk, yaramazlık yapan çocuklar. Belki bazı insanlar fikrini değiştirir?
-"MindFreedom International, nöroleptik (antipsikotik) psikiyatrik ilaçların neden olduğu beyin hasarı (beyin büzülmesi ve kalıcı istemsiz kas hareketleri dahil) hakkında tıp literatüründeki birçok çalışmadan bazılarını içeren bir klasör tutmaktadır. Klasörü aşağıdaki "İlgili İçerik" bağlantısından inceleyebilirsiniz." (41)
"Nöroleptikler maymunlarda beyinleri küçültüyor
Bu çalışmada, hem eski bir nöroleptik (Haldol veya "haloperidol") hem de yeni bir atipik nöroleptik (Zyprexa veya "olanzapin"), maymunların 'beyinlerinin üst seviye kısımlarında, önemli bir küçülmeye' neden olmuştur. Kaynak: Neuropsychopharmacology 9 Mart 2005
Haldol ve Olanzapin Maymunlarda Beyin Küçülmesine Neden Oluyor... Altı makak maymunundan oluşan üç grup, 17-27 aylık bir süre boyunca oral haloperidol, olanzapin veya sham'a maruz bırakıldı. İlaçla tedavi edilen her iki grupta da, sham'a kıyasla ortalama taze beyin ağırlıklarında ve sol serebrum taze ağırlık ve hacimlerinde %8-11'lik bir azalma görüldü. Farklılıklar tüm ana beyin bölgelerinde (frontal, parietal, temporal, oksipital ve serebellum) gözlendi, ancak hem gri hem de beyaz cevherde frontal ve parietal bölgelerde artış görüldü. İlaçla tedavi edilen maymunlarda sham'a kıyasla daha fazla olan benzer bir hacim küçülmesi görüldü.
(Not: Başlangıçta burada bildirildiği gibi, çalışma "doku fiksasyonunun" neden olduğu hacim değişikliklerini inceledi, ancak bu ikincil odak noktası, 'ilaca bağlı beyin değişiklikleriyle' ilgili bu endişeyle ilgili değildir. )
Tıbbi çalışma kaynağı: Antipsikotik İlaçlara Kronik Maruziyetin Doku Fiksasyonu Öncesi ve Sonrası Beyin Boyutu Üzerindeki Etkisi: Makak Maymunlarında Haloperidol ve Olanzapin Karşılaştırması (a)" (42)
"Bilimsel makale: Nöroleptik (antipsikotik) ilaçlar hücre ölümüne neden olabilir.
Bu tıbbi araştırma, nöroleptiklerin (antipsikotikler olarak da bilinir) 'sadece beyni küçültmekle kalmayıp aynı zamanda hücre ölümüne de neden olabileceğini' ortaya koymuştur.
- Makak Maymunlarının Parietal Korteksindeki Hücre Sayıları Üzerine Kronik Antipsikotik İlaç Maruziyetinin Etkisi .. Hem canlı hem de ölüm sonrası araştırmalar, şizofreni hastalarında tüm beynin ve belirli beyin bölgelerinin hacimlerinin daha küçük olduğunu göstermiştir. Bu hacimlerin ne ölçüde hastalıktan veya antipsikotik ilaç tedavisinin etkilerinden kaynaklandığı belirsizdir. Gerçekten de, yakın zamanda makak maymunlarının şizofreni hastalarında terapötik aralıkta plazma seviyeleri üreten dozlarda haloperidol veya olanzapine kronik maruziyetinin, sol parietal lobda %11,8-15,2 oranında daha küçük gri madde hacmi de dahil olmak üzere, toplam beyin ağırlığı ve hacminde önemli ölçüde azalma ile ilişkili olduğunu bildirmiştik.
Sonuç olarak, bu çalışmada bu daha küçük hacimlerin gri cevheri oluşturan hücresel elementlerin daha düşük sayılarıyla ilişkili olup olmadığını belirlemeyi amaçladık. Nissl boyalı kesitlerde nokta sayımı ve Cavalieri prensibinin kullanımı, antipsikotik ilaçlara maruz bırakılan maymunların sol parietal lobunda %14,6 daha küçük bir gri cevher hacmini doğruladı. Gri cevherdeki her hücre tipinin sayısını tahmin etmek için optik fraksiyonlama yönteminin kullanılması, glial hücre sayısında %14,2'lik önemli bir düşüş ve buna bağlı olarak %10,2'lik daha yüksek bir nöron yoğunluğunu ortaya koydu. Nöron ve endotel hücre sayıları gruplar arasında farklılık göstermedi. Antipsikotik ilaçlara maruz kalan maymunlarda toplam nöron sayısında bir fark olmaksızın daha küçük gri madde hacmi, daha düşük glial hücre sayısı ve daha yüksek nöron yoğunluğu bulguları, ölüm sonrası şizofreni çalışmalarının sonuçlarıyla paralellik göstermekte ve şizofreni hastalarında görülen bu tür gözlemlerin en azından kısmen antipsikotik ilaç etkilerinden kaynaklanabileceği olasılığını gündeme getirmektedir." (a)" (44)
"Antipsikotikler ve İlerleyici Beyin İşlev Bozukluğu
Beyinde üç ana dopaminerjik yol vardır. Biri, motor hareketlerin başlatılmasını kontrol eden bazal gangliyonları içerir. İkincisi, dünyaya karşı duygusal tepkiler vermemize yardımcı olan beyin bölgesi olan limbik sistemi içerir. Üçüncüsü, beynin öz bilincin ortaya çıktığı kısmı olan frontal loblardadır.
Antipsikotikler, bu üç yol boyunca dopamin reseptörlerini bloke ederek çalışır ve uzun vadede bu yollar giderek daha işlevsiz (dysfunctional) hale gelir (en azından hastaların yüksek bir yüzdesinde).
-Bazal gangliyonlardaki işlev bozukluğu (dysfunction) tardif diskineziye yol açar.
-Limbik sistem ve frontal loblardaki işlev bozukluğu (dysfunction) tardif psikoza ve tardif demansa yol açar.
Eski standart nöroleptiklerle, tedavinin ilk yılı içinde hastaların yüzde beşinde tardif diskinezi ortaya çıktığı ve - bu durumdan etkilenenlerin oranının - her bir yıllık maruziyetle yüzde beş daha arttığı bulunmuştur.
Zyprexa ve Risperidon gibi yeni atipik ilaçlar daha az tardif risk oluşturabilir, ancak bu henüz tam olarak netleşmemiştir. Araştırmacılar tardif diskineziyi "'Huntington hastalığı, distoni musculorum deformans ve postensefalitik beyin hasarı (brain damage)' gibi bilinen nörolojik hastalıklarla" karşılaştırmışlardır. Bu ilaca bağlı beyin işlev bozukluğunu (brain dysfunction) belgeleyen birkaç çalışma aşağıdadır.
1. Majör Nöroleptiklerle Tedavi Edilen Hastalarda Tardif Diskinezi (Tardive Dyskinesia in Patients Treated with Major Neuroleptics) - Crane, G. American Journal of Psychiatry 124, supplement (1968):40-47 (a)
2. 20. Yılında Klinik Psikofarmakoloji (Clinical Psychopharmacology in its 20th Year) - Crane, G. Science181 (1973):124-128 (b)
3. Tardif diskinezide fonksiyonel bozukluk. (Functional Impairment in tardive dyskinesia) - Yassa, R. Acta Psychiatrica Scandinavica80 (1989): 64-67 (c)
4. Tardif diskinezide dikkat ve duygudurum bozukluğunun merkezi belirleyicileri (Central Determinants of Attention and Mood Disorder in Tardive Dyskinesia) - Myslobodsky, M. Brain and Cognition 23 (1993):88-101 (d)
5. Şizofrenide Bilişsel İşlev Bozukluğu. (Cognitive Dysfunction in Schizophrenia) - Waddington, J. Brain and Cognition 23 (1993):56-70 (e)
6. Atipik ve Tipik Antipsikotiklerin TardiveDiskinezi Üzerindeki Etkisi (The Effect of Atypical versus Typical Antipsychotics on TardiveDyskinesia) - De Leon, J. Eur. Arch. Psychiatry Clinical Neurosciences 257 (2007):169-172 (f)
"Atipiklerdeki hastaların yüzde yirmisi, 'beş yıldan daha kısa bir süre içinde' geç diskinezi geliştirdi, bu da standart nöroleptiklere benzer bir oran. Şiddetli TD, atipiklerde standart nöroleptiklere göre daha fazla sorun olabilir."
7. Antipsikotik ilaçların nöropatolojik etkileri (The Neuropathologic Effects of Antipsychotic Drugs) - Harrison P. Schizophrenia Research 40 (1999):87-99 (g)
"Antipsikotik ilaçların birçok patolojik etkisini belgeleyen araştırma literatürünün iyi bir incelemesi." (32)
"Psikoz haplarının beyne verdiği hasar ve diğer zararları...
""Kritik Psikiyatri Ders Kitabı, Bölüm 7: Psikoz (Altıncı Kısım) - Editörün Notu: Önümüzdeki birkaç ay içinde Mad in America, Peter Gøtzsche'nin 'Kritik Psikiyatri Ders Kitabı' adlı kitabının tefrika versiyonunu yayınlayacak. Bu blog yazısında, 'psikoz haplarının beyne verdiği zararı ve bunun tardif diskinezi gibi birçok klinik soruna' nasıl yol açtığını ele alıyor. Her Pazartesi, kitabın yeni bir bölümü yayınlanıyor ve tüm bölümler burada arşivleniyor."
Geri döndürülemez beyin hasarı (Irreversible brain damage) ve diğer ciddi zararlar...
Ders kitapları, 'geri döndürülemez beyin hasarı' hakkında çelişkili bilgiler veriyordu ve bunlardan biri, bunu son derece kafa karıştırıcı bir şekilde açıklamaya çalışıyordu. Psikoz haplarının muhtemelen 'birçok hastada beyin dokusu kaybını önlediği, ancak bazılarında zararlı bir etkisinin göz ardı edilemeyeceği' belirtiliyordu. "Psikoz haplarının beyin hasarını önleyebileceği belgelenmemiştir ve kanıta dayalı tıp, spekülasyonlarla değil, ortalama olarak 'ne kadar etkili olduklarıyla' ilgilidir." Psikoz haplarının, 'sinir hücrelerini o kadar etkili bir şekilde öldürdüğünü ve beyin tümörlerine karşı olası kullanımlarının araştırıldığını' hatırlamak düşündürücüdür.
Bu yazarlar, 'beyin küçülmesinin (brain shrinkage), psikoz haplarının dozuyla' ilişkili olduğunu, ancak aynı zamanda en hasta hastaların en yüksek dozları aldığını (endikasyona göre karışıklık) ve bu nedenle bir yargıya varmanın zor olduğunu belirttiler. Daha yeni verilerin, 'nüksetme (/tekrarlama "relapse") ile ilerleyici küçülme (progressive shrinkage) arasında bir ilişki gösterdiğini ve bunun psikozun, toksik olabileceğini gösterdiğini 'eklediler.
Literatürde herhangi bir referans bulunmamakla birlikte, 'nüksetme ile küçülme arasındaki ilişki psikozun toksik olabileceğini' göstermemektedir. İlaçların 'zararlı etkilerinin göz ardı edilemeyeceği' yönündeki kendi argümanlarını kullanarak, küçülmenin 'ilaçlardan kaynaklanmış olabileceğini' öne sürüyorlar.
Başka bir ders kitabı, hayvan deneylerinin 'psikoz ilaçlarının, gri maddeyi azalttığını' gösterdiğini ve bir referans verdiğini belirtiyor. Bunun kısmen insan çalışmalarıyla doğrulandığını, ancak literatürün belirsiz olduğunu da ekliyor. Yazarlardan biri, önde gelen şizofreni araştırmacılarından Merete Nordentoft'tu. Nancy Andreasen'in bilinen çalışmalarından bahsetmemesi ilginç.
Beyin görüntüleme çalışmalarındaki büyük önyargı potansiyeline rağmen (bkz. Bölüm 3), bu tür çalışmalar ve meta-analizler - makalelerinden anlaşıldığı kadarıyla, 'bulgularından hoşlanmayan kişiler' tarafından gerçekleştirilen çalışmalar - 'psikoz haplarının, beyni küçülttüğünü' ikna edici bir şekilde göstermiştir. Bunu doza bağlı bir şekilde yaparlar ve psikozdan muzdarip olmayan primatlarda da beyni küçültürler. Buna karşılık, hastalığın şiddetinin çok az etkisi vardır veya hiç etkisi yoktur.
Psikozun, 'beyne zarar verebileceğine' dair güvenilir bir kanıt yoktur ve büyük bir çalışma bunu iddia etse de, 'tedavinin etkilerini hastalığın olası etkilerinden ayıramamıştır' ve yazarlar da bunu kabul etmiştir. İlk psikoz atağı geçiren hastaları içeren bir çalışma, 'psikoz haplarına 'kısa süreli maruz kalmanın', - hastalığın şiddetiyle hiçbir ilgisi olmaksızın, - beyindeki gri cevherin küçülmesine yol açabileceğini' bulmuştur. Görüntüleme çalışmaları her zaman tartışılabilir, ancak 'psikoz haplarının, ekstrapiramidal zararlarına gelirsek, kalıcı beyin hasarına (permanent brain damage) neden olduklarına' şüphe yoktur.
Bu zararlar, 'akatizi, distoni (ağrılı kas spazmları), Parkinsonizm (titreme, düşünceleri tamamlamada veya konuşmada zorluk, yüz kaslarında sertlik ve yürüme zorluğu) ve tardif diskinezi (ağızda emme veya çiğneme hareketleri, dili dışarı çıkarma, gözleri sık sık kırpma ve ekstremitelerin sürekli hareketleriyle birlikte oturamama veya yatamama gibi yüz hareketleri)' gibi çeşitli istemsiz hareketlerden oluşur. Tardif diskinezi hastalarında ölüm oranları daha yüksektir ve bu zarar doza bağlıdır.
Bir ders kitabı, tardif diskinezinin genellikle geri dönüşümlü olduğunu belirtmiştir. Bu yanlıştır ve 'geri dönüşümsüz hareket bozukluklarından' bahseden başka bir kitap tarafından çürütülmüştür.
"Psikoz haplarının zararları arasında, ders kitaplarında 'distoni, diskinezi, akatizi, Parkinsonizm, malign nöroleptik sendrom, cinsel işlev bozukluğu, erektil disfonksiyon, retrograd ejakülasyon, libido azalması, kardiyometabolik zararlar, kalp ritmi üzerindeki etki, QT uzaması, torsade de pointes, ölümcül ventriküler taşikardi, ortostatik hipotansiyon, sinüs taşikardisi, metabolik sendrom, tip 2 diyabet, kilo alımıyla iştah merkezinin uyarılması, prolaktin artışı, galaktore, jinekomasti, amenore, osteoporoz, muhtemelen meme kanseri, burun darlığı, hafıza ve biliş üzerindeki etki, ağız kuruluğu, kabızlık, idrar retansiyonu ve bulanık görme' yer almaktadır. Ders kitaplarındaki zarar listelerinin çoğunda dikkat çeken bir husus da tardif diskineziydi."
Kötü huylu nöroleptik sendrom geliştirme riski uzun yıllar boyunca büyük ölçüde göz ardı edildi, ancak 20 yıllık bir süre içinde 100.000 Amerikalının bu hastalıktan öldüğü ve doktorlar 'uyarılmış' olsaydı 80.000 kişinin 'hayatta kalabileceği' tahmin ediliyor. Bir ders kitabı, QTc uzamasına karşı uyarıda bulunuyordu, ancak yalnızca hastalar bu tür etkilere sahip başka ilaçlar alıyorsa. Bu tavsiye ölümcüldür.
Bazı kişilerde doğal olarak uzun bir QTc aralığı vardır ve tek ilaç olarak psikoz ilacı ile tedavi edilirlerse aniden ölebilir. Klozapin ve olanzapinin 'obezite, diyabet ve kardiyovasküler hastalık riskini' en yüksek oranda taşıdığı söyleniyor; bu da bu ilaçların neden bu kadar popüler olduğunu anlamayı zorlaştırıyor.
Başka bir ders kitabında, meta-analizlerin metabolik zarar riskinin en yüksek klozapin ve olanzapinde görüldüğünü ve olanzapin kullanan hastaların diğer ilaçlar kullananlara göre daha fazla kilo aldığını gösterdiği belirtiliyor.
Sadece bir ders kitabı, ciddi zararlar hakkında dürüstçe bilgi vermiştir. Ekstrapiramidal zararların doza bağlı olduğunu ve tardif diskinezinin ciddi bir zarar olduğunu, geri döndürülemez olabileceğini ve birinci nesil ilaçlarla yılda yaklaşık %5 oranında görülme sıklığına sahip olduğunu, ancak ikinci nesil ilaçlarla da görülebileceğini belirtmiştir.
Akatizinin, şiddetli vakalarda intihar riskini artırabileceği ve psikotik duruma bağlı olarak psikomotor ajitasyonla karıştırılabileceği, doz artışına yol açarak durumu kötüleştirebileceği belirtilmiştir. Akatizinin, birinci nesil ilaçlar kullanan hastaların %25'inde, ikinci nesil ilaçlar kullanan hastaların ise daha az bir kısmında görüldüğü belirtilmiştir.
Bu kitap bile sorunları anlamsal olarak küçümsemekten kendini alamadı. Akatizi intihar riskini artırmaz, aksine riskin artmasına neden olur. İntiharların gerçekleşmesi için nedensel zincirde başka hiçbir faktöre ihtiyaç yoktur. İki kitap da tehlikeli derecede sahtekârdı.
Birinci nesil ilaçların, tardif diskinezi durumunda geri döndürülemez olabilen ekstrapiramidal hasarlara neden olduğunu ve bu hasarların ikinci nesil ilaçlar kullanılarak önlenebileceğini iddia ettiler. Daha önce de belirtildiği gibi, bu 'pazarlama mesajı' yanlıştır; yeni ilaçlar bu açıdan daha iyi değildir. Ayrıca, yazarlar 'akatizi hastalarının bazılarının intiharı düşündüğünü' belirtirken, bunun ikinci nesil ilaçlar için de geçerli olduğunu söylemediler. Akatiziden bahseden üçüncü bir kitap, bunun intihar ve şiddet riskini artıran tehlikeli bir zarar olduğunu belirtmemiştir.
Akatizi ve tardif diskinezisi olan çocuk ve yetişkinlerin videoları, bu beyin hasarlarının ne kadar korkunç olabileceğini gösteriyor. Psikiyatrinin tardif diskineziyi iatrojenik bir hastalık olarak tanıması 20 yıl sürdü; oysa bu, psikoz haplarının en kötü zararlarından biri ve aynı zamanda en yaygın olanlarından biri olup, her yıl hastaların yaklaşık %4-5'ini etkiliyor. 1984 yılında, FDA'dan Poul Leber verileri genelleştirerek, 'tüm hastalarda yaşam boyu tardif diskinezi gelişebileceği' sonucuna vardı. Üç yıl sonra, Amerikan Psikiyatri Birliği başkanı bir Oprah Winfrey programında 'tardif diskinezinin ciddi veya sık görülen bir sorun olmadığını' söyledi.
Nörologlar, tardif diskineziyi tespit etmede psikiyatristlerden çok daha iyidir ve aynı durum araştırmacılar için de geçerlidir. Akut psikoz nedeniyle ardışık olarak hastaneye yatırılan ve 48'i en az bir hafta psikoz ilaçları ile tedavi edilen 58 hasta arasında, araştırmacılar '10 hastada tardif diskinezi' tespit etmiş, ancak psikiyatristler bu tanıyı yalnızca birine koymuştur. Akatizi tanısı da, özellikle semptomlar yüz yerine ekstremiteleri etkilediğinde, sıklıkla gözden kaçırılmakta veya yanlış yorumlanmaktadır. Aynı çalışmada, araştırmacılar 27 hastada akatizi teşhisi koyarken, klinisyenler yalnızca 7 hastada akatizi teşhisi koymuştur. Şizofreni hastalarından oluşan bir toplum örnekleminde yaygınlık %19'dur.
Akatizi'nin fark edilmemesinin birkaç nedeni vardır. Semptomları 'mani, psikoz, ajite depresyon ve DEHB' gibi diğer psikiyatrik bozuklukların semptomlarına benzer ve sıklıkla bunlarla örtüşür. Ayrıca, akatizi genellikle psikoz ilaçlarının yaygın bir ekstrapiramidal hasarı olan akinezi ile eş zamanlı olarak ortaya çıkar ve akinezi tarafından maskelenir. Bu tür hastalar 'içsel bir huzursuzluk ve hareket etme dürtüsü' hissedebilir, ancak 'karakteristik uzuv hareketleri' göstermezler, içsel bir çalkantı halinde hareketsiz otururlar.
Akatizi, kötüleşen 'anksiyete, psikoz veya ajite depresyonla' karıştırıldığında, klinisyen genellikle 'sorumlu etkenin dozunu artırarak' daha fazla zarara yol açar. Akatiziden daha az bilinen bir durum ise, genellikle bir ilaç veya doz değişikliğinden üç aydan uzun bir süre sonra ortaya çıkan ve gecikmiş bir başlangıç gösteren tardif akatizidir. Genellikle tardif diskinezi ile ilişkilendirilir. Bir gazeteci deneyimini şöyle anlatmıştı: "Ve sonra, [depresyon hapımı] azalttıktan yaklaşık dört ay sonra, titreyerek uyandım ve daha önce hiç yaşamadığım bir yaklaşan felaket hissiyle karşılaştım."
Akinezi (Akinesia) sıklıkla gözden kaçar veya depresyon olarak yanlış teşhis edilir. Bu nedenle, psikoz ilaçları kullanan ve 'motivasyonsuz, depresif, uyuşuk veya yavaşlamış' hale gelen herhangi bir hastanın ayırıcı tanısında akinezinin de göz önünde bulundurulması gerekir. Akinezinin şiddetli formları, hafif vakalara göre daha sık göz ardı edilir; bunun nedeni, ciddi şekilde etkilenen hastaların 'semptomlarından daha az şikayetçi' olmaları olabilir.
Ders kitaplarında tamamen eksik olan şey, psikiyatristlerin hastalarına verdikleri, ilaç kaynaklı olmayan zararlardı. Psikiyatristlerin hastalarına 'şizofreni hastası olduklarını ve bunun ömür boyu süren bir hastalık olduğunu, bazen de psikoz haplarıyla ömür boyu tedavi gerektirdiğini' söyleyerek damgalamaları ve onları 'bu ilaçlarla zorla tedavi ettirmeleri' sonucunda ortaya çıkan umutsuzluktan eser yoktu."
Anlaşılabilir bir şekilde, bu durum intihar riskini önemli ölçüde artırıyor. 2014 yılında Danimarka'da 2.429 intihar vakasını inceleyen bir kayıt çalışması, psikiyatri personeliyle ne kadar yakın temas kurulursa - ki bu genellikle zorla tedavi gerektirir - sonuçların o kadar kötü olduğunu göstermiştir.
Önceki yıl herhangi bir psikiyatrik tedavi görmemiş kişilerle karşılaştırıldığında, yalnızca psikiyatrik ilaç alan kişilerde intihar için düzeltilmiş oran 6, psikiyatrik ayaktan tedavi gören kişilerde psikiyatrik acil servis temaslı kişilerde 28 ve psikiyatri hastanesine yatırılmış kişilerde 44'tür. Hastaneye yatırılan hastaların, diğerlerinden daha hasta oldukları için (endikasyona göre kafa karıştırıcı) elbette intihar riskinin en yüksek olması beklenir, ancak bulgular sağlamdı ve çalışmadaki olası önyargıların çoğu muhafazakardı, yani hiçbir ilişki olmadığı yönündeki sıfır hipotezini destekliyordu.
Eşlik eden bir başyazıda, intiharın hem damgalanma hem de travmayla ilişkili olduğuna dair çok az şüphe olduğu ve psikiyatrik tedavinin doğasında bulunan damgalanma ve travmanın - özellikle istemsizse - intihara yol açmasının tamamen olası olduğu belirtildi. Başyazı yazarları, hastaneye yatış sırasında veya sonrasında intihar eden bazı kişilerin, bunu 'hastaneye yatışa özgü koşullar nedeniyle' yaptıklarına inanıyordu. Bir ders kitabında intihar için 10 risk faktöründen bahsedildi, ancak 'psikiyatri koğuşuna yatış', en büyük risk gibi görünse de bunlar arasında yer almadı.
Lityum ve antiepileptikler...
Ders kitaplarındaki lityum hakkındaki bilgiler genel olarak yanlıştı (bunu 8. Bölüm'de daha ayrıntılı olarak açıklayacağım). Bir kitap, lityumun 'şizoaffektif bozukluklarda profilaktik bir etkiye sahip olduğunu ve saldırganlığı azaltabileceğini' iddia etmiş, ancak hiçbir referans vermemiştir. Ancak, şizofreni için lityumla yapılan 22 denemenin sistematik bir incelemesi, lityumun işe yaradığına dair güvenilir bir kanıt bulamamıştır.
Denemeler 'genellikle küçük çaplıydı, ortalama sadece 35 hastayla yapılmıştı, kısa süreliydi, eksik raporlanmış ve yeterince körlenmemişti' ve 'çift kör olmayan çalışmalar veya yüksek kayıp oranına sahip çalışmalar' hariç tutulduğunda olumlu etki ortadan kalkmıştır.
Nisan 2022'de PubMed'deki başlık alanında lityum şizo* (schizo) araması yaparak aramayı güncelledim ve herhangi bir ek çalışma bulamadım. Psikotik hastalar genellikle antiepileptiklerle tedavi edilir. Gördüğüm kadarıyla, lityum ve antiepileptikler (aşağıda bipolar bozukluk başlığı altında görebilirsiniz) psikoz hastalarında kullanılmamalıdır.
Benzodiazepinler...
Bir ders kitabında, ajitasyonun 'intihar ve personele ve diğer hastalara karşı saldırgan davranış riskini artırdığı' ve bunun psikoaktif maddelerle 'zehirlenme, yoksunluk' veya 'psikiyatrik ilaçların zararlarından' kaynaklanabileceği belirtilmiştir. Bu yazarlar, akut ajitasyon durumları için 'ilaç dışı müdahaleler - örneğin, yatıştırma teknikleri (de-escalation techniques) - önermiş ve ilaç gerektiğinde psikoz ilaçlarının benzodiazepinlerden daha iyi olduğunu' belirtmişlerdir. Aynı kitapta, bir başka yazar 'benzodiazepinlerin psikozun akut ajite evresinde önemli olduğunu ve etkisinin psikoz haplarıyla eşdeğer olduğunu' belirtmiştir.
İlaç endüstrisi elbette oldukça pahalı psikoz haplarını, neredeyse ücretsiz olarak temin edilebilen patenti alınmış benzodiazepinlerle karşılaştırmaktan kaçınmıştır ve psikiyatristler bu tür deneyleri 'kendileri yapmayı ihmal ederek' mesleki sorumluluklarını yerine getirmemişlerdir. Klorpromazinin piyasaya sürülmesinden 35 yıl sonra, 1989 yılında, iki ilaç türü yalnızca iki çalışmada karşılaştırılmıştı ve benzer sonuçlar elde edilmişti. 2012 yılında, bir Cochrane incelemesinde özetlenen 14 karşılaştırmalı çalışma vardı.
İstenilen sedasyon, psikoz hapına kıyasla benzodiazepinle önemli ölçüde daha hızlı gerçekleşti, ancak yazarlar, 'kendi sonuçlarıyla uyuşmayan bir sonuca' vararak ilaç endüstrisine övgüler yağdırdılar: "Şu anda benzodiazepinlerin monoterapi olarak uygulanması uygulamasını doğrulayacak veya çürütecek ikna edici bir kanıt yok." Elbette vardı ve akut fazda sedasyona ihtiyaç duyuluyorsa benzodiazepin kullanmalıyız. Cochrane incelemesini yapan psikiyatristler, inceledikleri 'çalışmaların kalitesinin düşük olduğunu, ancak elimizdeki en iyi kanıtın bu olduğunu' belirttiler.
Psikiyatri hastalarına ders verdiğimde, onlara bir dahaki sefere akut bir şekilde hastaneye yatırıldıklarında ve sakinleştirici bir şeye ihtiyaç duyduklarında hangi ilacı tercih edeceklerini sıklıkla sorarım. Hepsi benzodiazepin kullanmayı tercih etti. Bu nedenle, onları psikoz hapı almaya zorlamak veya istemsizce psikoz ilacı enjekte etmek etik değildir, ancak bu standart bir uygulamadır.
Akut psikoz tedavi edilmezse tekrar kaybolma eğiliminde olduğundan, psikiyatristler - birkaç gün benzodiazepin dışında - ilaç kullanmaktan çok kaçınmalıdır. İzlandalı bir psikiyatrist, Londra'daki bir psikoz koğuşunda çalışırken, meslektaşlarıyla birlikte yeni yatırılan hastalara psikoz ilacı vermeye başlamadan önce ortalama iki hafta beklediklerini söyledi. Çoğu kişi ilaç almayı tercih etti, ancak genellikle çok küçük dozlarda. Bu nedenle hastalara yardımcı olan şeyin "tedavi eşiğinin altındaki dozlar" değil, 'saygı, zaman ve barınma' olması çok olası.
Norveç'teki Akershus Üniversitesi Hastanesi'nden psikiyatrist Simon Wilkinson, hızlı sakinleştirme için bir rejimlerinin olmadığını ve hiçbir zaman ihtiyaç duymadıklarını söyledi. Bu tamamen mevcut kültürle ilgili. Psikiyatristler, hastalarla bulundukları yerde buluşarak ve mümkün olan tüm saygı ve empatiyi göstererek, zorla ilaç vermeden çok daha iyisini yapabilirler.
Psikoterapi ve bakım...
Yukarıda belirtildiği gibi, psikoterapi genellikle 'tek başına bir tedavi seçeneği' değil, 'haplara ek bir tedavi' yöntemiydi. Bu ciddi bir hatadır. Şizofreninin akut erken döneminde psikoz ilaçlarının etkili olduğuna dair kanıtımız olmadığını belirten Cochrane incelemesinin yazarları, incelemelerine Loren Mosher tarafından yapılan randomize bir çalışmayı da dahil ettiler.
Mosher, tamamı psikoz ilacı alan 55 hastane hastasını, %67'si psikoz ilacı almayan - hastane dışı bir ortamda tedavi gören - 45 hastayla karşılaştırdı ve altı hafta sonra sonuçlar neredeyse aynıydı. Mosher, psikoz ilaçlarının kullanımına karşı değildi. 1971'de, akut psikotik insanları 'insancıl bir şekilde, empati ve şefkatle tedavi etmek istediği' için 12 odalı bir 'Soteria evi' açtı. Kapılarda kilit yoktu ve amaç 'insanlara saygılı davranmaktı.'
Ekibi akıl sağlığı uzmanları değil, 'sosyal becerilere ve empatiye sahip, hastaların sıklıkla istismar ve aşırı sosyal başarısızlıkla ilgili travmalarını ortaya koyan, hikayelerini dinleyen' kişilerdi. Böylece Mosher, Açık Diyalog (Open Dialogue) yaklaşımının yolunu açtı (bkz. Bölüm 7, Kısım Üç). Mosher'ın, randomize çalışmadan sonra da 'psikoz ilaçlarını kullanmaktan kaçınarak elde ettiği iyi sonuçlar', diğer psikiyatristler için fazlasıyla tehdit ediciydi.
Hastaları, ilaç kullananlara kıyasla 'daha az nüksetme yaşıyor ve toplumda iş bulma ve okula gitme konusunda daha iyi işlev görüyorlardı.' Sıradan insanların, psikiyatristlerin ilaçlarıyla delilere 'daha fazla yardım edebileceğini ' öne sürmesi, psikiyatristleri rahatsız ediyordu. Ancak Mosher, ABD Ulusal Akıl Sağlığı Enstitüsü'ndeki (US National Institute of Mental Health) Şizofreni Çalışmaları Merkezi'nin (Center for Studies of Schizophrenia) başkanıydı, bu yüzden onun 'nasıl durdurulabileceği' belli değildi.
NIMH klinik proje komitesi, araştırma ekibinin bilimsel titizliği konusunda şüphe uyandırdı ve Mosher'ın projesine ayrılan fonu, o kadar düşük bir seviyeye indirdi ki, bu durum mali bir ölüm öpücüğü haline geldi. Bu, bir projenin sonuçları 'statükoyu ve özenle budanmış öz imajlarını' tehdit ettiğinde, 'sağlık hizmetlerinde gücü elinde tutanların' kullandığı standart bir yöntemdir.
Mosher, sosyal hizmetlerle ilgilenen NIMH bölümünden fon başvurusunda bulunarak bu engeli aşmaya çalıştı ve akran değerlendirme komitesi oldukça istekliydi. Ancak klinik projeler komitesi, 'ilaç tedavisinin tıbbi modeliyle akademik psikiyatrinin güvenilirliğini tehdit ettiği' için projesini hemen sonlandırdı. Bu, çalışmanın varsayılan "ciddi kusurları" hakkında aşağılayıcı ifadelerle ve 'daha fazla fonun ancak Mosher istifa edip komitenin, - projeyi başka bir araştırmacıyla yeniden tasarlaması - durumunda gelebileceği' ölümcül darbesiyle yapıldı.
Bu, hastalar için bir hazine olan üst düzey bir araştırmacıya karşı kullanılan en çirkin manevralardan biriydi ve Mosher 25 yıl sonra şöyle dedi: "Eğer bu kadar iyi sonuçlar alıyorsak, o zaman dürüst bir bilim insanı değilim demektir."
NIMH, Mosher'ı dışlanmış bir insan yaptı ve üç yıl sonra onu NIMH'den kovdu. Amerika'da psikoz haplarının faydalarını sorgulayan diğerleri, - bunun kariyerlerini ilerletmeyeceğini - çabucak anladılar ve NIMH bu tür projelere daha fazla fon ayırmadı.
Yıllar sonra, Cochrane incelemesinin ilk yazarı, Mosher'ın çalışmasından elde edilen takip verilerini analiz etti ve bunların Mosher'ın yayınladıklarından bile daha olumlu olduğunu keşfetti. Şizofreni için psikoterapi maliyet etkin görünmektedir. 2012 tarihli bir NICE kılavuzuna göre, ekonomik kanıtların sistematik bir incelemesi, 'bilişsel davranışçı terapinin klinik sonuçları ek bir maliyet olmaksızın iyileştirdiğini ve ekonomik modellemenin daha az hastane yatışı nedeniyle maliyet tasarrufu sağlayabileceğini' göstermiştir.
Şizofreni hastalarında ilaç kullanmayan ilk psikoterapi denemesi 2014 yılına kadar yayınlanmamıştı. Hastaların tamamı ilaç tedavisini reddetmişti. Etki büyüklüğü, normal tedaviye kıyasla 0,46 idi; bu da psikoz haplarını plasebo ile karşılaştıran ciddi kusurlu denemelerde görülen ortalama 0,44'lük değerle hemen hemen aynıydı. Bu, psikoterapinin etkisinin muhtemelen hapların etkisinden daha iyi olduğu anlamına gelir.
ABD'li Psikiyatrist Peter Breggin, 'empati, ilgi ve anlayışın' şiddetli şizofreni hastalarında 'ne kadar olağanüstü bir etkiye sahip olabileceğini' anlattı. Akıl sağlığı eğitimi almamış 18 yaşında bir üniversite birinci sınıf öğrencisi olan Breggin, bir eyalet akıl hastanesinde gönüllü olarak çalıştı ve hastalara, 'kendisine nasıl yaklaşılmasını istiyorsa öyle, özen ve ilgiyle, hastaları tanıma ve neye ihtiyaç duyduklarını ve ne istediklerini' öğrenme arzusuyla yaklaştı.
Hastaların 'otoriter ve bazen şiddet yanlısı personel tarafından nasıl istismar edilip aşağılandığını' ve 'insülin koma terapisi, elektroşok ve lobotomi gibi beyin hasarına yol açan tedavi yöntemlerini' görünce dehşete düştü; bu arada, bu tedavilerin "kötü beyin hücrelerini öldürdüğü (killed bad brain cells)" söylendi ve elbette bunun doğru olma ihtimali düşüktü. Breggin, 15 öğrencinin, 'henüz klorpromazinle etkisiz hale getirilmemiş, yardım edilemeyecek durumdaki kronik hastalar - tükenmişlik sendromu şizofreni hastaları - arasından kendilerine birer hasta tahsis edildiği 'bir yardımcı program geliştirdi.
15 hastadan 11'inin 'eve dönmesine' veya 'toplumda daha iyi bir yer bulmasına' yardımcı olabildiler. Sonraki bir ila iki yıl içinde sadece üç hasta hastaneye geri döndü. Breggin'in programı ulusal manşetlere taşındı ve 1961'de Akıl Hastalıkları ve Sağlık Ortak Komisyonu tarafından önemli bir yenilik olarak övüldü. Bu, Ulusal Akıl Sağlığı Enstitüsü (NIMH "National Institute of Mental Health") tarafından yayınlanan son psikososyal odaklı belgeydi. O zamandan beri, biyokimyasal açıklamaları ve ilaçları tanıtmak için ilaç endüstrisiyle iş birliği çabalarına odaklanıldı.
Psikiyatristler son zamanlarda şizofreni hastalarıyla 'daha fazla konuşurlarsa, zorla tedaviye daha az ihtiyaç duyduklarını' keşfettiler. Merete Nordentoft bu olumlu deneyimini benimle bir televizyon tartışmasında aktardı. Psikiyatristlerin bunu neden keşfetmesi gerektiğini merak ettim. Bunu en başından beri bilmeleri gerekmez miydi?" -Peter C. Gøtzsche, MD (31)
"Araştırmacılar Antipsikotik Reçete Edilen Çocuklarda "Beyin Atrofisi" Uyarısında Bulundu
Yeni bir yorumda, araştırmacılar 'antipsikotik ilaçların - özellikle beyinleri hala gelişmekte olan - çocuklarda beyin atrofisine (brain atrophy) neden olabileceğine' dair kanıtları tartışıyorlar.
Makale, Avustralya'daki Flinders Üniversitesi'nden Tarun Bastiampillai, Peter Parry ve Stephen Allison tarafından yazılmış ve Avustralya ve Yeni Zelanda Psikiyatri Dergisi'nde (ANZJP "Australian and New Zealand Journal of Psychiatry") yayınlanmıştır.
Yazarlar, çocukların ikinci nesil antipsikotiklerin 'obezite, diyabet ve sedasyon' gibi olumsuz etkilerine daha duyarlı olduğunun 'psikiyatride kabul görmüş bir kanı olduğunu' belirtiyorlar. Ancak 'antipsikotiklerin yol açtığı beyin değişiklikleri' daha tartışmalı bir konu. Bazı psikiyatristler, 'psikozun kendisinin beyin atrofisinden sorumlu olduğunu ve ilaçların semptomları azaltarak beyni koruyabileceğini' öne sürmüşlerdir.
Ne yazık ki Bastiampillai, Parry ve Allison'a göre bu, araştırma bulgularıyla uyuşmuyor. 2011 yılında yapılan ve 'daha uzun süreli antipsikotik kullanımı ile daha yüksek dozda antipsikotik ilaç kullanımının beyin hacmi kaybıyla ilişkili olduğunu' gösteren bir çalışmaya atıfta bulunuyorlar. Araştırmacılar, 'psikotik "hastalığın" süresi, "semptomların" şiddeti ve madde bağımlılığı' gibi kafa karıştırıcı faktörleri kontrol ettiler. Bu durum, "hastalığın şiddetinin" beyin hacmi kaybını açıklamak için kullanılamayacağını göstermektedir.
Benzer şekilde, hem maymunlar hem de sıçanlar üzerinde yapılan çalışmalar, 'sağlıklı hayvanların antipsikotiklere maruz kaldıklarında, özellikle frontal serebral kortekste beyin hacimlerinin ortalama %8-11'ini kaybettiklerini' göstermektedir. Araştırmacılar hem haloperidol hem de olanzapini test ettiler; bu da bu etkinin hem birinci nesil hem de daha yeni, ikinci nesil antipsikotikler için bulunduğu anlamına geliyor. Bu bulgular, çocuklara herhangi bir psikotik semptom olmaksızın ve çoğu durumda herhangi bir akıl sağlığı teşhisi konmadan antipsikotik reçete edildiğine dair son kanıtlar ışığında özellikle endişe vericidir.
Yazarlar, araştırmacıların "antipsikotiklerle tedavi edilen gençlerin çoğunun, sağlık hizmeti talep verilerinde kayıtlı bir tanıya sahip olmadığını" bildirdiği 2015 tarihli bir JAMA Psychiatry makalesine atıfta bulunuyorlar; - bu, çocuklara teşhis edilmiş bir rahatsızlığı tedavi etmek yerine, 'davranış kontrolü amacıyla antipsikotik reçete edildiği' anlamına geliyor.
Olfson, King ve Schoenbaum (2015 tarihli makalenin yazarları), bu davranış sorunlarının gelişimsel olarak sınırlı olduğunu, yani çoğu çocuğun tehlikeli, yaygın yan etkileri olan ve çocukların gelişmekte olan beyinlerine zarar verebilecek ilaçlara ihtiyaç duymadan 'daha iyi başa çıkma ve davranış biçimleri öğrenebileceğini' belirtiyor." (29)
"Uzun Süreli Psikiyatrik İlaç Kullanımının Etiği ve Neden Daha İyi Bir Yönteme İhtiyacımız Var?
Uzun süreli psikiyatrik ilaç kullanmak Rus ruleti oynamaya benzer. Bu acı bir gerçek, ancak çoğu hasta bundan haberdar değil. Gerçek şu ki, bu ilaçlar, zamanla hayatınızı önemli ölçüde kötüleştirebilir. Psikiyatri stajyeriyken, bana 'bu ilaçların güvenli ve etkili olduğu' söylendi. Bunun 'uzun vadeli güvenlik ve etkinlik anlamına geldiğini' de varsaydım; sonuçta, profesörlerimin ve meslektaşlarımın onlarca yıl boyunca hastalara bu ilaçları reçete ettiğini gördüm.
Bunlar, mütevazı etkileri olan faydalı araçlar olarak sunuldu. Bazen işe yarıyorlardı ve bazen de hastanın "altta yatan ruhsal hastalığı" ilaçların etkisini bastırıyordu. Bu durumlarda, 'dozu artırmamız, daha fazla ilaç eklememiz ve - eğer bu işe yaramazsa - ketamin, transkraniyal manyetik stimülasyon (TMS "transcranial magnetic stimulation") veya hatta elektrokonvülsif terapiye (EKT /ECT "electroconvulsive therapy") geçmemiz' öğretildi. Tedavi ettiğimiz durumlar gizemli görünüyordu; sürekli değişiyor, kötüleşiyor ve hastaları giderek daha fazla engelli bırakıyordu.
Eğitim aldığım paradigma buydu. Ancak zamanla, bu sözde "tedaviye dirençli" durumların çoğunun 'altta yatan bir hastalık olmadığını', - ilaçların kendisinden kaynaklandığını - fark ettim. Bu fikir, Amerika'da Deli (Mad in America) topluluğu için yeni olmayabilir. Ne de olsa Robert Whitaker'ın Bir Salgının Anatomisi adlı eseri, 'psikiyatrik ilaçların genellikle zamanla insanları daha da kötüleştirdiğini' ortaya koymuştur. Ancak ben farklı bir bakış açısı sunmak istiyorum; - 'yalnızca ciddi ilaç yan etkilerinden muzdarip hastaları tedavi eden ve bu ilaçları güvenli bir şekilde azaltmalarına yardımcı olan' birinin bakış açısı.
Bu ilaçların güvenli olduğuna inanmaktan, onları 'uzun vadede kullanmanın, beyninizin geleceğiyle kumar oynamak olduğunu' fark etme noktasına nasıl geldiğimi sizinle paylaşmama izin verin.
Uzun Süreli Geri Çekilmenin Yıkımı...
2017 yılında, BenzoBuddies ve Surviving Antidepressants gibi forumlarda yüz binlerce kişinin ciddi yoksunluk yan etkileri bildirdiğini vurgulayan bir makale yazdım. Bunlar, ilaçlarını - planlı bir azaltma yoluyla veya aniden artık almak istemediklerine karar vererek - bıraktıktan sonra yıkıcı sonuçlarla karşılaşan kişilerdi.
"Psikiyatrik ilaç yoksunluğundan zarar görenler hakkında çoğu insanın anlamadığı şey, beyin hasarına - uzun süreli yoksunluk olarak da bilinir - maruz kalmış olmalarıdır. Beyin hasarının belirleyici özelliği, kişi ilacı tekrar kullanmaya başlasa bile iyileşmemesidir."
Uzun süreli yoksunluk sendromunu bu kadar yıkıcı kılan da budur. Birçok hasta, ilacı bıraktıktan sonra şiddetli semptomlar geliştirirlerse, ilaca tekrar başladıklarında acılarının ortadan kalkacağını varsayar. Ama durum böyle değil. Zarar zaten oluşmuştur ve ilaca tekrar başlamak her zaman durumu tersine çevirmez.
Psikiyatrik İlaçların Nörotoksisitesi - Çekilme Olmadan Bile...
Bu toplulukta bu rahatsızlığı fark eden bir doktor olarak tanındıktan sonra, hastalar kliniğimden yardım almak için randevu almaya başladılar. Başlangıçta, bu toksik reaksiyonların yalnızca ilaçları hızla bırakan kişilerde meydana geldiğini varsaydım. Ancak kısa süre sonra endişe verici bir şey fark ettim: Birçok hasta, uzun süreli yoksunlukta görülen aynı semptomları geliştiriyordu - ancak henüz ilaç dozunu azaltmaya bile başlamamışlardı. Bu durum özellikle benzodiazepin kullanıcıları arasında yaygındı. Şimdiye kadar, perimenopozal uykusuzluk için benzodiazepin reçete edilen ve - sadece 6-12 aylık kullanımdan sonra tam teşekküllü nörotoksisite gelişen - birden fazla kadını tedavi ettim.
Bu hastalar asla doz azaltmayı denemediler; 'ilaçlar tek başına ciddi ve kalıcı nörolojik hasara' neden oldu. O zamandan beri, reçete edildiği gibi alınan psikiyatrik ilaçlardan kaynaklanan uzun vadeli nörotoksisiteyi araştırıyorum. Ve bulduğum şey son derece rahatsız edici.
Psikiyatrinin Kabul Etmeyi Reddettiği Toksisite...
Ana akım psikiyatri, 'antipsikotiklerin nörotoksisiteye neden olabileceğini' kabul eder - tardif diskinezi iyi belgelenmiş bir durumdur. Ancak alan, bu kabulü diğer psikiyatrik ilaçlara genişletmeyi reddediyor. Yine de, deneyimlerime göre, 'uzun süreli antidepresan kullanımı, kendine özgü bir nörotoksisiteye' neden olabilir ve bu da şunlara yol açabilir:
-Apati "Apathy" (ilgisizlik, kayıtsızlık, duyarsızlık vb),
-Ayrışma "Dissociation" (kendinden ayrışma, yabancılaşma vb),
-Kronik düşük enerji "Chronic low energy" (halsizlik, yorgunluk vb),
-Ajitasyon "Agitation" (şiddetli huzursuzluk, iç gerginlik hali vb)
Bu durum tıp literatüründe geç disfori (tardive dysphoria) olarak bilinmektedir. Ancak araştırmalarda yer almasına rağmen, psikiyatri eğitimimde bana hiç öğretilmedi. Hiçbir konferansta bundan bahsedildiğini duymadım. Bu hastalara ne oluyor? Durumlarını 'antidepresan kaynaklı nörotoksisite' olarak tanımlamak yerine, 'tedaviye dirençli depresyon teşhisi' konuyorlar. Bu da şu sonuçlara yol açıyor:
-Daha yüksek dozda ilaç kullanımı..
-Daha fazla ilaç kombinasyonu..
-Ketamin, TMS veya EKT'ye geçiş..
-Bazı durumlarda, klozapin gibi ağır antipsikotiklere geçilmesi..
Bunun nedeni, ana akım psikiyatrinin bu hastaların' tedaviye dirençli olmadığını' kabul etmeyi reddetmesi - ilaçların neden olduğu beyin hasarından muzdarip olmaları. Ne yazık ki, kliniğime gelen hastaların çoğu bu şekilde geliyor - inanılmaz derecede acı çekiyorlar ve durumlarını daha da kötüleştiren, akıl almaz psikiyatrik ilaç karışımları kullanıyorlar.
Sorunun Yeniden Çerçevelenmesi: "Tedaviye Dirençli"den İlaç Kaynaklı Toksisiteye...
Bu vakaları 'ilaç toksisitesi' olarak doğru bir şekilde tespit edersek, tedavi yaklaşımı tamamen değişir. Bu hastaların daha fazla ilaç kullanmak yerine şunlara ihtiyacı vardır:
-Sorunlu ilacın yavaş ve dikkatli bir şekilde azaltılması..
-İyileşme için sinir sistemi desteği..
-Ek psikiyatrik ilaçların genellikle durumu kötüleştirdiğinin kabul edilmesi..
Hasarlı bir beyin, 'daha fazla ilaca' öngörülebilir bir şekilde yanıt vermez. Bu nedenle, bu vakalarda 'ilaç eklemek' genellikle semptomları hafifletmek yerine şiddetlendirir.
Psikiyatrik İlaçların Neden Olduğu Beyin Hasarı Ne Kadar Yaygındır?
Tıp camiası, 'keyif verici uyuşturucuların neden olduğu kalıcı beyin yaralanmasını (persistent brain injury)' rahatlıkla kabul ediyor, ancak konu ilaçlar olduğunda sessiz kalıyor. Şunu zaten kabul ediyoruz:
-LSD, kalıcı beyin hasarının bir türü olan halüsinojene bağlı kalıcı algı bozukluğuna (HPPD) neden olabilir.
-Yüksek etkili esrar, özellikle gençlerde nörotoksisite ve bilişsel bozukluğa neden olabilir - ve şizofreniye benzeyebilir.
-Metamfetamin kullanımı, genellikle şizofreniyi taklit eden belirgin beyin değişikliklerine yol açar.
-Kronik alkol kullanımı, ciddi bir nörolojik bozukluk olan Wernicke-Korsakoff sendromuna neden olabilir.
Ancak konu farmasötik ilaçlar (/uyuşturucular "pharmaceutical drugs") olduğunda, sadece reçete edildikleri için bir şekilde '"daha temiz" olduklarını' varsayarız. Ama beyniniz için ilaç (/uyuşturucu "drug"), ilaçtır (/uyuşturucudur "drug"). Ve psikiyatrik ilaçlar (medications) - özellikle uzun süreli kullanıldıklarında - ciddi nörotoksik etkilere sahip olabilir.
Bu Konuşma Neden Kaçınılıyor?...
Bu konu ana akım psikiyatride neredeyse hiç tartışılmaz çünkü:
1) İlaç endüstrisi için doğrudan bir tehdittir. Bu ilaçların 'geri dönüşü olmayan nörolojik hasara yol açabileceği' yaygın olarak bilinirse, reçeteler düşer.
2) Doktorların bunu kabul etmesi rahatsız edicidir. Bir hastaya şunu söylediğinizi düşünün: "Bu ilacı uzun süreli kullanırsanız, durumunuzu kötüleştirme ve asla geçmeyecek kalıcı nörolojik hasara yol açma olasılığı küçük ama gerçektir."
3) 15 dakikalık ilaç yönetimi modelini bozar. Doktorlar bu riskleri kabul etselerdi, kısa süreli vizitlerde reçete yazmak çok daha karmaşık hale gelirdi.
Hastalar Neden Gerçeği Hak Ediyor...
ABD nüfusunun %17'si şu anda psikiyatrik ilaç kullanıyor - bunların milyonlarcası 'ilaca bağlı nörotoksisite' riski altında olabilir. Bu kişilerin çoğu, ilaç tedavisinde başarısız olduktan sonra "tedaviye dirençli (treatment-resistant)" olarak etiketlenecek ve durumlarını muhtemelen kötüleştirecek daha fazla ilaç alacak.
Psikiyatrik bir ilacın size ne kadar süre etki edeceğini tahmin etmenin bir yolu yoktur. İşte bu yüzden bu ilaçları 'uzun süre kullanmak beyninizle Rus ruleti oynamak' gibidir. Hastaları bu riskler hakkında bilgilendirmeye başlamalıyız - çünkü onlar da giderek artan psikiyatrik ilaç kaynaklı zarar krizinde gereksiz yere bir kurban daha olabilirler." -Dr. Josef Witt-Doerring (30)
"Yeni bir araştırma, 'şizofreni' hastalığında beyin anormalliklerinin antipsikotiklerden kaynaklanabileceğini öne sürüyor.
Çalışmada, 'şizofreni' ile ilişkili 'korteks kalınlığının ve beyin yüzey alanının azalmasının, antipsikotik ilaç kullanımından kaynaklanabileceği' bulundu. Biyolojik Psikiyatri (Biological Psychiatry) dergisinde yayınlanan yeni bir çalışma (a), 'korteks kalınlığının ve beyin yüzey alanının azalmasının, şizofreni tanısıyla ilişkili olduğunu, ancak bu farklılıkların antipsikotik ilaçların yaygın kullanımıyla açıklanabileceğini' ortaya koydu.
"Araştırmacılar, "antipsikotik ilaç alan bireylerde etki büyüklüklerinin, ilaç almayan bireylere göre iki ila üç kat daha büyük olduğunu" bildirdi."
Araştırmacılar, şizofreni tanısı almış ve ilaç kullanmayan katılımcıların, korteks kalınlığı açısından sağlıklı kontrol deneklerinden önemli ölçüde farklı olmadığını buldular.
Araştırmacılar, ENIGMA Şizofreni Çalışma Grubu adlı büyük, dünya çapındaki konsorsiyumdandı. Çalışma, dünya çapında 39 testten 9.572 katılımcının verilerini içeriyordu (4.474'ü şizofreni teşhisi konmuştu; 5.098'i "sağlıklı" kontrol grubuydu). Araştırmacılar, beynin korteks kalınlığı ve yüzey alanıyla ilgili verileri inceledi. Araştırmacılar, şizofreni teşhisi konan bireylerin 'belirli bölgelerde kontrol deneklerinden daha ince kortekslere, diğer bölgelerde ise kontrol deneklerinden daha kalın kortekslere sahip olduğunu' buldular.
Ancak katılımcılar ilaç kullanımlarına göre gruplandırıldığında, araştırmacılar şizofreni hastası ve ilaç kullanmayan katılımcıların sağlıklı kontrol deneklerinden istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık göstermediğini keşfettiler. Kortikal kalınlıktaki azalmanın etki büyüklüğü, ikinci nesil antipsikotik kullanan katılımcılarda iki kat daha büyüktü. Birinci nesil antipsikotik kullananlarda ise etki büyüklüğü, ilaç kullanmayan katılımcılara kıyasla üç kat daha büyüktü.
"Araştırmacılar ayrıca, daha yüksek ilaç dozlarının beynin "hemen hemen tüm" bölgelerinde "daha ince korteksle anlamlı bir korelasyona sahip olduğunu" belirtiyorlar."
Bu analizlerde araştırmacılar, şizofreni tanısı konulduğu 'yaş, semptomların süresi, şiddeti, mevcut yaş ve cinsiyet' gibi olası karıştırıcı değişkenleri kontrol ettiler. Ancak, semptomların şiddeti kontrol edildikten sonra bile, antipsikotik kullanan şizofreni teşhisi konmuş kişilerde kortikal kalınlık önemli ölçüde azalırken, ilaç kullanmayanlar sağlıklı kontrol deneklerinden önemli ölçüde farklı değildi. Araştırmacılar, şizofreni teşhisi konmuş katılımcıların beyin yüzey alanının ortalama olarak kontrol katılımcılarına göre daha düşük olduğunu ve bu bulgunun ilaç kullanımıyla açıklanmadığını buldular.
Ancak, bu bulgunun diğer sonuçlarına kıyasla çok daha küçük bir etki büyüklüğü içerdiğini de belirtiyorlar - bu da gruplar arasında yüzey alanında önemli bir örtüşme olduğunu gösteriyor. Araştırmacılar, beyin farklılıkları üzerine yapılacak gelecekteki çalışmalarda, ilaç kullanımının olası bir karıştırıcı faktör olarak dahil edilmesine dikkat edilmesi gerektiğini belirtiyorlar. Şizofrenide kortikal kalınlık ve yüzey alanı üzerine yüzlerce çalışma yapılmış olmasına rağmen, bunun neden henüz bir fikir birliğine varılamamış olabileceğine katkıda bulunan bir faktör olabileceğini öne sürüyorlar. (Not: Bu raporun sesli versiyonunu dinlemek için aşağıdaki oynatma düğmesine tıklayın.)" (34)
"Nüks/Antipsikotiklere Bağlı Beyin Dokusu Kaybının Göreceli Riski
Nancy Andreasen ve meslektaşları, bu ay Amerikan Psikiyatri Dergisi'nde (American Journal of Psychiatry) yayınlanan bir makalede, şizofreni tanısıyla ilişkili ilerleyici beyin dokusu kaybını araştırıyor. 202 hastadan elde edilen veriler, 'nüksetme süresinin frontal loblardaki beyin dokusu kaybıyla ilişkili olduğunu, antipsikotik tedavi etkilerinin ise dağınık olduğunu' göstermektedir. Yazarlar, tedavinin nüksü önlemek için endike olduğunu, ancak mümkün olan en düşük dozların kullanılmasına dikkat edilmesi gerektiğini öne sürüyorlar. (35a)" (35)
"Valproat, Bipolar Bozukluk Tanısı Alan Çocuklarda Beyin Hacminin Azalmasıyla İlişkili
Araştırmacılar, valproatın tüm katılımcılarda 'duygu işlemeyle ilişkili bir bölgedeki beyin hacmini azalttığını' buldu...
Houston'daki Teksas Üniversitesi Sağlık Bilimleri Merkezi'ndeki araştırmacılar tarafından yürütülen yeni bir çalışma, pediatrik bipolar bozukluk teşhisi konan çocuklarda valproat adlı ilacın, beyin hacmi üzerindeki etkilerini inceledi. Psikiyatri Araştırması: Nörogörüntüleme (Psychiatry Research: Neuroimaging) dergisinde yayınlanan bulguları, 'altı haftalık bir süre boyunca duygu işleme işlevleriyle ilişkili bir bölge olan amigdaladaki beyin hacminin azaldığını' göstermektedir.
Sodyum valproat (VPA "Sodium valproate"), yaygın olarak Depakote ve Epilim marka adları altında pazarlanmakta olup, bipolar bozukluk tanısı almış bireylere reçete edilen bir ilaçtır. Bazı çalışmalar valproatın, beyindeki koruyucu faktörler ve plastisite ile ilişkili olduğunu öne sürerken, diğerleri bu bulguyu desteklememektedir. Hayvanlar üzerinde yapılan deneyler, valproatın 'hafıza ile ilişkili bölgelerdeki beyin hücresi büyümesini azaltabileceğini ve bilişsel bozukluğa yol açabileceğini' bulmuştur.
Bununla birlikte, bu çalışmalar esas olarak valproatın bipolar bozukluk tanısı almış yetişkinler üzerindeki etkilerini incelemiştir. Bu çalışmanın araştırmacıları, pediatrik bipolar bozukluk (PBD "pediatric bipolar disorder") tanısı almış çocuklarda valproatın etki mekanizmalarını daha ayrıntılı olarak araştırmayı amaçlamıştır. Valproat uygulamasından önce ve sonra çeşitli beyin bölgelerini incelemek için nörogörüntüleme taramaları kullanılmıştır. Valproat, altı haftalık bir süre boyunca standart klinik seviyelere titre edilmiştir.
-- Demans Hastalarında Antipsikotik Beyin Hasarı (Özellikle Lewy Cisimcikli Demans (LLB /DLB "Dementia with Lewy bodies")... Demans teşhisi konan kişiler, nöroleptiklere (antipsikotikler olarak da bilinir) karşı özellikle hassastır. Bir bakıma, bu kişiler "maden ocağındaki kanarya" gibidir, çünkü antipsikotikler, nöroleptik malign sendrom (ölümcül olabilir) dahil olmak üzere hızlı ve önemli beyin değişikliklerine neden olabilir. Özellikle aşırı duyarlı olanlar, beyinde "Lewy Cisimcikleri" adı verilen bir yapının bulunduğu (beynin mikroskobik incelemesinde görülebilen) çeşitli demans türlerine sahip olan kişilerdir. Bir milyondan fazla Amerikalıda Lewy Cisimcikli Demans veya kısaca LLB vardır. İşte nöroleptiklerin ve demansın tehlikelerini açıkça açıklayan bir Birleşik Krallık Genel Pratik Not Defteri. Bu tehlikeler herkes için geçerli olabilir, ancak özellikle LLB'si olan kişilerde belirgindir. (m)
-- Antipsikotik ilaç kullananlarda beyin küçülmesi görülüyor... Saygın Los Angeles Times gazetesi, 'nöroleptik psikiyatrik ilaçların (aynı zamanda 'antipsikotik' olarak da bilinir) beyinde küçülmeye yol açabileceğini' gösteren bilimsel bir çalışma hakkında bir makale yayınladı. (n)" (40)
"Nöroleptik İlaç Tedavisiyle İlişkili Beyin Hasarı
Bunlar, 'nöroleptik psikiyatrik ilaçların (antipsikotik olarak da bilinir) kullanımının beyinde önemli yapısal hasara yol açabileceğini' belirten çok sayıda ana akım tıbbi makaleden birkaçıdır. Aşağıdaki alıntılar, merhum psikiyatrist Dr. Loren Mosher tarafından çeşitli kaynaklardan derlenmiştir. Bu alıntılar hakkında daha fazla bilgi için buraya tıklayın. (a)
- Ballesteros J, Gonzales-Pinto A ve Bulbena A. "Psikiyatrik hastalarda daha yüksek mortalite ile ilişkili tardif diskinezi: Yedi bağımsız çalışmanın meta-analizinin sonuçları." J Clin Psychopharmacology, 20:2, 188-194, 2000.
- E Christensen. "Diskinezili 28 hastanın beyninde nöropatolojik incelemeler." Acta Psychiatrica Scandinavica, 46,14-23, 1970. (TD hastalarında bazal gangliyonlarda yapısal anormallikler, genişlemiş ventriküller ve sulkal işaretler bulunur.)
- OO Famuyiva. "Tardif diskinezi ve demans." British Journal of Psychiatry, 135, 500-504, 1979. (Bilişsel bozuklukla ilişkili TD.)
- JT Wegner. "Tardif diskinezide bilişsel bozukluk." Psikiyatri Araştırması, 16, 331-337. 1985. (Bilişsel bozuklukla ilişkili TD.)
- James Wade. "Tardif Diskinezi ve Bilişsel Bozukluk." Biyolojik Psikiyatri, 22, 393-395, 1987. (TD ile bilişsel bozukluk arasındaki ilişki. "İlişki doğrusal görünüyor: Bozukluğun şiddetli formlarına sahip bireyler, bilişsel olarak en fazla bozukluğa sahip olanlar.")
- JL Waddington. "Şizofrenide bilişsel işlev bozukluğu, negatif semptomlar ve tardif diskinezi." Genel Psikiyatri Arşivleri, 44, 907-912, 1987. (TD, bilişsel bozulma ve negatif semptomların kötüleşmesiyle ilişkilidir.)
- Waddington J ve ark., "Şizofrenide mortalite: 10 yıllık prospektif bir çalışma boyunca antipsikotik polifarmasi ve ek antikolinerjiklerin yokluğu", Br J Psych, 1998, 173; 325-329. (Bu çalışma, şizofreni hastalarının daha kısa yaşam beklentisine sahip olmasının bir nedeninin nöroleptik ilaç tedavisi olduğunu bulmuştur.)
- JB Wade. "Tardif diskinezi ile ilişkili bilişsel değişiklikler." Nöropsikiyatri, Nöropsikoloji ve Davranışsal Nöroloji. 1, 217-227. 1989. (TD, bilişsel bozuklukla ilişkilidir. Araştırmacılar şu sonuca varmıştır: "TD hem motor hem de bunama bozukluğunu temsil edebilir.")
- R. Yassa. "Tardif diskinezide işlevsel bozukluk: tıbbi ve psikososyal boyutlar." Acta Psychiatr Scand 80, 64-67. 1989. (TD, yürüyüş, konuşma güçlükleri ve psikososyal bozuklukla ilişkilidir.)
- Michael S. Myslobodsky. "Tardif Diskinezi'de (Tardif Dismenti) Dikkat ve Duygudurum Bozukluğunun Merkezi Belirleyicileri." Beyin ve Biliş, 23, 88-101. 1993. (TD hastaları "bilinç yol haritalarının" motor kısmını kaybederler. TD, "larval demansı" temsil edebilir.)
- Herbert Spohn. "Kronik şizofreni hastalarında tardif diskinezi ve nöroleptiklerin dikkat/bilgi işleme bozukluğuna etkisi." Brain and Cognition 23, 28-39, 1993. (TD, bilişsel bozukluğu şiddetlendirir.)
- Jacinthe Baribeau. "Tardif diskinezi ve ilişkili bilişsel bozukluklar: yakınsak nöropsikolojik ve nörofizyolojik bir yaklaşım." Brain and Cognition 23, 40-55, 1993. (TD, bilişsel işlev bozukluğuyla ilişkilidir.)
- John Waddington. "Şizofrenide bilişsel işlev bozukluğu: Organik kırılganlık faktörü mü yoksa tardif diskinezi için durum belirteci mi?" Brain and Cognition 23, 56-70, 1993. (1979-1991 yılları arasında TD'li hastaların öğrenme, hafıza, bilişsel işlev, entelektüel işlev, görsel hatırlama, yönelim gibi çeşitli ölçütlerde bilişsel olarak bozulmuş olduğu sonucuna varan 22 çalışmayı incelemektedir. vb.)
- James Wade. "Tardif diskinezinin şiddetiyle ilişkili faktörler." Beyin ve Biliş 23, 71-80, 1993. (Bir araştırma incelemesi, "TD ile ilişkili biyokimyasal ve nöropatolojik değişikliklerin, benzer değişikliklerin Hungtington hastalığı ve/veya Parkinson ile ilişkili olduğunu gösterdiğini" göstermektedir. Kendi araştırmalarında ise, "sözel olmayan işlevlerde bozulma ile karakterize kortikal işlev bozukluğu, TD şiddetiyle ilişkilidir.")
- Emmanuelle Pourcher. "Tardif diskinezisi olan genç şizofreni hastalarında organik beyin disfonksiyonu ve bilişsel eksiklikler." Brain and Cognition 23, 81-87, 1993. (Bu, 40 yaşın altındaki hastalar üzerinde yapılan bir çalışmadır. TD'nin serebral disfonksiyonla ilişkili olduğunu ve bunun da nöroleptik ilaçlara maruz kalmayla ilişkili olduğunu bulmuşlardır.)
- Thomas Gualtieri. "Tardif akatizi sorunu." Brain and Cognition 23, 102-109, 1993. (Tardif akatizinin, Parkinson, Huntington ve Wilson gibi bazal ganglionların bir hastalığı olarak düşünülebileceğini belirtmektedir. MR çalışmaları, TD hastalarında, özellikle kaudat çekirdekte bazal ganglion lezyonları göstermiştir. Bazal ganglion hastalıklarının tümü davranışsal dengesizliğe ve zihinsel bozukluğa (hatta psikoz ve demansa) neden olur.)
- Miranda Chakos. "İlk Epizod Şizofreni Hastalarında Antipsikotik İlaç Kullanımının Kaudat Çekirdek Hacimlerinde Artış." Am Jour Psych 151, 1430-1435. 1994. (Nöroleptikler, ilk epizod şizofreni hastalarında tedavinin ilk 18 ayında kaudat hacimlerini %5,7 oranında artırır. Daha yüksek dozlar, kaudat hacimlerinde daha büyük artışla ilişkilidir.)
- J.S. Paulsen. "Tardif diskinezide nöropsikolojik bozukluk." Neurospsychology 8, 227-241. 1994. (TD'li ve TD'siz şizofreni hastalarında bilişsel işlevi karşılaştıran 31 çalışmanın gözden geçirilmesi. 24 çalışmada, TD hastalarının daha kötü performans gösterdiği bulunmuştur. TD ne kadar şiddetliyse, bilişsel işlevdeki bozulma da o kadar büyük olur. "TD, hem motor hem de bilişsel kontrolü etkileyen bir beyin fonksiyonu değişikliğini içerir" sonucuna varmışlardır.)
- P. Sachdev. "Negatif semptomlar, bilişsel işlev bozukluğu, tardif akatizi ve tardif diskinezi." Acta Psychiatr Scand. 93, 451-459. 1996. (Hem tardif akatizi hem de tardif diskinezi daha fazla bilişsel eksiklik ve negatif semptomlarla ilişkilidir. Bu ilişki, TD'den ziyade TA ile daha güçlüdür. Bunun anlamı, TA ve TD'de görülen hareket bozukluklarının "motor ve bilişsel özellikleri içeren karmaşık sendromların yalnızca bir özelliği olduğudur. Nöropsikolojik eksikliklerin ve hatta subkortikal demansın görüldüğü Parkinson ve Huntington hastalığı gibi diğer hareket bozukluklarıyla bir karşılaştırma yapılmalıdır.")
- John Waddington. "Kronik şizofrenide bilişsel işlev bozukluğunun 10 yıl boyunca prospektif olarak izlenmesi ve tardif diskinezinin ortaya çıkışıyla uzunlamasına ilişkisi." Psychological Medicine, 26, 681-688. 1996. (Bilişsel işlevlerde ilerleyici bozulma, şizofreni hastalığının kronik evresinin geç dönemlerinde bile görülür. Bu bozulma öncelikle TD'nin ortaya çıkışından kaynaklanır. Bilişsel işlevlerde belirgin bozulmanın, hareket bozukluğunun ortaya çıkışıyla aynı anda meydana geldiğini bulmuşlardır.)
- Rupert McShane. "Nöroleptik İlaçlar Demansta Bilişsel Gerilemeyi Hızlandırır mı? Otopsi Takibiyle Prospektif Çalışma." British Medical Journal, 314, 266-270. 1997. (Nöroleptik kullanan demans hastalarında bilişsel işlevlerdeki gerileme, ilaç kullanmayan hastalara göre iki kat daha fazladır.)
- Raquel Gur ve ark. "Şizofreni Hastalarında Nöroleptik Tedavi Görmemiş ve Tedavi Görmüş Hastalarda Subkortikal MRI Hacimleri." Amerikan Psikiyatri Dergisi, 155, 1711-1717. 1998. (İlaçlar, "reseptör blokajına yapısal adaptasyon" olduğu düşünülen kaudat, putamen ve talamusta hipertrofiye neden olur. İlaç kaynaklı hipertrofi ayrıca "hem negatif hem de pozitif semptomların daha şiddetli olmasıyla hafif ilişkilidir.")
- Raquel Gur ve ark. "Şizofrenide manyetik rezonans görüntüleme çalışmasının takibi." Genel Psikiyatri Arşivleri, 55, 145-151, 1998. (Nöroleptik kullanımı, frontal ve temporal lobların hacim azalması (veya atrofisi) ile ilişkilidir. Beyin bu şekilde atrofiye uğradığından, sanrılar ve düşünce bozukluklarında iyileşme olduğu söylenmektedir (beyne zarar veren prensip). Hacimdeki azalma oranının daha yüksek olması, daha yüksek dozla ilişkilidir. Aynı zamanda, hacimdeki azalma bazı nörodavranışsal işlevlerde gerileme ile ilişkilidir.)
- Al Madsen. "Psikiyatrik hastalıklarda ilerleyici yapısal beyin anormalliklerinde nöroleptikler." The Lancet, 352, 784-785. 5 Eylül 1998. (Nöroleptik kullanımı, serebral korteks atrofisi ile ilişkilidir. Atrofi riski, her 10 gram ek nöroleptik ilaç için %6,4 oranında artmaktadır.)
- G. Tsai. "Geç diskinezi ile ilişkili glutamerjik nörotransmisyon ve oksidatif stres belirteçleri." Amerikan Psikiyatri Dergisi, 155, 1207-1213. 1998. (Bu çalışma, nöroleptiklerin oksidatif stres sonucu nöronal hasara neden olduğunu ve bunun TD'ye yol açan dejeneratif süreç olduğunu ileri sürmektedir.)"
Sonuç: Akıl hastalıklarında nedensel öneme sahip olduğu düşünülen beyin anormallikleri büyük olasılıkla nöroleptik ilaç tedavisinin bir sonucudur." (43)
"Araştırmacılar, Psikiyatrik İlaçların Kalıcı Biyolojik Değişikliklere, Duyguları Körleştirmeye ve İyileşmeyi Engellemeye Neden Olabileceğini Söyledi
Psikotropik ilaç kullanımı, duyguları körelten ve içine kapanık, "iyileşmesi mümkün olmayan hastalar"a yol açan "beynin yapısal olarak yeniden şekillenmesine" neden olabilir. Yeni bir araştırma makalesi, ironik bir şekilde 'zihinsel semptomları uzatan ve çözümlerini engelleyen' psikotrop ilaçların neden olduğu nörobiyolojik değişiklikleri inceliyor ve bu 'olumsuz etkilerin zamanla kalıcı hale gelebileceği' konusunda uyarıyor.
"Psikotrop ilaçlar, beyinde 'yapısal yeniden yapılanmaya' yol açarak 'duyguları ve zihinsel işlevlerin diğer yönlerini' olumsuz etkileyebilir ve geri döndürülemez hale gelebilir."
Bağımlılık Bozuklukları ve Ruh Sağlığı Dergisi'nde (Journal of Addictive Disorders and Mental Health) yazan Dr. Jose Luis Turabian, tıp literatürünü inceliyor ve psikotrop ilaçların "beyinde, yapısal yeniden yapılanmaya" yol açabileceği, bunun da 'duyguları ve zihinsel işlevin diğer yönlerini olumsuz etkileyerek geri döndürülemez hale gelebileceği' görüşünü desteklemek için klinik deneyimlerine atıfta bulunuyor.
- "Psikotropik ilaçlar, düşüncelerde, duygularda ve davranışlarda zamanla yapısal /organik ve kalıcı hale gelen işlevsel değişikliklere neden olur" diye yazıyor.
- "Psikotrop ilaçlar duyguların ifadesini engeller, problem çözme sürecini etkiler ve kişiyi pasifleştirir." — Jose Luis Turabian, M.D., Ph.D
- "Psikotrop ilaçlar esas olarak psikolojik süreçleri baskılamak için etki gösterir. Baskılama, yan etki değildir, etkileri için olmazsa olmazdır."
Turabian'a göre 'ilaçlar, insan duygularını köreltiyor ve bilişsel işlevleri bulanıklaştırıyor'; bu da hastaların 'zihinsel semptomlara' yol açan 'altta yatan sorunları' ele almasını zorlaştırıyor. "Psikotropik ilaçlar ,duyguların ifadesini engelliyor, problem çözme sürecini etkiliyor ve kişiyi pasifleştiriyor" diye yazıyor. Psikotropik ilaçların esas olarak psikolojik süreçleri bastırmak için etki ettiğini ve "bastırmanın etkilerinin bir yan etki değil, olmazsa olmaz olduğunu" açıklıyor.
- "Nöroleptikler [antipsikotik ilaçlar], motivasyonu ve hayal gücünü baskılar ve vücut şekli ve hareketinin düzenlenmesine müdahale eder; benzodiazepinler, davranış kontrolünü ve ayrımcılığı baskılar; SSRI'lar (seçici serotonin geri alım inhibitörleri -SSRI antidepresanlar), erotik [cinsel] çekirdeği baskılar" diyor.
İlaçların sürekli kullanımıyla hastalarda 'kalıcı hasar' riski artar ve 'uzun süreli kullanımın yeterince araştırılmadığını' belirtiyor. "Genel olarak, yetişkinlerde 'semptomları tedavi etmek' için kullanılan psikotrop ilaçların 'uzun vadeli etkileri' hakkında iyi bir literatür yok" diye yazıyor.
- "Psikotrop ilaçların sürekli kullanımıyla hastalar 'pasif' hale gelir ve içinde bulundukları durumun 'nedenlerini ve sonuçlarını' anlayıp yüzleşemez hale gelirler."
Sürekli psikotrop ilaç kullanımıyla zaman içinde gözlemlenebilen şey, "durumlarının nedenlerini ve sonuçlarını anlayamayan ve bunlarla yüzleşemeyen pasif hastalar" olduğunu söylüyor. "Onlar iyileşmeleri mümkün olmayan hastalar. "
Yaşam boyu süren bu 'olumsuz etki riski' göz önüne alındığında, psikiyatrik ilaçların hastalara çok az faydası olabilir veya hiç olmayabilir. Turabian, klinik araştırmalara ilişkin meta-analizlerin, "psikotropik ilaçların plasebolara kıyasla yalnızca marjinal düzeyde etkili olduğunu" ve bunun da ancak - "görünürdeki etkinliklerini artıran derin bir yayın yanlılığı" göz ardı edildiğinde - mümkün olduğunu gösterdiğini belirtiyor. Yayın yanlılığı, 'klinik araştırmaların olumsuz sonuçları yayınlanmadığında' ortaya çıkar.
Diğer araştırmalar da, psikiyatrik ilaçların vücut üzerindeki olumsuz etkilerinin, - yeni nesil SSRI antidepresanlarda olduğu gibi, - olası faydalarından daha ağır basabileceğini ortaya koymuştur. Bu antidepresanların nasıl çalıştığı bilinmemektedir. Bildiğimiz şey, bu ilaçların vücudun 'normal biyokimyasını' tam olarak anlaşılamayan şekillerde bozduğudur.
Psikoloji profesörü ve evrimsel biyolog olan Dr. Paul W. Andrews liderliğindeki bir araştırma ekibi, 'SSRI antidepresanlarının insan vücudu üzerindeki genel fiziksel etkisini belirlemek' için önceki çalışmaları analiz etti.
SSRI antidepresanlar, insan vücudunun evrimsel adaptasyonları sırasında 'duyguyu, gelişimi, sinir hücrelerini, pıhtılaşma sürecini, dikkati, elektrolit dengesini ve üremeyi' düzenleyen bir nörotransmitter olan serotonini hedef alır.
Psikolojide Sınırlar (Frontiers in Psychology) dergisinde yayınlanan araştırmacıların bulguları açıktı: "İncelememiz, antidepresanların genellikle serotonin tarafından düzenlenen bir dizi adaptif süreci bozarak, faydadan çok zarar verdiği sonucunu destekliyor."
"Antidepresan ilaçların hem güvenli hem de etkili olduğuna yaygın olarak inanılıyor; ancak bu inanç, yeterli bilimsel doğrulama olmadan oluşmuştur." diye yazdılar. "Mevcut kanıtların ağırlığı, antidepresanların genel olarak ne güvenli ne de etkili olduğunu; faydadan çok zarar verdiklerini gösteriyor."
Psikiyatrist Dr. Peter Breggin, antidepresanları nörotoksik olarak tanımlıyor çünkü bunlar beynin işlevlerine zarar veriyor ve onları bozuyor, 'anksiyete, sinirlilik, düşmanlık, saldırganlık, muhakeme yeteneğinin kaybı, dürtüsellik ve mani' gibi anormal düşünce ve davranışlara yol açıyor ve bu da şiddete ve intiharlara yol açabiliyor.
Antidepresanlar aynı zamanda 'hayattan alınan keyfi' de yok edebilir. Breggin, "Uzun vadede, neredeyse tüm psikiyatrik ilaçlar gibi antidepresanlar da ilgisizliğe, kayıtsızlığa ve ilgisizliğe yol açar" diye yazıyor. "Duygusal yaşam körelir ve ilişkilerde empati ve sevgi eksikliği yaşanır."
UYARI: Bir psikiyatrik ilacı bırakmak veya dozunu değiştirmek isteyen herkesin, potansiyel olarak tehlikeli yoksunluk belirtileri nedeniyle bunu yalnızca bir doktor gözetiminde yapması önerilir. İnsan Hakları Yurttaş Komisyonu, tüketicileri psikiyatrik ilaçların ciddi yan etkileri konusunda bilinçlendirmeye devam ediyor, böylece ilaçlara başlamadan veya bırakmadan önce tamamen bilinçli kararlar verebiliyorlar. CCHR ayrıca, hükümetin akıl sağlığı ve ilaç kurumlarına bu riskler hakkında daha fazla uyarıda bulunmaları için baskı yapmaya devam ediyor.
CCHR, 1969 yılında Scientology Kilisesi üyeleri ve birçok akademisyen tarafından modern psikiyatrinin en yetkili eleştirmeni olarak kabul edilen merhum psikiyatrist ve hümanist Dr. Thomas Szasz tarafından, 'istismarları ortadan kaldırmak ve akıl sağlığı alanında insan haklarını ve onurunu geri kazandırmak' amacıyla kurulmuştur. O zamandan beri CCHR, akıl sağlığı hastalarını koruyan '180'den fazla yasanın çıkarılmasına' yardımcı olmuştur. Washington, DC'deki CCHR Ulusal İşler Ofisi, eyalet ve federal düzeyde akıl sağlığı haklarını savunmaktadır. Dünya çapında 441 büyük şehri gezen ve 800.000'den fazla kişiye günümüze kadar 'istismarcı psikiyatri uygulamalarının' tarihi hakkında eğitim veren CCHR gezici sergisi, Washington, DC'de Kongre Siyahi Meclisi Vakfı Yıllık Yasama Meclisi'nde ve diğer yerlerde sergilenmiştir." -Anne Goedeke, Vatandaş İnsan Hakları Komisyonu (Citizens Commission on Human Rights, "CCHR"), Ulusal İşler Ofisi, +1 202-349-9267, -CCHR: Psikiyatrik İlaçların Yan Etkileri.." -CCHR, einnews (46)
"Tıbbi Çalışma Doğruluyor: "Antipsikotik" Psikiyatrik İlaçlar Beyin Dokusunu Küçültüyor
"Beyin Küçülmesi Sizin İçin İyi mi?" - Bilimsel bir çalışmayla ilgili yakın tarihli bir haber makalesine (Bloomberg, 7 Şubat 2011) göre, bazılarımızın uzun süredir söylediği şu gerçeği inkar etmek artık çok daha zor olacak:
Antipsikotik ilaçlar sıklıkla beyinde küçülmeye neden olur... Genel Psikiyatri Arşivleri'nde (2/11) yer alan çalışma, yedi yıl boyunca "süre ve yoğunluk da dahil olmak üzere daha fazla antipsikotik ilaç tedavisinin beyin hacminde daha büyük düşüşlerle bağlantılı olduğunu" ortaya koydu. Hastalığın şiddeti, alkol ve yasadışı uyuşturucu kullanımının hiçbir etkisi olmadı.
Bu bariz kanıtlara rağmen, baş araştırmacı, 'araştırma fonlarının çoğunun nereden geldiğini' bildiği için ilaçları eleştiriyormuş gibi görünmek istemedi ve herkesi bunun "kötü" olduğu "sonucuna hemen varmamaları" konusunda uyardı. Araştırmacılar, "şizofreni'nin beyni küçülttüğünü" gösteren kanıtlar bulduklarında, bunun kötü olmayabileceğini nedense hiç düşünmezler. Ancak burada, "hastalığın" şiddetinin küçülmeye neden olmadığını, ilaçların ise 'küçülmeye neden olduğunu' buldular.
Yine de bunun kötü olduğu sonucuna hemen varmamalıyız. İlaç satıcılarının birkaç hafta sonra bu konuda ne söyleyeceklerini neredeyse tahmin edebiliyorum: "Aslında, artık ilaçların sadece beynin dengesiz kısmını küçülttüğünü, dolayısıyla genel sonucun iyi olduğunu düşünüyoruz!"
Umarım bu haber, ilaç dışı alternatif yaklaşımlar için çok daha fazla baskı yaratır. Ve bu ilaçlara bağımlı olan kişilerin, 'iyi bir destekle, güvenli yollarla ve dikkatlice' aşamalı olarak bırakmayı denemelerine yardımcı olacak programlar.
Ayrıca bunun günümüzde neredeyse her şey için antipsikotiklerin reçete edilme şeklini nasıl etkileyeceğini de merak ediyorum: depresyon, anksiyete, travma sonrası stres bozukluğu, uykusuzluk, yaramazlık yapan çocuklar. Belki bazı insanlar fikrini değiştirir?
-"MindFreedom International, nöroleptik (antipsikotik) psikiyatrik ilaçların neden olduğu beyin hasarı (beyin büzülmesi ve kalıcı istemsiz kas hareketleri dahil) hakkında tıp literatüründeki birçok çalışmadan bazılarını içeren bir klasör tutmaktadır. Klasörü aşağıdaki "İlgili İçerik" bağlantısından inceleyebilirsiniz." (41)
"Nöroleptikler maymunlarda beyinleri küçültüyor
Bu çalışmada, hem eski bir nöroleptik (Haldol veya "haloperidol") hem de yeni bir atipik nöroleptik (Zyprexa veya "olanzapin"), maymunların 'beyinlerinin üst seviye kısımlarında, önemli bir küçülmeye' neden olmuştur. Kaynak: Neuropsychopharmacology 9 Mart 2005
Haldol ve Olanzapin Maymunlarda Beyin Küçülmesine Neden Oluyor... Altı makak maymunundan oluşan üç grup, 17-27 aylık bir süre boyunca oral haloperidol, olanzapin veya sham'a maruz bırakıldı. İlaçla tedavi edilen her iki grupta da, sham'a kıyasla ortalama taze beyin ağırlıklarında ve sol serebrum taze ağırlık ve hacimlerinde %8-11'lik bir azalma görüldü. Farklılıklar tüm ana beyin bölgelerinde (frontal, parietal, temporal, oksipital ve serebellum) gözlendi, ancak hem gri hem de beyaz cevherde frontal ve parietal bölgelerde artış görüldü. İlaçla tedavi edilen maymunlarda sham'a kıyasla daha fazla olan benzer bir hacim küçülmesi görüldü.
(Not: Başlangıçta burada bildirildiği gibi, çalışma "doku fiksasyonunun" neden olduğu hacim değişikliklerini inceledi, ancak bu ikincil odak noktası, 'ilaca bağlı beyin değişiklikleriyle' ilgili bu endişeyle ilgili değildir. )
Tıbbi çalışma kaynağı: Antipsikotik İlaçlara Kronik Maruziyetin Doku Fiksasyonu Öncesi ve Sonrası Beyin Boyutu Üzerindeki Etkisi: Makak Maymunlarında Haloperidol ve Olanzapin Karşılaştırması (a)" (42)
"Bilimsel makale: Nöroleptik (antipsikotik) ilaçlar hücre ölümüne neden olabilir.
Bu tıbbi araştırma, nöroleptiklerin (antipsikotikler olarak da bilinir) 'sadece beyni küçültmekle kalmayıp aynı zamanda hücre ölümüne de neden olabileceğini' ortaya koymuştur.
- Makak Maymunlarının Parietal Korteksindeki Hücre Sayıları Üzerine Kronik Antipsikotik İlaç Maruziyetinin Etkisi .. Hem canlı hem de ölüm sonrası araştırmalar, şizofreni hastalarında tüm beynin ve belirli beyin bölgelerinin hacimlerinin daha küçük olduğunu göstermiştir. Bu hacimlerin ne ölçüde hastalıktan veya antipsikotik ilaç tedavisinin etkilerinden kaynaklandığı belirsizdir. Gerçekten de, yakın zamanda makak maymunlarının şizofreni hastalarında terapötik aralıkta plazma seviyeleri üreten dozlarda haloperidol veya olanzapine kronik maruziyetinin, sol parietal lobda %11,8-15,2 oranında daha küçük gri madde hacmi de dahil olmak üzere, toplam beyin ağırlığı ve hacminde önemli ölçüde azalma ile ilişkili olduğunu bildirmiştik.
Sonuç olarak, bu çalışmada bu daha küçük hacimlerin gri cevheri oluşturan hücresel elementlerin daha düşük sayılarıyla ilişkili olup olmadığını belirlemeyi amaçladık. Nissl boyalı kesitlerde nokta sayımı ve Cavalieri prensibinin kullanımı, antipsikotik ilaçlara maruz bırakılan maymunların sol parietal lobunda %14,6 daha küçük bir gri cevher hacmini doğruladı. Gri cevherdeki her hücre tipinin sayısını tahmin etmek için optik fraksiyonlama yönteminin kullanılması, glial hücre sayısında %14,2'lik önemli bir düşüş ve buna bağlı olarak %10,2'lik daha yüksek bir nöron yoğunluğunu ortaya koydu. Nöron ve endotel hücre sayıları gruplar arasında farklılık göstermedi. Antipsikotik ilaçlara maruz kalan maymunlarda toplam nöron sayısında bir fark olmaksızın daha küçük gri madde hacmi, daha düşük glial hücre sayısı ve daha yüksek nöron yoğunluğu bulguları, ölüm sonrası şizofreni çalışmalarının sonuçlarıyla paralellik göstermekte ve şizofreni hastalarında görülen bu tür gözlemlerin en azından kısmen antipsikotik ilaç etkilerinden kaynaklanabileceği olasılığını gündeme getirmektedir." (a)" (44)
"Antipsikotikler ve İlerleyici Beyin İşlev Bozukluğu
Beyinde üç ana dopaminerjik yol vardır. Biri, motor hareketlerin başlatılmasını kontrol eden bazal gangliyonları içerir. İkincisi, dünyaya karşı duygusal tepkiler vermemize yardımcı olan beyin bölgesi olan limbik sistemi içerir. Üçüncüsü, beynin öz bilincin ortaya çıktığı kısmı olan frontal loblardadır.
Antipsikotikler, bu üç yol boyunca dopamin reseptörlerini bloke ederek çalışır ve uzun vadede bu yollar giderek daha işlevsiz (dysfunctional) hale gelir (en azından hastaların yüksek bir yüzdesinde).
-Bazal gangliyonlardaki işlev bozukluğu (dysfunction) tardif diskineziye yol açar.
-Limbik sistem ve frontal loblardaki işlev bozukluğu (dysfunction) tardif psikoza ve tardif demansa yol açar.
Eski standart nöroleptiklerle, tedavinin ilk yılı içinde hastaların yüzde beşinde tardif diskinezi ortaya çıktığı ve - bu durumdan etkilenenlerin oranının - her bir yıllık maruziyetle yüzde beş daha arttığı bulunmuştur.
Zyprexa ve Risperidon gibi yeni atipik ilaçlar daha az tardif risk oluşturabilir, ancak bu henüz tam olarak netleşmemiştir. Araştırmacılar tardif diskineziyi "'Huntington hastalığı, distoni musculorum deformans ve postensefalitik beyin hasarı (brain damage)' gibi bilinen nörolojik hastalıklarla" karşılaştırmışlardır. Bu ilaca bağlı beyin işlev bozukluğunu (brain dysfunction) belgeleyen birkaç çalışma aşağıdadır.
1. Majör Nöroleptiklerle Tedavi Edilen Hastalarda Tardif Diskinezi (Tardive Dyskinesia in Patients Treated with Major Neuroleptics) - Crane, G. American Journal of Psychiatry 124, supplement (1968):40-47 (a)
2. 20. Yılında Klinik Psikofarmakoloji (Clinical Psychopharmacology in its 20th Year) - Crane, G. Science181 (1973):124-128 (b)
3. Tardif diskinezide fonksiyonel bozukluk. (Functional Impairment in tardive dyskinesia) - Yassa, R. Acta Psychiatrica Scandinavica80 (1989): 64-67 (c)
4. Tardif diskinezide dikkat ve duygudurum bozukluğunun merkezi belirleyicileri (Central Determinants of Attention and Mood Disorder in Tardive Dyskinesia) - Myslobodsky, M. Brain and Cognition 23 (1993):88-101 (d)
5. Şizofrenide Bilişsel İşlev Bozukluğu. (Cognitive Dysfunction in Schizophrenia) - Waddington, J. Brain and Cognition 23 (1993):56-70 (e)
6. Atipik ve Tipik Antipsikotiklerin TardiveDiskinezi Üzerindeki Etkisi (The Effect of Atypical versus Typical Antipsychotics on TardiveDyskinesia) - De Leon, J. Eur. Arch. Psychiatry Clinical Neurosciences 257 (2007):169-172 (f)
"Atipiklerdeki hastaların yüzde yirmisi, 'beş yıldan daha kısa bir süre içinde' geç diskinezi geliştirdi, bu da standart nöroleptiklere benzer bir oran. Şiddetli TD, atipiklerde standart nöroleptiklere göre daha fazla sorun olabilir."
7. Antipsikotik ilaçların nöropatolojik etkileri (The Neuropathologic Effects of Antipsychotic Drugs) - Harrison P. Schizophrenia Research 40 (1999):87-99 (g)
"Antipsikotik ilaçların birçok patolojik etkisini belgeleyen araştırma literatürünün iyi bir incelemesi." (32)
"Psikoz haplarının beyne verdiği hasar ve diğer zararları...
""Kritik Psikiyatri Ders Kitabı, Bölüm 7: Psikoz (Altıncı Kısım) - Editörün Notu: Önümüzdeki birkaç ay içinde Mad in America, Peter Gøtzsche'nin 'Kritik Psikiyatri Ders Kitabı' adlı kitabının tefrika versiyonunu yayınlayacak. Bu blog yazısında, 'psikoz haplarının beyne verdiği zararı ve bunun tardif diskinezi gibi birçok klinik soruna' nasıl yol açtığını ele alıyor. Her Pazartesi, kitabın yeni bir bölümü yayınlanıyor ve tüm bölümler burada arşivleniyor."
Geri döndürülemez beyin hasarı (Irreversible brain damage) ve diğer ciddi zararlar...
Ders kitapları, 'geri döndürülemez beyin hasarı' hakkında çelişkili bilgiler veriyordu ve bunlardan biri, bunu son derece kafa karıştırıcı bir şekilde açıklamaya çalışıyordu. Psikoz haplarının muhtemelen 'birçok hastada beyin dokusu kaybını önlediği, ancak bazılarında zararlı bir etkisinin göz ardı edilemeyeceği' belirtiliyordu. "Psikoz haplarının beyin hasarını önleyebileceği belgelenmemiştir ve kanıta dayalı tıp, spekülasyonlarla değil, ortalama olarak 'ne kadar etkili olduklarıyla' ilgilidir." Psikoz haplarının, 'sinir hücrelerini o kadar etkili bir şekilde öldürdüğünü ve beyin tümörlerine karşı olası kullanımlarının araştırıldığını' hatırlamak düşündürücüdür.
Bu yazarlar, 'beyin küçülmesinin (brain shrinkage), psikoz haplarının dozuyla' ilişkili olduğunu, ancak aynı zamanda en hasta hastaların en yüksek dozları aldığını (endikasyona göre karışıklık) ve bu nedenle bir yargıya varmanın zor olduğunu belirttiler. Daha yeni verilerin, 'nüksetme (/tekrarlama "relapse") ile ilerleyici küçülme (progressive shrinkage) arasında bir ilişki gösterdiğini ve bunun psikozun, toksik olabileceğini gösterdiğini 'eklediler.
Literatürde herhangi bir referans bulunmamakla birlikte, 'nüksetme ile küçülme arasındaki ilişki psikozun toksik olabileceğini' göstermemektedir. İlaçların 'zararlı etkilerinin göz ardı edilemeyeceği' yönündeki kendi argümanlarını kullanarak, küçülmenin 'ilaçlardan kaynaklanmış olabileceğini' öne sürüyorlar.
Başka bir ders kitabı, hayvan deneylerinin 'psikoz ilaçlarının, gri maddeyi azalttığını' gösterdiğini ve bir referans verdiğini belirtiyor. Bunun kısmen insan çalışmalarıyla doğrulandığını, ancak literatürün belirsiz olduğunu da ekliyor. Yazarlardan biri, önde gelen şizofreni araştırmacılarından Merete Nordentoft'tu. Nancy Andreasen'in bilinen çalışmalarından bahsetmemesi ilginç.
Beyin görüntüleme çalışmalarındaki büyük önyargı potansiyeline rağmen (bkz. Bölüm 3), bu tür çalışmalar ve meta-analizler - makalelerinden anlaşıldığı kadarıyla, 'bulgularından hoşlanmayan kişiler' tarafından gerçekleştirilen çalışmalar - 'psikoz haplarının, beyni küçülttüğünü' ikna edici bir şekilde göstermiştir. Bunu doza bağlı bir şekilde yaparlar ve psikozdan muzdarip olmayan primatlarda da beyni küçültürler. Buna karşılık, hastalığın şiddetinin çok az etkisi vardır veya hiç etkisi yoktur.
Psikozun, 'beyne zarar verebileceğine' dair güvenilir bir kanıt yoktur ve büyük bir çalışma bunu iddia etse de, 'tedavinin etkilerini hastalığın olası etkilerinden ayıramamıştır' ve yazarlar da bunu kabul etmiştir. İlk psikoz atağı geçiren hastaları içeren bir çalışma, 'psikoz haplarına 'kısa süreli maruz kalmanın', - hastalığın şiddetiyle hiçbir ilgisi olmaksızın, - beyindeki gri cevherin küçülmesine yol açabileceğini' bulmuştur. Görüntüleme çalışmaları her zaman tartışılabilir, ancak 'psikoz haplarının, ekstrapiramidal zararlarına gelirsek, kalıcı beyin hasarına (permanent brain damage) neden olduklarına' şüphe yoktur.
Bu zararlar, 'akatizi, distoni (ağrılı kas spazmları), Parkinsonizm (titreme, düşünceleri tamamlamada veya konuşmada zorluk, yüz kaslarında sertlik ve yürüme zorluğu) ve tardif diskinezi (ağızda emme veya çiğneme hareketleri, dili dışarı çıkarma, gözleri sık sık kırpma ve ekstremitelerin sürekli hareketleriyle birlikte oturamama veya yatamama gibi yüz hareketleri)' gibi çeşitli istemsiz hareketlerden oluşur. Tardif diskinezi hastalarında ölüm oranları daha yüksektir ve bu zarar doza bağlıdır.
Bir ders kitabı, tardif diskinezinin genellikle geri dönüşümlü olduğunu belirtmiştir. Bu yanlıştır ve 'geri dönüşümsüz hareket bozukluklarından' bahseden başka bir kitap tarafından çürütülmüştür.
"Psikoz haplarının zararları arasında, ders kitaplarında 'distoni, diskinezi, akatizi, Parkinsonizm, malign nöroleptik sendrom, cinsel işlev bozukluğu, erektil disfonksiyon, retrograd ejakülasyon, libido azalması, kardiyometabolik zararlar, kalp ritmi üzerindeki etki, QT uzaması, torsade de pointes, ölümcül ventriküler taşikardi, ortostatik hipotansiyon, sinüs taşikardisi, metabolik sendrom, tip 2 diyabet, kilo alımıyla iştah merkezinin uyarılması, prolaktin artışı, galaktore, jinekomasti, amenore, osteoporoz, muhtemelen meme kanseri, burun darlığı, hafıza ve biliş üzerindeki etki, ağız kuruluğu, kabızlık, idrar retansiyonu ve bulanık görme' yer almaktadır. Ders kitaplarındaki zarar listelerinin çoğunda dikkat çeken bir husus da tardif diskineziydi."
Kötü huylu nöroleptik sendrom geliştirme riski uzun yıllar boyunca büyük ölçüde göz ardı edildi, ancak 20 yıllık bir süre içinde 100.000 Amerikalının bu hastalıktan öldüğü ve doktorlar 'uyarılmış' olsaydı 80.000 kişinin 'hayatta kalabileceği' tahmin ediliyor. Bir ders kitabı, QTc uzamasına karşı uyarıda bulunuyordu, ancak yalnızca hastalar bu tür etkilere sahip başka ilaçlar alıyorsa. Bu tavsiye ölümcüldür.
Bazı kişilerde doğal olarak uzun bir QTc aralığı vardır ve tek ilaç olarak psikoz ilacı ile tedavi edilirlerse aniden ölebilir. Klozapin ve olanzapinin 'obezite, diyabet ve kardiyovasküler hastalık riskini' en yüksek oranda taşıdığı söyleniyor; bu da bu ilaçların neden bu kadar popüler olduğunu anlamayı zorlaştırıyor.
Başka bir ders kitabında, meta-analizlerin metabolik zarar riskinin en yüksek klozapin ve olanzapinde görüldüğünü ve olanzapin kullanan hastaların diğer ilaçlar kullananlara göre daha fazla kilo aldığını gösterdiği belirtiliyor.
Sadece bir ders kitabı, ciddi zararlar hakkında dürüstçe bilgi vermiştir. Ekstrapiramidal zararların doza bağlı olduğunu ve tardif diskinezinin ciddi bir zarar olduğunu, geri döndürülemez olabileceğini ve birinci nesil ilaçlarla yılda yaklaşık %5 oranında görülme sıklığına sahip olduğunu, ancak ikinci nesil ilaçlarla da görülebileceğini belirtmiştir.
Akatizinin, şiddetli vakalarda intihar riskini artırabileceği ve psikotik duruma bağlı olarak psikomotor ajitasyonla karıştırılabileceği, doz artışına yol açarak durumu kötüleştirebileceği belirtilmiştir. Akatizinin, birinci nesil ilaçlar kullanan hastaların %25'inde, ikinci nesil ilaçlar kullanan hastaların ise daha az bir kısmında görüldüğü belirtilmiştir.
Bu kitap bile sorunları anlamsal olarak küçümsemekten kendini alamadı. Akatizi intihar riskini artırmaz, aksine riskin artmasına neden olur. İntiharların gerçekleşmesi için nedensel zincirde başka hiçbir faktöre ihtiyaç yoktur. İki kitap da tehlikeli derecede sahtekârdı.
Birinci nesil ilaçların, tardif diskinezi durumunda geri döndürülemez olabilen ekstrapiramidal hasarlara neden olduğunu ve bu hasarların ikinci nesil ilaçlar kullanılarak önlenebileceğini iddia ettiler. Daha önce de belirtildiği gibi, bu 'pazarlama mesajı' yanlıştır; yeni ilaçlar bu açıdan daha iyi değildir. Ayrıca, yazarlar 'akatizi hastalarının bazılarının intiharı düşündüğünü' belirtirken, bunun ikinci nesil ilaçlar için de geçerli olduğunu söylemediler. Akatiziden bahseden üçüncü bir kitap, bunun intihar ve şiddet riskini artıran tehlikeli bir zarar olduğunu belirtmemiştir.
Akatizi ve tardif diskinezisi olan çocuk ve yetişkinlerin videoları, bu beyin hasarlarının ne kadar korkunç olabileceğini gösteriyor. Psikiyatrinin tardif diskineziyi iatrojenik bir hastalık olarak tanıması 20 yıl sürdü; oysa bu, psikoz haplarının en kötü zararlarından biri ve aynı zamanda en yaygın olanlarından biri olup, her yıl hastaların yaklaşık %4-5'ini etkiliyor. 1984 yılında, FDA'dan Poul Leber verileri genelleştirerek, 'tüm hastalarda yaşam boyu tardif diskinezi gelişebileceği' sonucuna vardı. Üç yıl sonra, Amerikan Psikiyatri Birliği başkanı bir Oprah Winfrey programında 'tardif diskinezinin ciddi veya sık görülen bir sorun olmadığını' söyledi.
Nörologlar, tardif diskineziyi tespit etmede psikiyatristlerden çok daha iyidir ve aynı durum araştırmacılar için de geçerlidir. Akut psikoz nedeniyle ardışık olarak hastaneye yatırılan ve 48'i en az bir hafta psikoz ilaçları ile tedavi edilen 58 hasta arasında, araştırmacılar '10 hastada tardif diskinezi' tespit etmiş, ancak psikiyatristler bu tanıyı yalnızca birine koymuştur. Akatizi tanısı da, özellikle semptomlar yüz yerine ekstremiteleri etkilediğinde, sıklıkla gözden kaçırılmakta veya yanlış yorumlanmaktadır. Aynı çalışmada, araştırmacılar 27 hastada akatizi teşhisi koyarken, klinisyenler yalnızca 7 hastada akatizi teşhisi koymuştur. Şizofreni hastalarından oluşan bir toplum örnekleminde yaygınlık %19'dur.
Akatizi'nin fark edilmemesinin birkaç nedeni vardır. Semptomları 'mani, psikoz, ajite depresyon ve DEHB' gibi diğer psikiyatrik bozuklukların semptomlarına benzer ve sıklıkla bunlarla örtüşür. Ayrıca, akatizi genellikle psikoz ilaçlarının yaygın bir ekstrapiramidal hasarı olan akinezi ile eş zamanlı olarak ortaya çıkar ve akinezi tarafından maskelenir. Bu tür hastalar 'içsel bir huzursuzluk ve hareket etme dürtüsü' hissedebilir, ancak 'karakteristik uzuv hareketleri' göstermezler, içsel bir çalkantı halinde hareketsiz otururlar.
Akatizi, kötüleşen 'anksiyete, psikoz veya ajite depresyonla' karıştırıldığında, klinisyen genellikle 'sorumlu etkenin dozunu artırarak' daha fazla zarara yol açar. Akatiziden daha az bilinen bir durum ise, genellikle bir ilaç veya doz değişikliğinden üç aydan uzun bir süre sonra ortaya çıkan ve gecikmiş bir başlangıç gösteren tardif akatizidir. Genellikle tardif diskinezi ile ilişkilendirilir. Bir gazeteci deneyimini şöyle anlatmıştı: "Ve sonra, [depresyon hapımı] azalttıktan yaklaşık dört ay sonra, titreyerek uyandım ve daha önce hiç yaşamadığım bir yaklaşan felaket hissiyle karşılaştım."
Akinezi (Akinesia) sıklıkla gözden kaçar veya depresyon olarak yanlış teşhis edilir. Bu nedenle, psikoz ilaçları kullanan ve 'motivasyonsuz, depresif, uyuşuk veya yavaşlamış' hale gelen herhangi bir hastanın ayırıcı tanısında akinezinin de göz önünde bulundurulması gerekir. Akinezinin şiddetli formları, hafif vakalara göre daha sık göz ardı edilir; bunun nedeni, ciddi şekilde etkilenen hastaların 'semptomlarından daha az şikayetçi' olmaları olabilir.
Ders kitaplarında tamamen eksik olan şey, psikiyatristlerin hastalarına verdikleri, ilaç kaynaklı olmayan zararlardı. Psikiyatristlerin hastalarına 'şizofreni hastası olduklarını ve bunun ömür boyu süren bir hastalık olduğunu, bazen de psikoz haplarıyla ömür boyu tedavi gerektirdiğini' söyleyerek damgalamaları ve onları 'bu ilaçlarla zorla tedavi ettirmeleri' sonucunda ortaya çıkan umutsuzluktan eser yoktu."
Anlaşılabilir bir şekilde, bu durum intihar riskini önemli ölçüde artırıyor. 2014 yılında Danimarka'da 2.429 intihar vakasını inceleyen bir kayıt çalışması, psikiyatri personeliyle ne kadar yakın temas kurulursa - ki bu genellikle zorla tedavi gerektirir - sonuçların o kadar kötü olduğunu göstermiştir.
Önceki yıl herhangi bir psikiyatrik tedavi görmemiş kişilerle karşılaştırıldığında, yalnızca psikiyatrik ilaç alan kişilerde intihar için düzeltilmiş oran 6, psikiyatrik ayaktan tedavi gören kişilerde psikiyatrik acil servis temaslı kişilerde 28 ve psikiyatri hastanesine yatırılmış kişilerde 44'tür. Hastaneye yatırılan hastaların, diğerlerinden daha hasta oldukları için (endikasyona göre kafa karıştırıcı) elbette intihar riskinin en yüksek olması beklenir, ancak bulgular sağlamdı ve çalışmadaki olası önyargıların çoğu muhafazakardı, yani hiçbir ilişki olmadığı yönündeki sıfır hipotezini destekliyordu.
Eşlik eden bir başyazıda, intiharın hem damgalanma hem de travmayla ilişkili olduğuna dair çok az şüphe olduğu ve psikiyatrik tedavinin doğasında bulunan damgalanma ve travmanın - özellikle istemsizse - intihara yol açmasının tamamen olası olduğu belirtildi. Başyazı yazarları, hastaneye yatış sırasında veya sonrasında intihar eden bazı kişilerin, bunu 'hastaneye yatışa özgü koşullar nedeniyle' yaptıklarına inanıyordu. Bir ders kitabında intihar için 10 risk faktöründen bahsedildi, ancak 'psikiyatri koğuşuna yatış', en büyük risk gibi görünse de bunlar arasında yer almadı.
Lityum ve antiepileptikler...
Ders kitaplarındaki lityum hakkındaki bilgiler genel olarak yanlıştı (bunu 8. Bölüm'de daha ayrıntılı olarak açıklayacağım). Bir kitap, lityumun 'şizoaffektif bozukluklarda profilaktik bir etkiye sahip olduğunu ve saldırganlığı azaltabileceğini' iddia etmiş, ancak hiçbir referans vermemiştir. Ancak, şizofreni için lityumla yapılan 22 denemenin sistematik bir incelemesi, lityumun işe yaradığına dair güvenilir bir kanıt bulamamıştır.
Denemeler 'genellikle küçük çaplıydı, ortalama sadece 35 hastayla yapılmıştı, kısa süreliydi, eksik raporlanmış ve yeterince körlenmemişti' ve 'çift kör olmayan çalışmalar veya yüksek kayıp oranına sahip çalışmalar' hariç tutulduğunda olumlu etki ortadan kalkmıştır.
Nisan 2022'de PubMed'deki başlık alanında lityum şizo* (schizo) araması yaparak aramayı güncelledim ve herhangi bir ek çalışma bulamadım. Psikotik hastalar genellikle antiepileptiklerle tedavi edilir. Gördüğüm kadarıyla, lityum ve antiepileptikler (aşağıda bipolar bozukluk başlığı altında görebilirsiniz) psikoz hastalarında kullanılmamalıdır.
Benzodiazepinler...
Bir ders kitabında, ajitasyonun 'intihar ve personele ve diğer hastalara karşı saldırgan davranış riskini artırdığı' ve bunun psikoaktif maddelerle 'zehirlenme, yoksunluk' veya 'psikiyatrik ilaçların zararlarından' kaynaklanabileceği belirtilmiştir. Bu yazarlar, akut ajitasyon durumları için 'ilaç dışı müdahaleler - örneğin, yatıştırma teknikleri (de-escalation techniques) - önermiş ve ilaç gerektiğinde psikoz ilaçlarının benzodiazepinlerden daha iyi olduğunu' belirtmişlerdir. Aynı kitapta, bir başka yazar 'benzodiazepinlerin psikozun akut ajite evresinde önemli olduğunu ve etkisinin psikoz haplarıyla eşdeğer olduğunu' belirtmiştir.
İlaç endüstrisi elbette oldukça pahalı psikoz haplarını, neredeyse ücretsiz olarak temin edilebilen patenti alınmış benzodiazepinlerle karşılaştırmaktan kaçınmıştır ve psikiyatristler bu tür deneyleri 'kendileri yapmayı ihmal ederek' mesleki sorumluluklarını yerine getirmemişlerdir. Klorpromazinin piyasaya sürülmesinden 35 yıl sonra, 1989 yılında, iki ilaç türü yalnızca iki çalışmada karşılaştırılmıştı ve benzer sonuçlar elde edilmişti. 2012 yılında, bir Cochrane incelemesinde özetlenen 14 karşılaştırmalı çalışma vardı.
İstenilen sedasyon, psikoz hapına kıyasla benzodiazepinle önemli ölçüde daha hızlı gerçekleşti, ancak yazarlar, 'kendi sonuçlarıyla uyuşmayan bir sonuca' vararak ilaç endüstrisine övgüler yağdırdılar: "Şu anda benzodiazepinlerin monoterapi olarak uygulanması uygulamasını doğrulayacak veya çürütecek ikna edici bir kanıt yok." Elbette vardı ve akut fazda sedasyona ihtiyaç duyuluyorsa benzodiazepin kullanmalıyız. Cochrane incelemesini yapan psikiyatristler, inceledikleri 'çalışmaların kalitesinin düşük olduğunu, ancak elimizdeki en iyi kanıtın bu olduğunu' belirttiler.
Psikiyatri hastalarına ders verdiğimde, onlara bir dahaki sefere akut bir şekilde hastaneye yatırıldıklarında ve sakinleştirici bir şeye ihtiyaç duyduklarında hangi ilacı tercih edeceklerini sıklıkla sorarım. Hepsi benzodiazepin kullanmayı tercih etti. Bu nedenle, onları psikoz hapı almaya zorlamak veya istemsizce psikoz ilacı enjekte etmek etik değildir, ancak bu standart bir uygulamadır.
Akut psikoz tedavi edilmezse tekrar kaybolma eğiliminde olduğundan, psikiyatristler - birkaç gün benzodiazepin dışında - ilaç kullanmaktan çok kaçınmalıdır. İzlandalı bir psikiyatrist, Londra'daki bir psikoz koğuşunda çalışırken, meslektaşlarıyla birlikte yeni yatırılan hastalara psikoz ilacı vermeye başlamadan önce ortalama iki hafta beklediklerini söyledi. Çoğu kişi ilaç almayı tercih etti, ancak genellikle çok küçük dozlarda. Bu nedenle hastalara yardımcı olan şeyin "tedavi eşiğinin altındaki dozlar" değil, 'saygı, zaman ve barınma' olması çok olası.
Norveç'teki Akershus Üniversitesi Hastanesi'nden psikiyatrist Simon Wilkinson, hızlı sakinleştirme için bir rejimlerinin olmadığını ve hiçbir zaman ihtiyaç duymadıklarını söyledi. Bu tamamen mevcut kültürle ilgili. Psikiyatristler, hastalarla bulundukları yerde buluşarak ve mümkün olan tüm saygı ve empatiyi göstererek, zorla ilaç vermeden çok daha iyisini yapabilirler.
Psikoterapi ve bakım...
Yukarıda belirtildiği gibi, psikoterapi genellikle 'tek başına bir tedavi seçeneği' değil, 'haplara ek bir tedavi' yöntemiydi. Bu ciddi bir hatadır. Şizofreninin akut erken döneminde psikoz ilaçlarının etkili olduğuna dair kanıtımız olmadığını belirten Cochrane incelemesinin yazarları, incelemelerine Loren Mosher tarafından yapılan randomize bir çalışmayı da dahil ettiler.
Mosher, tamamı psikoz ilacı alan 55 hastane hastasını, %67'si psikoz ilacı almayan - hastane dışı bir ortamda tedavi gören - 45 hastayla karşılaştırdı ve altı hafta sonra sonuçlar neredeyse aynıydı. Mosher, psikoz ilaçlarının kullanımına karşı değildi. 1971'de, akut psikotik insanları 'insancıl bir şekilde, empati ve şefkatle tedavi etmek istediği' için 12 odalı bir 'Soteria evi' açtı. Kapılarda kilit yoktu ve amaç 'insanlara saygılı davranmaktı.'
Ekibi akıl sağlığı uzmanları değil, 'sosyal becerilere ve empatiye sahip, hastaların sıklıkla istismar ve aşırı sosyal başarısızlıkla ilgili travmalarını ortaya koyan, hikayelerini dinleyen' kişilerdi. Böylece Mosher, Açık Diyalog (Open Dialogue) yaklaşımının yolunu açtı (bkz. Bölüm 7, Kısım Üç). Mosher'ın, randomize çalışmadan sonra da 'psikoz ilaçlarını kullanmaktan kaçınarak elde ettiği iyi sonuçlar', diğer psikiyatristler için fazlasıyla tehdit ediciydi.
Hastaları, ilaç kullananlara kıyasla 'daha az nüksetme yaşıyor ve toplumda iş bulma ve okula gitme konusunda daha iyi işlev görüyorlardı.' Sıradan insanların, psikiyatristlerin ilaçlarıyla delilere 'daha fazla yardım edebileceğini ' öne sürmesi, psikiyatristleri rahatsız ediyordu. Ancak Mosher, ABD Ulusal Akıl Sağlığı Enstitüsü'ndeki (US National Institute of Mental Health) Şizofreni Çalışmaları Merkezi'nin (Center for Studies of Schizophrenia) başkanıydı, bu yüzden onun 'nasıl durdurulabileceği' belli değildi.
NIMH klinik proje komitesi, araştırma ekibinin bilimsel titizliği konusunda şüphe uyandırdı ve Mosher'ın projesine ayrılan fonu, o kadar düşük bir seviyeye indirdi ki, bu durum mali bir ölüm öpücüğü haline geldi. Bu, bir projenin sonuçları 'statükoyu ve özenle budanmış öz imajlarını' tehdit ettiğinde, 'sağlık hizmetlerinde gücü elinde tutanların' kullandığı standart bir yöntemdir.
Mosher, sosyal hizmetlerle ilgilenen NIMH bölümünden fon başvurusunda bulunarak bu engeli aşmaya çalıştı ve akran değerlendirme komitesi oldukça istekliydi. Ancak klinik projeler komitesi, 'ilaç tedavisinin tıbbi modeliyle akademik psikiyatrinin güvenilirliğini tehdit ettiği' için projesini hemen sonlandırdı. Bu, çalışmanın varsayılan "ciddi kusurları" hakkında aşağılayıcı ifadelerle ve 'daha fazla fonun ancak Mosher istifa edip komitenin, - projeyi başka bir araştırmacıyla yeniden tasarlaması - durumunda gelebileceği' ölümcül darbesiyle yapıldı.
Bu, hastalar için bir hazine olan üst düzey bir araştırmacıya karşı kullanılan en çirkin manevralardan biriydi ve Mosher 25 yıl sonra şöyle dedi: "Eğer bu kadar iyi sonuçlar alıyorsak, o zaman dürüst bir bilim insanı değilim demektir."
NIMH, Mosher'ı dışlanmış bir insan yaptı ve üç yıl sonra onu NIMH'den kovdu. Amerika'da psikoz haplarının faydalarını sorgulayan diğerleri, - bunun kariyerlerini ilerletmeyeceğini - çabucak anladılar ve NIMH bu tür projelere daha fazla fon ayırmadı.
Yıllar sonra, Cochrane incelemesinin ilk yazarı, Mosher'ın çalışmasından elde edilen takip verilerini analiz etti ve bunların Mosher'ın yayınladıklarından bile daha olumlu olduğunu keşfetti. Şizofreni için psikoterapi maliyet etkin görünmektedir. 2012 tarihli bir NICE kılavuzuna göre, ekonomik kanıtların sistematik bir incelemesi, 'bilişsel davranışçı terapinin klinik sonuçları ek bir maliyet olmaksızın iyileştirdiğini ve ekonomik modellemenin daha az hastane yatışı nedeniyle maliyet tasarrufu sağlayabileceğini' göstermiştir.
Şizofreni hastalarında ilaç kullanmayan ilk psikoterapi denemesi 2014 yılına kadar yayınlanmamıştı. Hastaların tamamı ilaç tedavisini reddetmişti. Etki büyüklüğü, normal tedaviye kıyasla 0,46 idi; bu da psikoz haplarını plasebo ile karşılaştıran ciddi kusurlu denemelerde görülen ortalama 0,44'lük değerle hemen hemen aynıydı. Bu, psikoterapinin etkisinin muhtemelen hapların etkisinden daha iyi olduğu anlamına gelir.
ABD'li Psikiyatrist Peter Breggin, 'empati, ilgi ve anlayışın' şiddetli şizofreni hastalarında 'ne kadar olağanüstü bir etkiye sahip olabileceğini' anlattı. Akıl sağlığı eğitimi almamış 18 yaşında bir üniversite birinci sınıf öğrencisi olan Breggin, bir eyalet akıl hastanesinde gönüllü olarak çalıştı ve hastalara, 'kendisine nasıl yaklaşılmasını istiyorsa öyle, özen ve ilgiyle, hastaları tanıma ve neye ihtiyaç duyduklarını ve ne istediklerini' öğrenme arzusuyla yaklaştı.
Hastaların 'otoriter ve bazen şiddet yanlısı personel tarafından nasıl istismar edilip aşağılandığını' ve 'insülin koma terapisi, elektroşok ve lobotomi gibi beyin hasarına yol açan tedavi yöntemlerini' görünce dehşete düştü; bu arada, bu tedavilerin "kötü beyin hücrelerini öldürdüğü (killed bad brain cells)" söylendi ve elbette bunun doğru olma ihtimali düşüktü. Breggin, 15 öğrencinin, 'henüz klorpromazinle etkisiz hale getirilmemiş, yardım edilemeyecek durumdaki kronik hastalar - tükenmişlik sendromu şizofreni hastaları - arasından kendilerine birer hasta tahsis edildiği 'bir yardımcı program geliştirdi.
15 hastadan 11'inin 'eve dönmesine' veya 'toplumda daha iyi bir yer bulmasına' yardımcı olabildiler. Sonraki bir ila iki yıl içinde sadece üç hasta hastaneye geri döndü. Breggin'in programı ulusal manşetlere taşındı ve 1961'de Akıl Hastalıkları ve Sağlık Ortak Komisyonu tarafından önemli bir yenilik olarak övüldü. Bu, Ulusal Akıl Sağlığı Enstitüsü (NIMH "National Institute of Mental Health") tarafından yayınlanan son psikososyal odaklı belgeydi. O zamandan beri, biyokimyasal açıklamaları ve ilaçları tanıtmak için ilaç endüstrisiyle iş birliği çabalarına odaklanıldı.
Psikiyatristler son zamanlarda şizofreni hastalarıyla 'daha fazla konuşurlarsa, zorla tedaviye daha az ihtiyaç duyduklarını' keşfettiler. Merete Nordentoft bu olumlu deneyimini benimle bir televizyon tartışmasında aktardı. Psikiyatristlerin bunu neden keşfetmesi gerektiğini merak ettim. Bunu en başından beri bilmeleri gerekmez miydi?" -Peter C. Gøtzsche, MD (31)
"Araştırmacılar Antipsikotik Reçete Edilen Çocuklarda "Beyin Atrofisi" Uyarısında Bulundu
Yeni bir yorumda, araştırmacılar 'antipsikotik ilaçların - özellikle beyinleri hala gelişmekte olan - çocuklarda beyin atrofisine (brain atrophy) neden olabileceğine' dair kanıtları tartışıyorlar.
Makale, Avustralya'daki Flinders Üniversitesi'nden Tarun Bastiampillai, Peter Parry ve Stephen Allison tarafından yazılmış ve Avustralya ve Yeni Zelanda Psikiyatri Dergisi'nde (ANZJP "Australian and New Zealand Journal of Psychiatry") yayınlanmıştır.
Yazarlar, çocukların ikinci nesil antipsikotiklerin 'obezite, diyabet ve sedasyon' gibi olumsuz etkilerine daha duyarlı olduğunun 'psikiyatride kabul görmüş bir kanı olduğunu' belirtiyorlar. Ancak 'antipsikotiklerin yol açtığı beyin değişiklikleri' daha tartışmalı bir konu. Bazı psikiyatristler, 'psikozun kendisinin beyin atrofisinden sorumlu olduğunu ve ilaçların semptomları azaltarak beyni koruyabileceğini' öne sürmüşlerdir.
Ne yazık ki Bastiampillai, Parry ve Allison'a göre bu, araştırma bulgularıyla uyuşmuyor. 2011 yılında yapılan ve 'daha uzun süreli antipsikotik kullanımı ile daha yüksek dozda antipsikotik ilaç kullanımının beyin hacmi kaybıyla ilişkili olduğunu' gösteren bir çalışmaya atıfta bulunuyorlar. Araştırmacılar, 'psikotik "hastalığın" süresi, "semptomların" şiddeti ve madde bağımlılığı' gibi kafa karıştırıcı faktörleri kontrol ettiler. Bu durum, "hastalığın şiddetinin" beyin hacmi kaybını açıklamak için kullanılamayacağını göstermektedir.
Benzer şekilde, hem maymunlar hem de sıçanlar üzerinde yapılan çalışmalar, 'sağlıklı hayvanların antipsikotiklere maruz kaldıklarında, özellikle frontal serebral kortekste beyin hacimlerinin ortalama %8-11'ini kaybettiklerini' göstermektedir. Araştırmacılar hem haloperidol hem de olanzapini test ettiler; bu da bu etkinin hem birinci nesil hem de daha yeni, ikinci nesil antipsikotikler için bulunduğu anlamına geliyor. Bu bulgular, çocuklara herhangi bir psikotik semptom olmaksızın ve çoğu durumda herhangi bir akıl sağlığı teşhisi konmadan antipsikotik reçete edildiğine dair son kanıtlar ışığında özellikle endişe vericidir.
Yazarlar, araştırmacıların "antipsikotiklerle tedavi edilen gençlerin çoğunun, sağlık hizmeti talep verilerinde kayıtlı bir tanıya sahip olmadığını" bildirdiği 2015 tarihli bir JAMA Psychiatry makalesine atıfta bulunuyorlar; - bu, çocuklara teşhis edilmiş bir rahatsızlığı tedavi etmek yerine, 'davranış kontrolü amacıyla antipsikotik reçete edildiği' anlamına geliyor.
Olfson, King ve Schoenbaum (2015 tarihli makalenin yazarları), bu davranış sorunlarının gelişimsel olarak sınırlı olduğunu, yani çoğu çocuğun tehlikeli, yaygın yan etkileri olan ve çocukların gelişmekte olan beyinlerine zarar verebilecek ilaçlara ihtiyaç duymadan 'daha iyi başa çıkma ve davranış biçimleri öğrenebileceğini' belirtiyor." (29)
"Uzun Süreli Psikiyatrik İlaç Kullanımının Etiği ve Neden Daha İyi Bir Yönteme İhtiyacımız Var?
Uzun süreli psikiyatrik ilaç kullanmak Rus ruleti oynamaya benzer. Bu acı bir gerçek, ancak çoğu hasta bundan haberdar değil. Gerçek şu ki, bu ilaçlar, zamanla hayatınızı önemli ölçüde kötüleştirebilir. Psikiyatri stajyeriyken, bana 'bu ilaçların güvenli ve etkili olduğu' söylendi. Bunun 'uzun vadeli güvenlik ve etkinlik anlamına geldiğini' de varsaydım; sonuçta, profesörlerimin ve meslektaşlarımın onlarca yıl boyunca hastalara bu ilaçları reçete ettiğini gördüm.
Bunlar, mütevazı etkileri olan faydalı araçlar olarak sunuldu. Bazen işe yarıyorlardı ve bazen de hastanın "altta yatan ruhsal hastalığı" ilaçların etkisini bastırıyordu. Bu durumlarda, 'dozu artırmamız, daha fazla ilaç eklememiz ve - eğer bu işe yaramazsa - ketamin, transkraniyal manyetik stimülasyon (TMS "transcranial magnetic stimulation") veya hatta elektrokonvülsif terapiye (EKT /ECT "electroconvulsive therapy") geçmemiz' öğretildi. Tedavi ettiğimiz durumlar gizemli görünüyordu; sürekli değişiyor, kötüleşiyor ve hastaları giderek daha fazla engelli bırakıyordu.
Eğitim aldığım paradigma buydu. Ancak zamanla, bu sözde "tedaviye dirençli" durumların çoğunun 'altta yatan bir hastalık olmadığını', - ilaçların kendisinden kaynaklandığını - fark ettim. Bu fikir, Amerika'da Deli (Mad in America) topluluğu için yeni olmayabilir. Ne de olsa Robert Whitaker'ın Bir Salgının Anatomisi adlı eseri, 'psikiyatrik ilaçların genellikle zamanla insanları daha da kötüleştirdiğini' ortaya koymuştur. Ancak ben farklı bir bakış açısı sunmak istiyorum; - 'yalnızca ciddi ilaç yan etkilerinden muzdarip hastaları tedavi eden ve bu ilaçları güvenli bir şekilde azaltmalarına yardımcı olan' birinin bakış açısı.
Bu ilaçların güvenli olduğuna inanmaktan, onları 'uzun vadede kullanmanın, beyninizin geleceğiyle kumar oynamak olduğunu' fark etme noktasına nasıl geldiğimi sizinle paylaşmama izin verin.
Uzun Süreli Geri Çekilmenin Yıkımı...
2017 yılında, BenzoBuddies ve Surviving Antidepressants gibi forumlarda yüz binlerce kişinin ciddi yoksunluk yan etkileri bildirdiğini vurgulayan bir makale yazdım. Bunlar, ilaçlarını - planlı bir azaltma yoluyla veya aniden artık almak istemediklerine karar vererek - bıraktıktan sonra yıkıcı sonuçlarla karşılaşan kişilerdi.
"Psikiyatrik ilaç yoksunluğundan zarar görenler hakkında çoğu insanın anlamadığı şey, beyin hasarına - uzun süreli yoksunluk olarak da bilinir - maruz kalmış olmalarıdır. Beyin hasarının belirleyici özelliği, kişi ilacı tekrar kullanmaya başlasa bile iyileşmemesidir."
Uzun süreli yoksunluk sendromunu bu kadar yıkıcı kılan da budur. Birçok hasta, ilacı bıraktıktan sonra şiddetli semptomlar geliştirirlerse, ilaca tekrar başladıklarında acılarının ortadan kalkacağını varsayar. Ama durum böyle değil. Zarar zaten oluşmuştur ve ilaca tekrar başlamak her zaman durumu tersine çevirmez.
Psikiyatrik İlaçların Nörotoksisitesi - Çekilme Olmadan Bile...
Bu toplulukta bu rahatsızlığı fark eden bir doktor olarak tanındıktan sonra, hastalar kliniğimden yardım almak için randevu almaya başladılar. Başlangıçta, bu toksik reaksiyonların yalnızca ilaçları hızla bırakan kişilerde meydana geldiğini varsaydım. Ancak kısa süre sonra endişe verici bir şey fark ettim: Birçok hasta, uzun süreli yoksunlukta görülen aynı semptomları geliştiriyordu - ancak henüz ilaç dozunu azaltmaya bile başlamamışlardı. Bu durum özellikle benzodiazepin kullanıcıları arasında yaygındı. Şimdiye kadar, perimenopozal uykusuzluk için benzodiazepin reçete edilen ve - sadece 6-12 aylık kullanımdan sonra tam teşekküllü nörotoksisite gelişen - birden fazla kadını tedavi ettim.
Bu hastalar asla doz azaltmayı denemediler; 'ilaçlar tek başına ciddi ve kalıcı nörolojik hasara' neden oldu. O zamandan beri, reçete edildiği gibi alınan psikiyatrik ilaçlardan kaynaklanan uzun vadeli nörotoksisiteyi araştırıyorum. Ve bulduğum şey son derece rahatsız edici.
Psikiyatrinin Kabul Etmeyi Reddettiği Toksisite...
Ana akım psikiyatri, 'antipsikotiklerin nörotoksisiteye neden olabileceğini' kabul eder - tardif diskinezi iyi belgelenmiş bir durumdur. Ancak alan, bu kabulü diğer psikiyatrik ilaçlara genişletmeyi reddediyor. Yine de, deneyimlerime göre, 'uzun süreli antidepresan kullanımı, kendine özgü bir nörotoksisiteye' neden olabilir ve bu da şunlara yol açabilir:
-Apati "Apathy" (ilgisizlik, kayıtsızlık, duyarsızlık vb),
-Ayrışma "Dissociation" (kendinden ayrışma, yabancılaşma vb),
-Kronik düşük enerji "Chronic low energy" (halsizlik, yorgunluk vb),
-Ajitasyon "Agitation" (şiddetli huzursuzluk, iç gerginlik hali vb)
Bu durum tıp literatüründe geç disfori (tardive dysphoria) olarak bilinmektedir. Ancak araştırmalarda yer almasına rağmen, psikiyatri eğitimimde bana hiç öğretilmedi. Hiçbir konferansta bundan bahsedildiğini duymadım. Bu hastalara ne oluyor? Durumlarını 'antidepresan kaynaklı nörotoksisite' olarak tanımlamak yerine, 'tedaviye dirençli depresyon teşhisi' konuyorlar. Bu da şu sonuçlara yol açıyor:
-Daha yüksek dozda ilaç kullanımı..
-Daha fazla ilaç kombinasyonu..
-Ketamin, TMS veya EKT'ye geçiş..
-Bazı durumlarda, klozapin gibi ağır antipsikotiklere geçilmesi..
Bunun nedeni, ana akım psikiyatrinin bu hastaların' tedaviye dirençli olmadığını' kabul etmeyi reddetmesi - ilaçların neden olduğu beyin hasarından muzdarip olmaları. Ne yazık ki, kliniğime gelen hastaların çoğu bu şekilde geliyor - inanılmaz derecede acı çekiyorlar ve durumlarını daha da kötüleştiren, akıl almaz psikiyatrik ilaç karışımları kullanıyorlar.
Sorunun Yeniden Çerçevelenmesi: "Tedaviye Dirençli"den İlaç Kaynaklı Toksisiteye...
Bu vakaları 'ilaç toksisitesi' olarak doğru bir şekilde tespit edersek, tedavi yaklaşımı tamamen değişir. Bu hastaların daha fazla ilaç kullanmak yerine şunlara ihtiyacı vardır:
-Sorunlu ilacın yavaş ve dikkatli bir şekilde azaltılması..
-İyileşme için sinir sistemi desteği..
-Ek psikiyatrik ilaçların genellikle durumu kötüleştirdiğinin kabul edilmesi..
Hasarlı bir beyin, 'daha fazla ilaca' öngörülebilir bir şekilde yanıt vermez. Bu nedenle, bu vakalarda 'ilaç eklemek' genellikle semptomları hafifletmek yerine şiddetlendirir.
Psikiyatrik İlaçların Neden Olduğu Beyin Hasarı Ne Kadar Yaygındır?
Tıp camiası, 'keyif verici uyuşturucuların neden olduğu kalıcı beyin yaralanmasını (persistent brain injury)' rahatlıkla kabul ediyor, ancak konu ilaçlar olduğunda sessiz kalıyor. Şunu zaten kabul ediyoruz:
-LSD, kalıcı beyin hasarının bir türü olan halüsinojene bağlı kalıcı algı bozukluğuna (HPPD) neden olabilir.
-Yüksek etkili esrar, özellikle gençlerde nörotoksisite ve bilişsel bozukluğa neden olabilir - ve şizofreniye benzeyebilir.
-Metamfetamin kullanımı, genellikle şizofreniyi taklit eden belirgin beyin değişikliklerine yol açar.
-Kronik alkol kullanımı, ciddi bir nörolojik bozukluk olan Wernicke-Korsakoff sendromuna neden olabilir.
Ancak konu farmasötik ilaçlar (/uyuşturucular "pharmaceutical drugs") olduğunda, sadece reçete edildikleri için bir şekilde '"daha temiz" olduklarını' varsayarız. Ama beyniniz için ilaç (/uyuşturucu "drug"), ilaçtır (/uyuşturucudur "drug"). Ve psikiyatrik ilaçlar (medications) - özellikle uzun süreli kullanıldıklarında - ciddi nörotoksik etkilere sahip olabilir.
Bu Konuşma Neden Kaçınılıyor?...
Bu konu ana akım psikiyatride neredeyse hiç tartışılmaz çünkü:
1) İlaç endüstrisi için doğrudan bir tehdittir. Bu ilaçların 'geri dönüşü olmayan nörolojik hasara yol açabileceği' yaygın olarak bilinirse, reçeteler düşer.
2) Doktorların bunu kabul etmesi rahatsız edicidir. Bir hastaya şunu söylediğinizi düşünün: "Bu ilacı uzun süreli kullanırsanız, durumunuzu kötüleştirme ve asla geçmeyecek kalıcı nörolojik hasara yol açma olasılığı küçük ama gerçektir."
3) 15 dakikalık ilaç yönetimi modelini bozar. Doktorlar bu riskleri kabul etselerdi, kısa süreli vizitlerde reçete yazmak çok daha karmaşık hale gelirdi.
Hastalar Neden Gerçeği Hak Ediyor...
ABD nüfusunun %17'si şu anda psikiyatrik ilaç kullanıyor - bunların milyonlarcası 'ilaca bağlı nörotoksisite' riski altında olabilir. Bu kişilerin çoğu, ilaç tedavisinde başarısız olduktan sonra "tedaviye dirençli (treatment-resistant)" olarak etiketlenecek ve durumlarını muhtemelen kötüleştirecek daha fazla ilaç alacak.
Psikiyatrik bir ilacın size ne kadar süre etki edeceğini tahmin etmenin bir yolu yoktur. İşte bu yüzden bu ilaçları 'uzun süre kullanmak beyninizle Rus ruleti oynamak' gibidir. Hastaları bu riskler hakkında bilgilendirmeye başlamalıyız - çünkü onlar da giderek artan psikiyatrik ilaç kaynaklı zarar krizinde gereksiz yere bir kurban daha olabilirler." -Dr. Josef Witt-Doerring (30)
"Yeni bir araştırma, 'şizofreni' hastalığında beyin anormalliklerinin antipsikotiklerden kaynaklanabileceğini öne sürüyor.
Çalışmada, 'şizofreni' ile ilişkili 'korteks kalınlığının ve beyin yüzey alanının azalmasının, antipsikotik ilaç kullanımından kaynaklanabileceği' bulundu. Biyolojik Psikiyatri (Biological Psychiatry) dergisinde yayınlanan yeni bir çalışma (a), 'korteks kalınlığının ve beyin yüzey alanının azalmasının, şizofreni tanısıyla ilişkili olduğunu, ancak bu farklılıkların antipsikotik ilaçların yaygın kullanımıyla açıklanabileceğini' ortaya koydu.
"Araştırmacılar, "antipsikotik ilaç alan bireylerde etki büyüklüklerinin, ilaç almayan bireylere göre iki ila üç kat daha büyük olduğunu" bildirdi."
Araştırmacılar, şizofreni tanısı almış ve ilaç kullanmayan katılımcıların, korteks kalınlığı açısından sağlıklı kontrol deneklerinden önemli ölçüde farklı olmadığını buldular.
Araştırmacılar, ENIGMA Şizofreni Çalışma Grubu adlı büyük, dünya çapındaki konsorsiyumdandı. Çalışma, dünya çapında 39 testten 9.572 katılımcının verilerini içeriyordu (4.474'ü şizofreni teşhisi konmuştu; 5.098'i "sağlıklı" kontrol grubuydu). Araştırmacılar, beynin korteks kalınlığı ve yüzey alanıyla ilgili verileri inceledi. Araştırmacılar, şizofreni teşhisi konan bireylerin 'belirli bölgelerde kontrol deneklerinden daha ince kortekslere, diğer bölgelerde ise kontrol deneklerinden daha kalın kortekslere sahip olduğunu' buldular.
Ancak katılımcılar ilaç kullanımlarına göre gruplandırıldığında, araştırmacılar şizofreni hastası ve ilaç kullanmayan katılımcıların sağlıklı kontrol deneklerinden istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık göstermediğini keşfettiler. Kortikal kalınlıktaki azalmanın etki büyüklüğü, ikinci nesil antipsikotik kullanan katılımcılarda iki kat daha büyüktü. Birinci nesil antipsikotik kullananlarda ise etki büyüklüğü, ilaç kullanmayan katılımcılara kıyasla üç kat daha büyüktü.
"Araştırmacılar ayrıca, daha yüksek ilaç dozlarının beynin "hemen hemen tüm" bölgelerinde "daha ince korteksle anlamlı bir korelasyona sahip olduğunu" belirtiyorlar."
Bu analizlerde araştırmacılar, şizofreni tanısı konulduğu 'yaş, semptomların süresi, şiddeti, mevcut yaş ve cinsiyet' gibi olası karıştırıcı değişkenleri kontrol ettiler. Ancak, semptomların şiddeti kontrol edildikten sonra bile, antipsikotik kullanan şizofreni teşhisi konmuş kişilerde kortikal kalınlık önemli ölçüde azalırken, ilaç kullanmayanlar sağlıklı kontrol deneklerinden önemli ölçüde farklı değildi. Araştırmacılar, şizofreni teşhisi konmuş katılımcıların beyin yüzey alanının ortalama olarak kontrol katılımcılarına göre daha düşük olduğunu ve bu bulgunun ilaç kullanımıyla açıklanmadığını buldular.
Ancak, bu bulgunun diğer sonuçlarına kıyasla çok daha küçük bir etki büyüklüğü içerdiğini de belirtiyorlar - bu da gruplar arasında yüzey alanında önemli bir örtüşme olduğunu gösteriyor. Araştırmacılar, beyin farklılıkları üzerine yapılacak gelecekteki çalışmalarda, ilaç kullanımının olası bir karıştırıcı faktör olarak dahil edilmesine dikkat edilmesi gerektiğini belirtiyorlar. Şizofrenide kortikal kalınlık ve yüzey alanı üzerine yüzlerce çalışma yapılmış olmasına rağmen, bunun neden henüz bir fikir birliğine varılamamış olabileceğine katkıda bulunan bir faktör olabileceğini öne sürüyorlar. (Not: Bu raporun sesli versiyonunu dinlemek için aşağıdaki oynatma düğmesine tıklayın.)" (34)
"Nüks/Antipsikotiklere Bağlı Beyin Dokusu Kaybının Göreceli Riski
Nancy Andreasen ve meslektaşları, bu ay Amerikan Psikiyatri Dergisi'nde (American Journal of Psychiatry) yayınlanan bir makalede, şizofreni tanısıyla ilişkili ilerleyici beyin dokusu kaybını araştırıyor. 202 hastadan elde edilen veriler, 'nüksetme süresinin frontal loblardaki beyin dokusu kaybıyla ilişkili olduğunu, antipsikotik tedavi etkilerinin ise dağınık olduğunu' göstermektedir. Yazarlar, tedavinin nüksü önlemek için endike olduğunu, ancak mümkün olan en düşük dozların kullanılmasına dikkat edilmesi gerektiğini öne sürüyorlar. (35a)" (35)
"Valproat, Bipolar Bozukluk Tanısı Alan Çocuklarda Beyin Hacminin Azalmasıyla İlişkili
Araştırmacılar, valproatın tüm katılımcılarda 'duygu işlemeyle ilişkili bir bölgedeki beyin hacmini azalttığını' buldu...
Houston'daki Teksas Üniversitesi Sağlık Bilimleri Merkezi'ndeki araştırmacılar tarafından yürütülen yeni bir çalışma, pediatrik bipolar bozukluk teşhisi konan çocuklarda valproat adlı ilacın, beyin hacmi üzerindeki etkilerini inceledi. Psikiyatri Araştırması: Nörogörüntüleme (Psychiatry Research: Neuroimaging) dergisinde yayınlanan bulguları, 'altı haftalık bir süre boyunca duygu işleme işlevleriyle ilişkili bir bölge olan amigdaladaki beyin hacminin azaldığını' göstermektedir.
Sodyum valproat (VPA "Sodium valproate"), yaygın olarak Depakote ve Epilim marka adları altında pazarlanmakta olup, bipolar bozukluk tanısı almış bireylere reçete edilen bir ilaçtır. Bazı çalışmalar valproatın, beyindeki koruyucu faktörler ve plastisite ile ilişkili olduğunu öne sürerken, diğerleri bu bulguyu desteklememektedir. Hayvanlar üzerinde yapılan deneyler, valproatın 'hafıza ile ilişkili bölgelerdeki beyin hücresi büyümesini azaltabileceğini ve bilişsel bozukluğa yol açabileceğini' bulmuştur.
Bununla birlikte, bu çalışmalar esas olarak valproatın bipolar bozukluk tanısı almış yetişkinler üzerindeki etkilerini incelemiştir. Bu çalışmanın araştırmacıları, pediatrik bipolar bozukluk (PBD "pediatric bipolar disorder") tanısı almış çocuklarda valproatın etki mekanizmalarını daha ayrıntılı olarak araştırmayı amaçlamıştır. Valproat uygulamasından önce ve sonra çeşitli beyin bölgelerini incelemek için nörogörüntüleme taramaları kullanılmıştır. Valproat, altı haftalık bir süre boyunca standart klinik seviyelere titre edilmiştir.
"Yazarlar, “VPA günde
iki kez 250 mg oral dozla başlatıldı ve terapötik seviyelere (valproat
50-125 ng/mL) ulaşmak için klinik olarak uygun şekilde haftalık olarak
titre edildi” şeklinde açıklıyorlar." Örneklem, 10'u erkek olmak
üzere 14 çocuğu (ortalama yaş = 13,43 ± 3,05) kapsıyordu. Kriterler,
lorazepam ve DEHB ilaçları dışında son iki haftadır ilaç kullanmayan ve
katılımcıların BD I, BP II veya BP-NOS bozukluğu için DSM-IV
kriterlerini karşılayan katılımcılardı. Diğer dahil etme ve hariç tutma
kriterleri arasında, katılımcıların tıbbi geçmişi ve eş zamanlı tanıları
hakkında ayrıntılar yer alıyordu.
Sonuçlar, tüm katılımcılarda duygu işlemeyle ilişkili bir bölgede beyin hacminde zamanla bir azalma olduğunu göstermiştir. Zaman ve beyin değişiklikleri arasındaki bu etkileşim etkisi, amigdalada anlamlıydı. Yazarlar, bu çelişkili bulguların, çalışmalarda kullanılan valproat dozajlarının farklı olmasının bir sonucu olabileceğini belirtmektedir. "Bulgularımız literatürde bildirilen VPA'nın nöroprotektif ve nörotrofik etkilerine de aykırı görünebilir" diye yazıyorlar.
Bu sonuçları araştırmak için gelecekte araştırma yapılması önerilmektedir: "Bu yorumu araştırmak ve kısa tedavi süresiyle sınırlı olan sonuçlarımızı doğrulamak için gelecekte daha uzun tedavi süreli (>12 hafta) büyük ölçekli, plasebo kontrollü, randomize çalışmalara ihtiyaç vardır. Bu çalışma, VPA'nın PBD'de tedavi yanıtı ve beyin gelişimsel seyri üzerindeki kısa ve uzun vadeli etkilerine ışık tutacaktır." (33)
"Araştırmacılar, Paroksetinin Gelişmekte Olan Beyne Zarar Verdiğini Buldu.
Johns Hopkins'teki araştırmacılar, paroksetini 'gelişmekte olan beyin hücreleri üzerinde test etti ve çok sayıda nörotoksik etki' keşfetti. Gelişmekte olan insan beyninin laboratuvarda yetiştirilmiş bir minyatürünü kullanan araştırmacılar, 'seçici serotonin geri alım inhibitörü (SSRI "selective serotonin reuptake inhibitor") paroksetinin, çok sayıda nörotoksik etkiye sahip olduğunu' buldular. Çalışmalarının, SSRI'ların 'gelişmekte olan fetüs üzerindeki zararlı etkilerini gösterdiğini' belirtiyorlar.
"Bu sonuçlar, paroksetinin potansiyel bir 'insan gelişimsel nörotoksik olduğunu' ortaya koyuyor ve kullanımına yönelik kontrendikasyonların değerlendirilmesi ve muhtemelen gebeliğin ilk üç ayından çok daha uzun süre kullanılması gerektiğini gösteriyor."
Araştırmacılar, Johns Hopkins Üniversitesi Hayvan Deneylerine Alternatifler Merkezi'nden (CAAT "Center for Alternatives to Animal Testing") David Pamies liderliğinde yürütüldü ve sonuçları Frontiers in Cellular Neuroscience dergisinde yayınlandı.
SSRI'lar hamile kadınlarda plasenta bariyerini geçebilir, ancak fetal gelişim üzerindeki etkileri hala tam olarak bilinmemektedir. Çok sayıda çalışma, 'rahimdeyken, SSRI'lara maruz kalan çocuklarda, 'kalp sorunları, doğum kusurları ve otizm' görülme sıklığının artması gibi fetüs üzerinde zararlı etkiler olduğunu' göstermiştir. Ancak, SSRI'lar hamile kadınlar tarafından hala yaygın olarak kullanılmaktadır.
Bu ilaçların gelişmekte olan insan beyinleri üzerindeki etkileri üzerine kontrollü çalışmalar geliştirmek zordur ve bu da bu zararlara dair kesin kanıtlar bulmayı zorlaştırır. İlacın kemirgenler üzerinde test edilmesi yaygın olarak kullanılan bir yöntemdir, ancak pahalıdır, 'binlerce hayvanın öldürülmesini' gerektirir ve kemirgen beyni her zaman insan beyninin karmaşık yapısını doğru bir şekilde yansıtmaz.
Bu zorluklar nedeniyle araştırmacılar, ilaçların gelişmekte olan insan beynini nasıl etkileyebileceğini test etmek için yeni bir yöntem geliştirdiler. İnsan kök hücrelerinin 'minyatür beyinlere' dönüşmesini sağladılar ve bunlara "BrainSphere (BeyinKüreleri)" adını verdiler. Bu küçük, neredeyse mikroskobik hücre kümeleri, gelişmekte olan insan beynini yakından taklit eden yapılar halinde organize olur.
Araştırmacılar iki farklı BrainSphere grubu yetiştirdi ve bunlara karşı iki farklı paroksetin seviyesini test etti. Her iki paroksetin seviyesi (20 ng/mL ve 60 ng/mL), ilacın normal, "terapötik" seviyeleri olarak kabul edildi. Daha yüksek seviye, BrainSphere gruplarından birinde daha fazla hasara neden olmuş gibi görünse de, her iki seviye de kontrol BrainSphere grubuna (paroksetin almayan) kıyasla nörotoksik etkilerle tutarlı bir şekilde ilişkilendirildi.
Paroksetin nöronları doğrudan öldürmemiş gibi görünmektedir. Bunun yerine, nöronal bağlantının bir dizi unsuruna zarar vermiştir. Araştırmacılara göre:
"20 ila 60 ng/ml arasında değişen terapötik kan konsantrasyonlarında, Paroksetin, kontrollere kıyasla sinaptik belirteçlerin ifadesinde %80, nörit büyümesinde %60 ve genel oligodendrosit hücre popülasyonunda %40-75 oranında azalmaya yol açmıştır."
Bu çalışmada gözlemlenen zararlar, gelişmekte olan beyindeki serotonin sisteminin bozulmasıyla tutarlıdır ve SSRI kullanan annelerin çocuklarında otizmin artan yaygınlığını açıklayabilir. Bu bulguların, paroksetinin gebe kadınlardaki tehlikeleri hakkında daha fazla açıklama yapması gerektiğini belirtmektedirler. (a)" (37)
"İyileşme şok edici bir süreçtir: Uzun süren psikiyatrik ilaç yoksunluk sendromu (iatrojenik beyin yaralanması)
Bu özel iatrojenik hasar (/yaralanma "iatrogenic injury") türünden iyileşmek şok edici bir süreçtir. Bu beyin hasarının ayırt edici özelliklerinden birinin derin ve yoğun bir nörolojik dehşet olması, doğası gereği şok edicidir. Otonom sinir sisteminde tutulan bu dehşet, - bireyden bireye sayısız farklı biçimde - kendini gösterir. Bireyin kendisinde bile çoğu zaman çeşitli şekillerde ortaya çıkar ve muhtemelen vücudun her sistemini etkiler. (bkz: Uzun süreli psikiyatrik ilaç yoksunluk sendromu, kronik hastalık, Kronik Yorgunluk Sendromu, Fibromiyalji: otonom sinir sistemi işlev bozukluğu)
Ve bu korku, vücudun tüm sistemlerinde savunma mekanizmaları oluşturur. Psikolojik düzeyde, örneğin karmaşık travma sonrası stres bozukluğuna özgü şekillerde savunuluruz. Birçok kişi için ilaçlar, hayatımızdaki önceki travmalardan kaynaklanan nöropatik yolları daha da derinleştirir. İlaçlar, aslında başlangıçtaki sorunlarımızı bu şekilde daha da kötüleştirir. (Bkz: Travma Etkenleri Olarak Psikiyatrik İlaçlar ve travma üzerine daha fazla gönderi için buraya bakın.)
Gıdalara, ilaçlara ve kimyasallara karşı aşırı duyarlılıklardan da etkileniyoruz. Vücudumuz, aslında bizim için iyi olması gereken gıdalardan bizi "koruyor". Bu durum, sağlıklı olmak için ihtiyaç duyduğumuz besinleri alamamamıza neden oluyor. Bunlar birçok kişide gerçek alerjiler gibi davranarak kurdeşen ve hatta bazen anafilaktik şoka yol açıyor. Bunlar hayal ürünü değil. Bunlar gerçek biyolojik gerçeklikler. (Gıdalar ve Hassasiyetler hakkında daha fazla bilgi için buraya tıklayın.)
Bağışıklık sistemimiz etkileniyor ve bu nedenle çoğumuzda otoimmünite ortaya çıkıyor. Bu, bağışıklık sisteminin kendi vücudumuza saldırmasıdır. Yine, savunma sistemimiz kontrolden çıkıyor. Sürekli bir SAVUNMA durumundayız. Bu, yalnızca küçük bir kısmi liste. Birçoğumuzun bildiği gibi, liste uzayıp gidebilir.
Yani, kendimizi içinde bulduğumuz bu kabustan gerçekten iyileşmeye başladığımızda, bu şok edicidir. Sistemimiz, bizi iyileştirebilecek şeye HAYIR diye bağırır çünkü bu, yaranın doğasıdır. Savunmalarımızın yavaş yavaş çökmesine izin vermeliyiz. Bu süreci izlemeli ve neler olduğunu gördükçe yavaş bir çözülme süreci yaşanır ve ardından rahatlama başlar. Dikkatimizi toplayıp başımıza gelenlere izin verdikçe (çünkü oluyor, öyleyse bundan ders çıkarmalıyız), iyileşmemize gerçekten yardımcı olan eylemlerde bulunmamıza yardımcı olacak içgörüler geliştirmeye başlarız. İyileşme süreci gerçekten bir gizemdir ve herkes için farklı görünür. 'Hiçbir iyileşme yolculuğu iki kez tekrarlanmaz.' Bazıları kendilerini bu tanımlamada görürken bazıları görmeyecektir çünkü bu tanımlama her iyileşme yolculuğunun algılarını kapsayamaz. (Bkz: İyileşmek ne anlama gelir?)
Açık olmak gerekirse, tüm bunlar bedenimizin derinliklerinde. Biyolojik ve fizyolojik olarak derinden etkileniyoruz, ancak sonunda en derin şekilde iyileşmemize yardımcı olan şey gözlemleme kapasitemizdir ve bu, beden/zihin/ruh arasındaki yakın etkileşimi öğrenmek için gerçek bir fırsattır. Benim için iyileşme, bütünsel refahın tüm yönlerini içerir. Her şey önemli ve bu yüzden öyleymiş gibi yaşıyorum. Hayatım bunun sonucunda güzel şekillerde değişti ve değişmeye devam ediyor. Daha fazla bilgi:
-Akıl sağlığı, bağışıklık tepkisi ve iltihaplanma: Bağışıklık tepkisi travmaya ikincildir
-Psikiyatrik ilaçlar ve mitokondriyal hasar
-Bedeni/zihni hissetme isteğiyle iyileştirmek
-İnançlara tutunmak yaşam deneyimimizi sınırlar
-Seçim ve duygu: Biraz düşünce içeren kısa bir deneme
-Duygusal "düzensizlik" esnekliktir
*Dikkatli bir planlama yapmadan ilaçları bırakmak potansiyel olarak tehlikelidir. Lütfen herhangi bir ilaç kesme işlemine girişmeden önce iyi eğitim aldığınızdan emin olun. Doktorunuz size yardımcı olmayı kabul ederse, deneyimli olduklarını iddia etseler bile, bunu nasıl yapacaklarını iyi bildiklerini varsaymayın. Genellikle ilaç kesme konusunda eğitimli değillerdir ve yoksunluk sorunlarını nasıl tanıyacaklarını bilemeyebilirler. Çoğu yoksunluk sorununa psikiyatrik sorunlar teşhisi konur. Bu nedenle, kendinizi eğitmeniz ve bakım ortağınız olarak sizinle birlikte öğrenmeye istekli bir doktor bulmanız iyi bir fikirdir. Bkz: Psikiyatrik ilaç yoksunluğu ve uzun süreli yoksunluk sendromu özeti..." (36)
"Psikotropik ilaç kullanıcılarında bilişsel ve hafıza gerilemesinin biyobelirteçleri
(...) Antidepresan kullananlarda hafıza ve bilişsel gerileme... Psikotrop ilaçlar, tedaviye uyumu ve genel tedavi başarısını etkileyen bir dizi yan etkiyle ilişkilidir. Yaygın yan etkiler arasında 'kilo alımı, sedasyon, gastrointestinal rahatsızlıklar, cinsel işlev bozukluğu ve metabolik sendrom' bulunur. Benzer şekilde, atipik antipsikotikler 'diyabet ve hiperlipidemi' gibi metabolik sorunlara yol açabilir ve düzenli metabolik takip gerektirir. Hafıza kaybı, antidepresan kullanıcıları arasında önemli bir endişe kaynağıdır.
Çeşitli çalışmalar, özellikle seçici serotonin geri alım inhibitörleri (SSRI'lar) ve trisiklik antidepresanlar (TCA'lar) olmak üzere bazı antidepresanların hafıza da dahil olmak üzere bilişsel işlevleri olumsuz etkileyebileceğini göstermiştir. Örneğin, Smith ve ark. (2022) tarafından yürütülen bir araştırma, 'SSRI'ların uzun süreli kullanımının yaşlı yetişkinlerde hafıza hatırlama becerilerinde orta düzeyde bir düşüşle ilişkili olduğunu' göstermiştir. Benzer şekilde, Johnson ve ark. (2022), 'TCA'ların bozulmuş çalışma belleğine ve daha yavaş bilişsel işlem hızlarına katkıda bulunabileceğini' belirtmiştir.
Bu bulgular, özellikle yaşlılar gibi bilişsel gerileme riski taşıyan popülasyonlarda antidepresan kullanımının dikkatli bir şekilde izlenmesinin ve yönetilmesinin önemini vurgulamaktadır. Gelecekteki araştırmalar, antidepresanların hafızayı nasıl etkilediğine dair spesifik mekanizmaları belirlemeye ve bu ilaçların terapötik faydalarını korurken bu olumsuz etkileri hafifletmek için stratejiler geliştirmeye odaklanmalıdır.
Antidepresanlar, özellikle SSRI'lar, depresyon ve anksiyete bozukluklarının tedavisinde yaygın olarak reçete edilmektedir. Ancak, bu ilaçların uzun süreli kullanımı, 'hafıza, dikkat ve yürütücü işlevler' gibi bilişsel işlevler üzerindeki potansiyel etkileri konusunda endişelere yol açmıştır.
"Gerçekten de araştırmalar, antidepresan kullanımının bazı bireylerde bilişsel gerilemeyle ilişkili olabileceğini göstermiştir. Son çalışmalar, kronik antidepresan kullanımının bazı hastalarda hafif bilişsel bozukluğa (MCI "mild cognitive impairment") yol açabileceğini göstermiştir."
Boylamalı bir çalışma, uzun süreli SSRI tedavisi gören yaşlı hastalarda, orta yaşlı yetişkinlerde ilaç kullanmayanlara kıyasla sözel bellek performansında bir düşüşle bağlantılı olan bilişsel gerileme oranlarının önemli ölçüde daha yüksek olduğunu bulmuştur. (Wang ve ark. 2023a, b). (....)" (38)
"Psikiyatrik ilaçlar beyin ve diğer dokulardaki mitokondriyal işlevi etkiliyor
Özet... Mitokondriler şizofreni (ŞZ "schizophrenia") etiyolojisi ile ilişkilendirilmiştir. Ancak, ŞZ'de mitokondri çalışmaları, antipsikotik ilaçlar (APD'ler "antipsychotic drugs") ve diğer yaygın ilaçlarla yapılan farmakolojik tedavinin etkileriyle karıştırılabilir. Bu derleme, ŞZ'nin altında yatan ilgili mitokondri mekanizmaları ve başta APD'ler olmak üzere antidepresanlar ve anksiyolitikler olmak üzere psikoaktif ilaçların potansiyel etkileri hakkındaki bulguları özetlemektedir.
Özetlenen veriler, APD'lerin 'Kompleks I aktivitesini ve ATP üretimini ve mitokondri membran potansiyelinin dağılımını' azaltarak mitokondri fonksiyonunu bozduğunu göstermektedir. "Aynı zamanda, ŞZ hastalarının beyinlerinde antipsikotik ilaç tedavisi, ŞZ'de azalmış olan mitokondriyal genlerle zenginleştirilmiş gen ekspresyon modüllerini normalleştirir. Bu durum, APD'lerin mitokondri üzerinde hem olumlu hem de olumsuz etkileri olabileceğini göstermektedir. "
Mevcut kanıtlar üç sonuca işaret etmektedir:
Sonuçlar, tüm katılımcılarda duygu işlemeyle ilişkili bir bölgede beyin hacminde zamanla bir azalma olduğunu göstermiştir. Zaman ve beyin değişiklikleri arasındaki bu etkileşim etkisi, amigdalada anlamlıydı. Yazarlar, bu çelişkili bulguların, çalışmalarda kullanılan valproat dozajlarının farklı olmasının bir sonucu olabileceğini belirtmektedir. "Bulgularımız literatürde bildirilen VPA'nın nöroprotektif ve nörotrofik etkilerine de aykırı görünebilir" diye yazıyorlar.
Bu sonuçları araştırmak için gelecekte araştırma yapılması önerilmektedir: "Bu yorumu araştırmak ve kısa tedavi süresiyle sınırlı olan sonuçlarımızı doğrulamak için gelecekte daha uzun tedavi süreli (>12 hafta) büyük ölçekli, plasebo kontrollü, randomize çalışmalara ihtiyaç vardır. Bu çalışma, VPA'nın PBD'de tedavi yanıtı ve beyin gelişimsel seyri üzerindeki kısa ve uzun vadeli etkilerine ışık tutacaktır." (33)
"Araştırmacılar, Paroksetinin Gelişmekte Olan Beyne Zarar Verdiğini Buldu.
Johns Hopkins'teki araştırmacılar, paroksetini 'gelişmekte olan beyin hücreleri üzerinde test etti ve çok sayıda nörotoksik etki' keşfetti. Gelişmekte olan insan beyninin laboratuvarda yetiştirilmiş bir minyatürünü kullanan araştırmacılar, 'seçici serotonin geri alım inhibitörü (SSRI "selective serotonin reuptake inhibitor") paroksetinin, çok sayıda nörotoksik etkiye sahip olduğunu' buldular. Çalışmalarının, SSRI'ların 'gelişmekte olan fetüs üzerindeki zararlı etkilerini gösterdiğini' belirtiyorlar.
"Bu sonuçlar, paroksetinin potansiyel bir 'insan gelişimsel nörotoksik olduğunu' ortaya koyuyor ve kullanımına yönelik kontrendikasyonların değerlendirilmesi ve muhtemelen gebeliğin ilk üç ayından çok daha uzun süre kullanılması gerektiğini gösteriyor."
Araştırmacılar, Johns Hopkins Üniversitesi Hayvan Deneylerine Alternatifler Merkezi'nden (CAAT "Center for Alternatives to Animal Testing") David Pamies liderliğinde yürütüldü ve sonuçları Frontiers in Cellular Neuroscience dergisinde yayınlandı.
SSRI'lar hamile kadınlarda plasenta bariyerini geçebilir, ancak fetal gelişim üzerindeki etkileri hala tam olarak bilinmemektedir. Çok sayıda çalışma, 'rahimdeyken, SSRI'lara maruz kalan çocuklarda, 'kalp sorunları, doğum kusurları ve otizm' görülme sıklığının artması gibi fetüs üzerinde zararlı etkiler olduğunu' göstermiştir. Ancak, SSRI'lar hamile kadınlar tarafından hala yaygın olarak kullanılmaktadır.
Bu ilaçların gelişmekte olan insan beyinleri üzerindeki etkileri üzerine kontrollü çalışmalar geliştirmek zordur ve bu da bu zararlara dair kesin kanıtlar bulmayı zorlaştırır. İlacın kemirgenler üzerinde test edilmesi yaygın olarak kullanılan bir yöntemdir, ancak pahalıdır, 'binlerce hayvanın öldürülmesini' gerektirir ve kemirgen beyni her zaman insan beyninin karmaşık yapısını doğru bir şekilde yansıtmaz.
Bu zorluklar nedeniyle araştırmacılar, ilaçların gelişmekte olan insan beynini nasıl etkileyebileceğini test etmek için yeni bir yöntem geliştirdiler. İnsan kök hücrelerinin 'minyatür beyinlere' dönüşmesini sağladılar ve bunlara "BrainSphere (BeyinKüreleri)" adını verdiler. Bu küçük, neredeyse mikroskobik hücre kümeleri, gelişmekte olan insan beynini yakından taklit eden yapılar halinde organize olur.
Araştırmacılar iki farklı BrainSphere grubu yetiştirdi ve bunlara karşı iki farklı paroksetin seviyesini test etti. Her iki paroksetin seviyesi (20 ng/mL ve 60 ng/mL), ilacın normal, "terapötik" seviyeleri olarak kabul edildi. Daha yüksek seviye, BrainSphere gruplarından birinde daha fazla hasara neden olmuş gibi görünse de, her iki seviye de kontrol BrainSphere grubuna (paroksetin almayan) kıyasla nörotoksik etkilerle tutarlı bir şekilde ilişkilendirildi.
Paroksetin nöronları doğrudan öldürmemiş gibi görünmektedir. Bunun yerine, nöronal bağlantının bir dizi unsuruna zarar vermiştir. Araştırmacılara göre:
"20 ila 60 ng/ml arasında değişen terapötik kan konsantrasyonlarında, Paroksetin, kontrollere kıyasla sinaptik belirteçlerin ifadesinde %80, nörit büyümesinde %60 ve genel oligodendrosit hücre popülasyonunda %40-75 oranında azalmaya yol açmıştır."
Bu çalışmada gözlemlenen zararlar, gelişmekte olan beyindeki serotonin sisteminin bozulmasıyla tutarlıdır ve SSRI kullanan annelerin çocuklarında otizmin artan yaygınlığını açıklayabilir. Bu bulguların, paroksetinin gebe kadınlardaki tehlikeleri hakkında daha fazla açıklama yapması gerektiğini belirtmektedirler. (a)" (37)
"İyileşme şok edici bir süreçtir: Uzun süren psikiyatrik ilaç yoksunluk sendromu (iatrojenik beyin yaralanması)
Bu özel iatrojenik hasar (/yaralanma "iatrogenic injury") türünden iyileşmek şok edici bir süreçtir. Bu beyin hasarının ayırt edici özelliklerinden birinin derin ve yoğun bir nörolojik dehşet olması, doğası gereği şok edicidir. Otonom sinir sisteminde tutulan bu dehşet, - bireyden bireye sayısız farklı biçimde - kendini gösterir. Bireyin kendisinde bile çoğu zaman çeşitli şekillerde ortaya çıkar ve muhtemelen vücudun her sistemini etkiler. (bkz: Uzun süreli psikiyatrik ilaç yoksunluk sendromu, kronik hastalık, Kronik Yorgunluk Sendromu, Fibromiyalji: otonom sinir sistemi işlev bozukluğu)
Ve bu korku, vücudun tüm sistemlerinde savunma mekanizmaları oluşturur. Psikolojik düzeyde, örneğin karmaşık travma sonrası stres bozukluğuna özgü şekillerde savunuluruz. Birçok kişi için ilaçlar, hayatımızdaki önceki travmalardan kaynaklanan nöropatik yolları daha da derinleştirir. İlaçlar, aslında başlangıçtaki sorunlarımızı bu şekilde daha da kötüleştirir. (Bkz: Travma Etkenleri Olarak Psikiyatrik İlaçlar ve travma üzerine daha fazla gönderi için buraya bakın.)
Gıdalara, ilaçlara ve kimyasallara karşı aşırı duyarlılıklardan da etkileniyoruz. Vücudumuz, aslında bizim için iyi olması gereken gıdalardan bizi "koruyor". Bu durum, sağlıklı olmak için ihtiyaç duyduğumuz besinleri alamamamıza neden oluyor. Bunlar birçok kişide gerçek alerjiler gibi davranarak kurdeşen ve hatta bazen anafilaktik şoka yol açıyor. Bunlar hayal ürünü değil. Bunlar gerçek biyolojik gerçeklikler. (Gıdalar ve Hassasiyetler hakkında daha fazla bilgi için buraya tıklayın.)
Bağışıklık sistemimiz etkileniyor ve bu nedenle çoğumuzda otoimmünite ortaya çıkıyor. Bu, bağışıklık sisteminin kendi vücudumuza saldırmasıdır. Yine, savunma sistemimiz kontrolden çıkıyor. Sürekli bir SAVUNMA durumundayız. Bu, yalnızca küçük bir kısmi liste. Birçoğumuzun bildiği gibi, liste uzayıp gidebilir.
Yani, kendimizi içinde bulduğumuz bu kabustan gerçekten iyileşmeye başladığımızda, bu şok edicidir. Sistemimiz, bizi iyileştirebilecek şeye HAYIR diye bağırır çünkü bu, yaranın doğasıdır. Savunmalarımızın yavaş yavaş çökmesine izin vermeliyiz. Bu süreci izlemeli ve neler olduğunu gördükçe yavaş bir çözülme süreci yaşanır ve ardından rahatlama başlar. Dikkatimizi toplayıp başımıza gelenlere izin verdikçe (çünkü oluyor, öyleyse bundan ders çıkarmalıyız), iyileşmemize gerçekten yardımcı olan eylemlerde bulunmamıza yardımcı olacak içgörüler geliştirmeye başlarız. İyileşme süreci gerçekten bir gizemdir ve herkes için farklı görünür. 'Hiçbir iyileşme yolculuğu iki kez tekrarlanmaz.' Bazıları kendilerini bu tanımlamada görürken bazıları görmeyecektir çünkü bu tanımlama her iyileşme yolculuğunun algılarını kapsayamaz. (Bkz: İyileşmek ne anlama gelir?)
Açık olmak gerekirse, tüm bunlar bedenimizin derinliklerinde. Biyolojik ve fizyolojik olarak derinden etkileniyoruz, ancak sonunda en derin şekilde iyileşmemize yardımcı olan şey gözlemleme kapasitemizdir ve bu, beden/zihin/ruh arasındaki yakın etkileşimi öğrenmek için gerçek bir fırsattır. Benim için iyileşme, bütünsel refahın tüm yönlerini içerir. Her şey önemli ve bu yüzden öyleymiş gibi yaşıyorum. Hayatım bunun sonucunda güzel şekillerde değişti ve değişmeye devam ediyor. Daha fazla bilgi:
-Akıl sağlığı, bağışıklık tepkisi ve iltihaplanma: Bağışıklık tepkisi travmaya ikincildir
-Psikiyatrik ilaçlar ve mitokondriyal hasar
-Bedeni/zihni hissetme isteğiyle iyileştirmek
-İnançlara tutunmak yaşam deneyimimizi sınırlar
-Seçim ve duygu: Biraz düşünce içeren kısa bir deneme
-Duygusal "düzensizlik" esnekliktir
*Dikkatli bir planlama yapmadan ilaçları bırakmak potansiyel olarak tehlikelidir. Lütfen herhangi bir ilaç kesme işlemine girişmeden önce iyi eğitim aldığınızdan emin olun. Doktorunuz size yardımcı olmayı kabul ederse, deneyimli olduklarını iddia etseler bile, bunu nasıl yapacaklarını iyi bildiklerini varsaymayın. Genellikle ilaç kesme konusunda eğitimli değillerdir ve yoksunluk sorunlarını nasıl tanıyacaklarını bilemeyebilirler. Çoğu yoksunluk sorununa psikiyatrik sorunlar teşhisi konur. Bu nedenle, kendinizi eğitmeniz ve bakım ortağınız olarak sizinle birlikte öğrenmeye istekli bir doktor bulmanız iyi bir fikirdir. Bkz: Psikiyatrik ilaç yoksunluğu ve uzun süreli yoksunluk sendromu özeti..." (36)
"Psikotropik ilaç kullanıcılarında bilişsel ve hafıza gerilemesinin biyobelirteçleri
(...) Antidepresan kullananlarda hafıza ve bilişsel gerileme... Psikotrop ilaçlar, tedaviye uyumu ve genel tedavi başarısını etkileyen bir dizi yan etkiyle ilişkilidir. Yaygın yan etkiler arasında 'kilo alımı, sedasyon, gastrointestinal rahatsızlıklar, cinsel işlev bozukluğu ve metabolik sendrom' bulunur. Benzer şekilde, atipik antipsikotikler 'diyabet ve hiperlipidemi' gibi metabolik sorunlara yol açabilir ve düzenli metabolik takip gerektirir. Hafıza kaybı, antidepresan kullanıcıları arasında önemli bir endişe kaynağıdır.
Çeşitli çalışmalar, özellikle seçici serotonin geri alım inhibitörleri (SSRI'lar) ve trisiklik antidepresanlar (TCA'lar) olmak üzere bazı antidepresanların hafıza da dahil olmak üzere bilişsel işlevleri olumsuz etkileyebileceğini göstermiştir. Örneğin, Smith ve ark. (2022) tarafından yürütülen bir araştırma, 'SSRI'ların uzun süreli kullanımının yaşlı yetişkinlerde hafıza hatırlama becerilerinde orta düzeyde bir düşüşle ilişkili olduğunu' göstermiştir. Benzer şekilde, Johnson ve ark. (2022), 'TCA'ların bozulmuş çalışma belleğine ve daha yavaş bilişsel işlem hızlarına katkıda bulunabileceğini' belirtmiştir.
Bu bulgular, özellikle yaşlılar gibi bilişsel gerileme riski taşıyan popülasyonlarda antidepresan kullanımının dikkatli bir şekilde izlenmesinin ve yönetilmesinin önemini vurgulamaktadır. Gelecekteki araştırmalar, antidepresanların hafızayı nasıl etkilediğine dair spesifik mekanizmaları belirlemeye ve bu ilaçların terapötik faydalarını korurken bu olumsuz etkileri hafifletmek için stratejiler geliştirmeye odaklanmalıdır.
Antidepresanlar, özellikle SSRI'lar, depresyon ve anksiyete bozukluklarının tedavisinde yaygın olarak reçete edilmektedir. Ancak, bu ilaçların uzun süreli kullanımı, 'hafıza, dikkat ve yürütücü işlevler' gibi bilişsel işlevler üzerindeki potansiyel etkileri konusunda endişelere yol açmıştır.
"Gerçekten de araştırmalar, antidepresan kullanımının bazı bireylerde bilişsel gerilemeyle ilişkili olabileceğini göstermiştir. Son çalışmalar, kronik antidepresan kullanımının bazı hastalarda hafif bilişsel bozukluğa (MCI "mild cognitive impairment") yol açabileceğini göstermiştir."
Boylamalı bir çalışma, uzun süreli SSRI tedavisi gören yaşlı hastalarda, orta yaşlı yetişkinlerde ilaç kullanmayanlara kıyasla sözel bellek performansında bir düşüşle bağlantılı olan bilişsel gerileme oranlarının önemli ölçüde daha yüksek olduğunu bulmuştur. (Wang ve ark. 2023a, b). (....)" (38)
"Psikiyatrik ilaçlar beyin ve diğer dokulardaki mitokondriyal işlevi etkiliyor
Özet... Mitokondriler şizofreni (ŞZ "schizophrenia") etiyolojisi ile ilişkilendirilmiştir. Ancak, ŞZ'de mitokondri çalışmaları, antipsikotik ilaçlar (APD'ler "antipsychotic drugs") ve diğer yaygın ilaçlarla yapılan farmakolojik tedavinin etkileriyle karıştırılabilir. Bu derleme, ŞZ'nin altında yatan ilgili mitokondri mekanizmaları ve başta APD'ler olmak üzere antidepresanlar ve anksiyolitikler olmak üzere psikoaktif ilaçların potansiyel etkileri hakkındaki bulguları özetlemektedir.
Özetlenen veriler, APD'lerin 'Kompleks I aktivitesini ve ATP üretimini ve mitokondri membran potansiyelinin dağılımını' azaltarak mitokondri fonksiyonunu bozduğunu göstermektedir. "Aynı zamanda, ŞZ hastalarının beyinlerinde antipsikotik ilaç tedavisi, ŞZ'de azalmış olan mitokondriyal genlerle zenginleştirilmiş gen ekspresyon modüllerini normalleştirir. Bu durum, APD'lerin mitokondri üzerinde hem olumlu hem de olumsuz etkileri olabileceğini göstermektedir. "
Mevcut kanıtlar üç sonuca işaret etmektedir:
(a) SZ'de mitokondri
fonksiyonlarında değişiklikler, APD tedavisinden önce mevcuttur;
(b)
SZ'deki mitokondri değişiklikleri, APD tedavisi ile tersine çevrilebilir
ve
(c) APD'ler doğrudan mitokondri fonksiyonlarında bozulmaya neden
olur.
Genel olarak, psikiyatrik ilaçların mitokondri üzerindeki etki mekanizmaları hem doğrudan hem de dolaylıdır; APD'lerin mitokondri üzerindeki etkilerinin hem terapötik hem de metabolik yan etkilerine katkıda bulunabileceği sonucuna varıyoruz. Bu çalışmalar, nöronal mitokondrilerin SZ'de 'etiyolojik bir faktör' olduğu hipotezini desteklemektedir. Ayrıca, APD'ler ve diğer ilaçlar, SZ'de mitokondrinin bu patofizyolojik rolünün değerlendirilmesinde dikkate alınmalıdır. Bu etkiler göz önüne alındığında, mitokondri üzerindeki farmakolojik etkiler, daha fazla APD gelişimi için değerli bir hedef olabilir. (....)
- Bölüm parçacıkları... Mitokondri bozukluğu... Birinci nesil APD'ler, '5-HT2A, alfa-1 adrenerjik, histaminerjik ve muskarinik reseptörler' üzerinde değişken etkilerle yüksek afiniteli pre ve postsinaptik dopamin D2 reseptörlerini antagonize eder.
İkinci nesil APD'lerin çoğu, 'D3, D4, alfa-1 adrenerjik, histaminerjik ve muskarinik reseptörlerde' ek aktivite ile hem 5-HT2A hem de D2 reseptörlerini antagonize eder. Aripiprazol gibi ilaçlar için dopamin reseptör kısmi agonizmasının bazı benzersiz istisnaları vardır; bu, bir dopamin reseptörü olarak adlandırılır.
- Antidepresanlar ve diğer psikoaktif bileşikler... Önceki çalışmalar, APD'lere ek olarak kullanılan psikotropik ilaçların Kompleks I aktivitesinin bozulmasına yol açtığını (Corena-McLeod ve ark., 2013; Hroudova ve Fisar, 2012; Abdel-Razaq ve ark., 2011; Adzic ve ark., 2016; Holper ve ark., 2019) ve SZ hastalarının sıklıkla antidepresanlar, anksiyolitikler ve diğer psikoaktif ilaçlarla eş zamanlı tedavi gördüğünü bulmuştur. Polifarmasi ve mitokondriyal aktivite arasındaki etkileşimler, APD'lerle tedavi edilen hastalarda klinik açıdan önemli olabilir.
- Sonuç ve geleceğe yönelik öneriler... Şizofrenide hem farmakoterapinin hem de psikiyatrik hastalıkların mitokondriyi düzenlediği bildirilmektedir; bu örtüşmeler solunum zinciri aktivitesindeki düşüşlerde ve ROS ve MMP'deki değişikliklerde görülmektedir. Mitokondriyal işlev bozukluğunun, ilaç tedavisine ikincil olarak mı yoksa altta yatan hastalık sürecinin bir sonucu mu ortaya çıktığını belirlemek zordur. MMP, ATP üretimi, kalsiyum regülasyonunun sürdürülmesi ve sinaptik fonksiyonların homeostazı için önemli olsa da. (...)" (39)
"Psikiyatrik ve Antipsikotik İlaçlar: Psikiyatri insanlara zarar veriyor
"Doktorlar, hakkında çok az şey bildikleri ilaçları, hakkında hiçbir şey bilmedikleri hastalara, hakkında daha az şey bildikleri hastalıklar için verirler." (Voltaire, MS 1694-1778)
- Psikiyatrik İlaçlar, Nöroleptik İlaçlar, Psikoaktif İlaçlar... İster boyun eğmeye zorlanmış, ister hapsedilmiş veya uyuşturulmuş olsun, toplum her zaman 'kendini kontrol etmeyi seçmeyenleri kontrol etmenin bir yolunu' bulur. Biyopsikiyatri, ateistlerin kontrol edilemeyenleri şoklar, ilaçlar ve istemsiz müdahalelerle kontrol etme sistemidir.
Bu belgedeki hızlı bağlantıların ana dizini: Giriş...
A. Psikiyatrik ilaçların zihin ve beden üzerindeki etkileri ansiklopedisi..
B. Psikiyatrik ilaçlar beyindeki biyokimyasal dengesizlikleri düzeltmez.
C. Psikiyatrik ilaçlar biyokimyasal dengesizlikleri nasıl yaratır ve beyin bunları nasıl düzeltir?
D. İlaçlar: kimyasal lobotomi, duygusal anestezi, farmakolojik deli gömleği:
E. Psikiyatrik ilaçlar beyin hasarına neden olur.
1. Psikiyatrik ilaçlar diyabete neden olur.
2. İlaç şirketleri kimyasal dengesizlik efsanesinden milyarlar kazanıyor.
F. Psikiyatrik ilaçlar plasebodan daha iyi etki göstermez.
G. Psikiyatrik ilaç bırakmanın nosebo etkisi:
H. Psikiyatrik ilaçların ağrılı bırakma etkileri:
I. Gebelik ve Yenidoğanda Psikiyatrik İlaç Bırakma..
J. İlaçlar bizi intihara, suça veya cinayete sürüklemez.
K. "İlaçlar hastayı iyileştirdi" argümanı.
L. Psikiyatrik ilaçlar gerçek iyileşmeyi engeller.
M. Psikiyatrik ilaçları bırakmak ve uyuşturucudan kurtulmak.
Sonuç
Önerilen okumalar
Giriş...
1) Tüm psikiyatrik ilaçlar ve reçete edildikleri bozukluklar için referans bölümümüze bakın.
a. İlk psikiyatrik ilaç olan Klorpromazin 11 Aralık 1950'de üretildi. Bu, kimyasal psikiyatrinin bugün 'psikiyatride baskın güç' olarak ele geçirilmesinin başlangıcını işaret ediyor. Ancak, büyük yan etkiler ve düşük etkililik, günümüzde herkesin 'ilaçların, basit insan davranışlarını değiştirmedeki' faydasını yeniden düşünmesine neden oluyor.
2) Kimyasal dengesizlikler bir efsanedir, varlığını kanıtlayacak hiçbir bilimsel veri yoktur, sadece teori vardır!
a. Efsanevi "kimyasal dengesizlikleri" düzeltmek için yapılan bitmek bilmeyen 'zararlı ilaç denemelerine' katlanmak, yıpratıcı ve acı verici yan etkilerle birleşince, toplumun 'evrim teorisini' gerçek olarak kabul etmesinin bedelini ödediği bir cezadır.
b. İlaç şirketleri, halkı "akıl hastalığının" "biyokimyasal dengesizliklerden" kaynaklandığına ve tarihte eşi benzeri görülmemiş bir pazarlama dolandırıcılığına ikna etmeyi başardılar. Televizyon reklamları, ilaçlarının 'beyinlerdeki bilinen "biyokimyasal dengesizlikleri" düzelterek işe yaradığını' utanmadan iddia ediyor. Bu, yedi büyük Amerikan tütün şirketinin yöneticilerinin 15 Nisan 1994'te Kongre önünde 'sigaraların bağımlılık yapmadığı' ve bilimin 'kansere neden olduklarına dair kesin bir kanıt sunmadığı' konusunda küstahça ifade vermesiyle aynı kötülük ligindedir. Hem ilaç hem de sigara şirketleri, kâr amacıyla halka yalan söyler.
"Sigaralar gibi, genel olarak psikiyatrik ilaçlar ve özellikle nöroleptikler ve antipsikotikler de insan vücudu için son derece tehlikeli kimyasallardır."
c. "Bedensel hastalık ile akıl hastalığı arasındaki benzemezlik, antibiyotikler ve antipsikotikler arasındaki popüler benzetmenin de gösterdiği gibi, sayısız kafa karışıklığına yol açar. Örneğin 'penisilinin bel soğukluğunu tedavi edip etmediğini' sormak mantıklıdır, çünkü bir kişide 'bel soğukluğu olup olmadığını belirlemek' için nesnel ölçütler vardır. Ancak, örneğin Zyprexa'nın şizofreniyi tedavi edip etmediğini sormak mantıklı değildir, çünkü bir kişide bu iddia edilen bozukluğa sahip olup olmadığını belirlemek için nesnel ölçütler yoktur. Bu nedenle, psikotrop ilaçların "işe yarayıp yaramadığını" tartışmak boşunadır." (Zorlama Tedavi Olarak, Thomas Szasz, 2007 AD, s. 177)
d. Psikiyatrik ilaçların, beyindeki biyokimyasal dengesizlikleri düzelttiğine inanılmaktadır. Ancak, psikiyatrik ilaçların genel etkisi, 'kısmi anesteziye veya sarhoş ya da uyuşturucu etkisi' altında olmaya eşdeğer bir yönetici işlev azalmasıdır.
i. İlk psikiyatrik ilaç olan Torazin, cerrahi hastalarında, bilinçli cerrahinin korku ve acısına karşı 'kayıtsız ve ilgisiz hale getirmesi' nedeniyle kullanılmıştır.
ii. SSRI'lar 'duygusal körelme, ilgisizlik ve kayıtsızlığa' neden olmaktadır.
iii. Benzodiazepinler aslında hem akıl hastalarında hem de cerrahi anestezide kullanılmaktadır.
e. Nöroleptik ve antipsikotik ilaçlar bu hayali "kimyasal dengesizliği" düzeltmez, sadece sakinleştirir, sersemletir ve "duygularınızı uyuşturur". Akıl hastalığını iyileştirmezler, semptomları ortadan kaldırırlar. İyi olduğu söylenen nöroleptik ilaçların çoğu, salt "plasebo etkisi" ile açıklanabilir.
"Psikiyatrik ilaçlar sorunu çözmez, sadece duyguları uyuşturur. Bir kişiye antipsikotik ilaçlar vermek beyin hasarına neden olabilir."
2) Psikiyatrik ilaçlar tehlikelidir, beyin hasarına yol açar ve hayatın sorunlarını çözmede şeker hapından daha iyi bir işe yaramaz.
a. Antipsikotik ilaçlar akıl hastalarının semptomları üzerinde etkili olsa bile, bireye maliyetine değer mi? Nöroleptik ilaçlar insanları yürüyen zombilere dönüştürüyor, beyin hasarına neden oluyor, çoğu durumda 'çalışamaz' hale getiriyor ve hükümetlere milyarlarca dolarlık sosyal yardım ödemesine mal oluyor!
b. "Bu ilaçların çoğu [Klorpromazin, Reserpin, İmipramin, Tranilsipromin, Lityum, Diazepam] birden fazla beyin proteinine bağlanır ve etkilerini, birden fazla reseptör, moleküller arası etkileşimler ve uygulama yoluyla ortaya çıkan biyolojik düzenleyici mekanizmalar aracılığıyla beyinde meydana gelen uzun vadeli değişiklikleri içeren karmaşık yollarla gösterir. Bu nedenle, etki mekanizmalarının anlaşılması eksiktir." (Psikiyatriye Biyolojik Yaklaşım (The Biological Approach to Psychiatry), Samuel H. Barondes, The Journal of Neuroscience, Haziran 1990)
3) MS 1806'da Pinel, döneminin çoğu doktorunun kabul edemediği bir şeyi anlamıştı: 'İlaçlar deliliği iyileştirmez çünkü bu fiziksel bir sorun değil, ruhsal bir sorundur.' Bugün ilaçlar, doktorların ilk yaptığı şeydir, son değil. "İlaçlara olan inancım giderek azaldı ve şüpheciliğim o kadar ileri gitti ki, ahlaki çözümler tamamen başarısız olana kadar onlara asla başvurmamaya karar verdim." (Delilik Üzerine Bir İnceleme (A Treatise on Insanity), Philippe Pinel, MS 1806)
a. "MS 1750'de William Battie, 'deliliği tedavi edecek sihirli bir ilacın olmadığını' itiraf etti. Bir gün bulunacağını öngörmüştü, ancak bugün bile böyle kimyasal bir tedavi mevcut değil! Modern Nöroleptik ilaçlar, - 1750'lerde William Battie ve John Monro tarafından reçete edilen afyondan - daha fazla deliliğe çare değildir. 'Her ne kadar' deliliğin 'kendine özgü panzehirinin, doğanın deposunda saklı olduğunu ve belirlenen zamanda gün ışığına çıkarılacağını' ummak için nedenlerimiz olsa da; şu anki talihsizliğimiz öyle ki, ya bu önemli sır, mucitleri tarafından insanlığın geri kalanından saklandı ya da daha muhtemel olanı, henüz hiç keşfedilmedi." (Delilik Üzerine Bir İnceleme (A Treatise on Madness), William Battie, MS 1758, s. 71) (...)" (54)
"Antidepresanlar gerçekten beyin hasarına yol açabilir mi? Uzmanlar, bu hapların çoğu insanda işe yaramadığını ve hatta KALICI zarara yol açabileceğini ortaya koyuyor.
-Günümüzde milyonlarca kişiye potansiyel olarak son derece zararlı ilaçlar reçete ediliyor.
-Geçen hafta Vikont Hinchingbrooke, bu haplarla 20 yıldır verdiği mücadeleyi açıkladı.
-Şimdi ise uzmanlar, antidepresanların birçok kişi için plasebodan daha iyi işe yaramadığını söylüyor.
Her zamankinden daha fazla İngiliz, antidepresan ilaç kullanıyor; en yaygın türü olan SSRI'lar (seçici serotonin geri alım inhibitörleri) için reçeteler 1998 ile 2012 yılları arasında %165 arttı. Ancak tartışmalı yeni bir kitap olan 'Sakinleştirilmiş Toplum (The Sedated Society)', beyindeki kimyasal dengesizliği düzelttiği söylenen bu ilaçların, duygusal açıdan hassas kişilere -yetişkinler veya çocuklar- verilmesinin yanlış olduğunu iddia ediyor.
Uzmanlar, ilaç endüstrisi ve psikiyatriyi sert bir şekilde değerlendirerek, antidepresanlara dair kanıtların hatalı olduğunu ve bu ilaçların 'hiçbir zaman kimyasal dengesizliği düzelttiğinin kanıtlanmadığını' iddia ediyor. Yine de milyonlarca kişiye potansiyel olarak son derece zararlı ilaçlar reçete ediliyor.
"Viscount Hinchingbrooke (resimde) yaklaşık 20 yıldır ihtiyaç duymadığı antidepresan ilaçlar reçete edildi ve bunları bırakmak için cehennem azabı çekti."
Geçtiğimiz hafta İyi Sağlık (Good Health) dergisi, kitabın yazarlarından Viscount Hinchingbrooke'un, kendisine 20 yıl boyunca bu ilaçların reçete edilmesiyle (ihtiyacı olmayan ilaçlar) ve bunları bırakmanın verdiği cehennem azabıyla ilgili yakıcı bir anlatımını yayınladı. Eş yazarlarından biri olan ve Kopenhag Üniversitesi'nde klinik araştırma, tasarım ve analiz konusunda uzmanlaşmış saygın bir uzman olan Profesör Peter Gøtzsche'nin de belirttiği gibi, bu çile çok yaygın.
'İlaçlar, hastaların istediği şeyi, yani tedavinin belirli zihinsel veya duygusal sorunlarda işe yaramasını sağlayamadı.' Bu nedenle, yaygın ve ömür boyu kullanımın hiçbir gerekçesi yok. 'İnsanlar bu ilaçları yıllarca kullanmaya devam ediyor.' Klinisyenler bunun 'nüksetmeyi önlemek için' olduğunu iddia ediyor, ancak 'bırakmanın yan etkileri o kadar şiddetli' olabilir ki, kullanmaya devam etmek daha iyidir.'
Ancak yeni kitapta dile getirilen tek endişe bu değil. On uzman yazara göre, SSRI'lar ve antipsikotik olarak bilinen ağır sakinleştiriciler gibi ilaçlar çoğu insan için plasebodan daha iyi olmamakla kalmıyor, aynı zamanda - bazıları çocuklarda ve yetişkinlerde - intihar riskini de artırıyor. Ayrıca 'libidoyu düşürüyor ve tardif diskinezi adı verilen son derece rahatsız edici bir kas rahatsızlığına' neden olabiliyorlar.
Ayrıca, 'bu ilaçların hasta ilacı almayı bıraktıktan sonra bile devam eden uzun vadeli hasara yol açabileceğini' iddia ediyorlar. Hayvanlar üzerinde yapılan araştırmalar, 'antidepresanların beyin hücreleri arasındaki bağlantıları küçültebildiğini ve ilaçlar bırakıldıktan sonra bunların tekrar oluşmadığını' ortaya koymuştur.
"Viscount Hinchingbrooke, 19 yaşındayken geçirdiği sinüs ameliyatının ardından reçete aldıktan sonra yıllarca benzodiazepin bağımlılığıyla mücadele etti."
SSRI'lar depresyonu hafifletmede gerçekten etkili olsaydı, bu potansiyel olarak tehlikeli yan etkilerin risklerini kabul etmek için bir neden olabilirdi. Depresyonun, iyi hissettiren 'kimyasal serotoninin' düşük seviyelerinden kaynaklandığı ve bu nedenle SSRI'ların 'beynin serotonini parçalama hızını yavaşlatarak, ruh halini iyileştirecek daha fazla madde sağladığı' öne sürülüyor. Ancak, beyindeki serotonin seviyeleri ile depresyon arasında bir bağlantı olduğunu gösteren hiçbir araştırma yok.
Profesör Gøtzsche, "Hastalık modeli tam bir felakettir" diyor. "Psikiyatrik bir hastalığın beyin hasarına neden olduğunu gösteren ikna edici bir kanıt görmedim, ancak ilaçların beyin hasarına neden olduğuna dair çok sayıda kanıt gördüm."
Yine de, bu teori genellikle hastaları, ilaçları almayı bırakıp kendilerini kötü hissetmeleri durumunda, bunun 'hastalıklarının geri geldiğinin' bir işareti olduğu konusunda uyarmak için kullanılır. Daha makul bir açıklama ise, SSRI'lar ve diğer psikiyatrik ilaçların bağımlılık yaptığı bilindiğinden, rahatsız edici semptomların aniden bırakmanın bir sonucu olmasıdır.
"Depresyonun, iyi hissettiren 'kimyasal serotoninin' düşük seviyelerinden kaynaklandığı ve bu nedenle SSRI'ların 'beynin serotonini parçalama hızını yavaşlattığı ve böylece ruh halini iyileştirecek daha fazla kimyasal olduğu' öne sürülüyor."
Bu yoksunluk etkileri, Viscount Hinchingbrooke'un geçen hafta açıkladığı gibi, yıllarca sürebilir. Teoriye şüpheyle yaklaşmak için bir diğer sebep de, Profesör Gøtzsche'nin yeni kitabında da belirttiği gibi, ilaç şirketlerinin 'olumlu sonuçlar elde etmek için olumsuz sonuçları gizlemek veya istatistikleri çarpıtmak gibi olağanüstü çabalar' sarf etmesidir.
Herhangi bir yeni ilacı test etmenin altın standardı olan randomize kontrollü çalışmaların (RCT) temel ilkelerinden biri, ister doktor ister hasta olsun, dahil olan hiç kimsenin hangi hasta grubunun ilacı, hangisinin plasebo aldığını bilmemesidir. Ancak Prozac için ana denemenin başlamasından iki hafta sonra, üreticinin araştırmacıları 'bu ilkeyi göz ardı ederek, hastaları gruplar arasında değiştirdiler' ve bu da sonuçları iyileştirdi.
Daha da kötüsü, Prozac'ın intihar riskini artırması riskini (önceki denemelerde ortaya çıkan bir yan etki) azaltmak için, Prozac alan hastaların %25'ine sakinleştirici verildi; ancak bu bilgi o zaman ortaya çıkmamıştı.
"On uzman yazara göre, SSRI'lar ve antipsikotik olarak bilinen ağır sakinleştiriciler gibi ilaçlar, çoğu insan için plasebodan daha iyi değil."
ABD İlaç ve Gıda Dairesi FDA (Gıda ve İlaç Dairesi), yapılanları keşfettiğinde (kitabın yazarlarından biri olan ve Prozac üzerine kitaplar yazan psikiyatrist Dr. Peter Breggin'e göre), 'sakinleştirici içermeyen Prozac'ın faydasının plasebodan daha iyi olmadığını' hesapladı.
Bu tür kusurlu kanıtlara dayanarak Prozac 1987'de piyasaya sürüldü. Diğer markalar da bunu izledi ve bunlardan biri olan Seroxat, çocukluk depresyonunu tedavi etmek için lisans almak üzere denemeler yaptı, ancak bunların 'yanıltıcı' olduğu ortaya çıktı. 2002'de BBC'nin Panorama programı, bu denemelerden bazılarının Seroxat'ın 'çocuklarda intihar riskini artırdığını, ancak üreticinin bu utanç verici sonuçları, bir kenara attığını ve asla yayınlamadığını' ortaya koydu.
Panorama programı, ilaç denemelerinin perde arkasında neler olup bittiğini gizleyen perdenin ilk kez aralandığı programdı. Birleşik Krallık İlaç Komitesi, yetişkinlerde bilinen intihar riskine rağmen, 'Prozac'ın çocuklar tarafından güvenle kullanılabilecek tek SSRI olduğunu' açıkladı. Ancak, şirketin intihar riskini gizlemesi durumunda herhangi bir ceza uygulanmadı.
"Birleşik Krallık İlaç Komitesi, Prozac'ın 'çocuklar tarafından güvenle kullanılabilecek tek SSRI olduğunu' açıkladı. Ancak şirketin intihar riskini gizlemesi durumunda herhangi bir ceza uygulanmadı."
Prozac'a büyük bir pazarlama fırsatı verilmişti, ancak Panorama ifşaları insanların SSRI'lara olan güvenini sarsmıştı, bu yüzden ABD'de Amerikan Ulusal Akıl Sağlığı Enstitüleri'nde TADS (Depresyonlu Ergenlerin Tedavisi Çalışması) adı verilen yeni bir dizi çalışma başlatıldı. 'Prozac artı Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT /CBT "cognitive behaviour therapy") ile tek başına Prozac'ı veya plaseboyu karşılaştıran' çalışmada, 'Prozac'ın BDT ile birlikte kullanımının çocuklar için güvenli ve etkili olduğu' iddia edildi.
Ancak kitabın yazarlarından biri olan Lincolnshire'daki Ulusal Sağlık Hizmetleri'nde Tıbbi Eğitim Direktörü ve çocuk ve ergen psikiyatristi Profesör Sami Timimi, birçok SSRI çalışmasında olduğu gibi, 'basit ama etkili bir el çabukluğuyla olumlu sonuçlar elde edildiğini' söylüyor.
Profesör Timimi, 'çalışmanın özetinde yalnızca olumlu sonuçlar bildirildiğini, gerçeği bulmak için makalenin tamamını okumanız gerektiğini' söylüyor. "İlk TADS çalışmasının ana sonucu, Prozac artı Bilişsel Davranışçı Terapi'nin (BDT) çocuklar için en iyi seçenek olduğuydu," diye yazıyor. "İyice gizlenmiş tam metinde, Prozac için çok daha kötü haberler vardı. Doğrudan bir plasebo ile karşılaştırıldığında, daha iyi değildi."
Genel olarak, psikiyatrik ilaçların mitokondri üzerindeki etki mekanizmaları hem doğrudan hem de dolaylıdır; APD'lerin mitokondri üzerindeki etkilerinin hem terapötik hem de metabolik yan etkilerine katkıda bulunabileceği sonucuna varıyoruz. Bu çalışmalar, nöronal mitokondrilerin SZ'de 'etiyolojik bir faktör' olduğu hipotezini desteklemektedir. Ayrıca, APD'ler ve diğer ilaçlar, SZ'de mitokondrinin bu patofizyolojik rolünün değerlendirilmesinde dikkate alınmalıdır. Bu etkiler göz önüne alındığında, mitokondri üzerindeki farmakolojik etkiler, daha fazla APD gelişimi için değerli bir hedef olabilir. (....)
- Bölüm parçacıkları... Mitokondri bozukluğu... Birinci nesil APD'ler, '5-HT2A, alfa-1 adrenerjik, histaminerjik ve muskarinik reseptörler' üzerinde değişken etkilerle yüksek afiniteli pre ve postsinaptik dopamin D2 reseptörlerini antagonize eder.
İkinci nesil APD'lerin çoğu, 'D3, D4, alfa-1 adrenerjik, histaminerjik ve muskarinik reseptörlerde' ek aktivite ile hem 5-HT2A hem de D2 reseptörlerini antagonize eder. Aripiprazol gibi ilaçlar için dopamin reseptör kısmi agonizmasının bazı benzersiz istisnaları vardır; bu, bir dopamin reseptörü olarak adlandırılır.
- Antidepresanlar ve diğer psikoaktif bileşikler... Önceki çalışmalar, APD'lere ek olarak kullanılan psikotropik ilaçların Kompleks I aktivitesinin bozulmasına yol açtığını (Corena-McLeod ve ark., 2013; Hroudova ve Fisar, 2012; Abdel-Razaq ve ark., 2011; Adzic ve ark., 2016; Holper ve ark., 2019) ve SZ hastalarının sıklıkla antidepresanlar, anksiyolitikler ve diğer psikoaktif ilaçlarla eş zamanlı tedavi gördüğünü bulmuştur. Polifarmasi ve mitokondriyal aktivite arasındaki etkileşimler, APD'lerle tedavi edilen hastalarda klinik açıdan önemli olabilir.
- Sonuç ve geleceğe yönelik öneriler... Şizofrenide hem farmakoterapinin hem de psikiyatrik hastalıkların mitokondriyi düzenlediği bildirilmektedir; bu örtüşmeler solunum zinciri aktivitesindeki düşüşlerde ve ROS ve MMP'deki değişikliklerde görülmektedir. Mitokondriyal işlev bozukluğunun, ilaç tedavisine ikincil olarak mı yoksa altta yatan hastalık sürecinin bir sonucu mu ortaya çıktığını belirlemek zordur. MMP, ATP üretimi, kalsiyum regülasyonunun sürdürülmesi ve sinaptik fonksiyonların homeostazı için önemli olsa da. (...)" (39)
"Psikiyatrik ve Antipsikotik İlaçlar: Psikiyatri insanlara zarar veriyor
"Doktorlar, hakkında çok az şey bildikleri ilaçları, hakkında hiçbir şey bilmedikleri hastalara, hakkında daha az şey bildikleri hastalıklar için verirler." (Voltaire, MS 1694-1778)
- Psikiyatrik İlaçlar, Nöroleptik İlaçlar, Psikoaktif İlaçlar... İster boyun eğmeye zorlanmış, ister hapsedilmiş veya uyuşturulmuş olsun, toplum her zaman 'kendini kontrol etmeyi seçmeyenleri kontrol etmenin bir yolunu' bulur. Biyopsikiyatri, ateistlerin kontrol edilemeyenleri şoklar, ilaçlar ve istemsiz müdahalelerle kontrol etme sistemidir.
Bu belgedeki hızlı bağlantıların ana dizini: Giriş...
A. Psikiyatrik ilaçların zihin ve beden üzerindeki etkileri ansiklopedisi..
B. Psikiyatrik ilaçlar beyindeki biyokimyasal dengesizlikleri düzeltmez.
C. Psikiyatrik ilaçlar biyokimyasal dengesizlikleri nasıl yaratır ve beyin bunları nasıl düzeltir?
D. İlaçlar: kimyasal lobotomi, duygusal anestezi, farmakolojik deli gömleği:
E. Psikiyatrik ilaçlar beyin hasarına neden olur.
1. Psikiyatrik ilaçlar diyabete neden olur.
2. İlaç şirketleri kimyasal dengesizlik efsanesinden milyarlar kazanıyor.
F. Psikiyatrik ilaçlar plasebodan daha iyi etki göstermez.
G. Psikiyatrik ilaç bırakmanın nosebo etkisi:
H. Psikiyatrik ilaçların ağrılı bırakma etkileri:
I. Gebelik ve Yenidoğanda Psikiyatrik İlaç Bırakma..
J. İlaçlar bizi intihara, suça veya cinayete sürüklemez.
K. "İlaçlar hastayı iyileştirdi" argümanı.
L. Psikiyatrik ilaçlar gerçek iyileşmeyi engeller.
M. Psikiyatrik ilaçları bırakmak ve uyuşturucudan kurtulmak.
Sonuç
Önerilen okumalar
Giriş...
1) Tüm psikiyatrik ilaçlar ve reçete edildikleri bozukluklar için referans bölümümüze bakın.
a. İlk psikiyatrik ilaç olan Klorpromazin 11 Aralık 1950'de üretildi. Bu, kimyasal psikiyatrinin bugün 'psikiyatride baskın güç' olarak ele geçirilmesinin başlangıcını işaret ediyor. Ancak, büyük yan etkiler ve düşük etkililik, günümüzde herkesin 'ilaçların, basit insan davranışlarını değiştirmedeki' faydasını yeniden düşünmesine neden oluyor.
2) Kimyasal dengesizlikler bir efsanedir, varlığını kanıtlayacak hiçbir bilimsel veri yoktur, sadece teori vardır!
a. Efsanevi "kimyasal dengesizlikleri" düzeltmek için yapılan bitmek bilmeyen 'zararlı ilaç denemelerine' katlanmak, yıpratıcı ve acı verici yan etkilerle birleşince, toplumun 'evrim teorisini' gerçek olarak kabul etmesinin bedelini ödediği bir cezadır.
b. İlaç şirketleri, halkı "akıl hastalığının" "biyokimyasal dengesizliklerden" kaynaklandığına ve tarihte eşi benzeri görülmemiş bir pazarlama dolandırıcılığına ikna etmeyi başardılar. Televizyon reklamları, ilaçlarının 'beyinlerdeki bilinen "biyokimyasal dengesizlikleri" düzelterek işe yaradığını' utanmadan iddia ediyor. Bu, yedi büyük Amerikan tütün şirketinin yöneticilerinin 15 Nisan 1994'te Kongre önünde 'sigaraların bağımlılık yapmadığı' ve bilimin 'kansere neden olduklarına dair kesin bir kanıt sunmadığı' konusunda küstahça ifade vermesiyle aynı kötülük ligindedir. Hem ilaç hem de sigara şirketleri, kâr amacıyla halka yalan söyler.
"Sigaralar gibi, genel olarak psikiyatrik ilaçlar ve özellikle nöroleptikler ve antipsikotikler de insan vücudu için son derece tehlikeli kimyasallardır."
c. "Bedensel hastalık ile akıl hastalığı arasındaki benzemezlik, antibiyotikler ve antipsikotikler arasındaki popüler benzetmenin de gösterdiği gibi, sayısız kafa karışıklığına yol açar. Örneğin 'penisilinin bel soğukluğunu tedavi edip etmediğini' sormak mantıklıdır, çünkü bir kişide 'bel soğukluğu olup olmadığını belirlemek' için nesnel ölçütler vardır. Ancak, örneğin Zyprexa'nın şizofreniyi tedavi edip etmediğini sormak mantıklı değildir, çünkü bir kişide bu iddia edilen bozukluğa sahip olup olmadığını belirlemek için nesnel ölçütler yoktur. Bu nedenle, psikotrop ilaçların "işe yarayıp yaramadığını" tartışmak boşunadır." (Zorlama Tedavi Olarak, Thomas Szasz, 2007 AD, s. 177)
d. Psikiyatrik ilaçların, beyindeki biyokimyasal dengesizlikleri düzelttiğine inanılmaktadır. Ancak, psikiyatrik ilaçların genel etkisi, 'kısmi anesteziye veya sarhoş ya da uyuşturucu etkisi' altında olmaya eşdeğer bir yönetici işlev azalmasıdır.
i. İlk psikiyatrik ilaç olan Torazin, cerrahi hastalarında, bilinçli cerrahinin korku ve acısına karşı 'kayıtsız ve ilgisiz hale getirmesi' nedeniyle kullanılmıştır.
ii. SSRI'lar 'duygusal körelme, ilgisizlik ve kayıtsızlığa' neden olmaktadır.
iii. Benzodiazepinler aslında hem akıl hastalarında hem de cerrahi anestezide kullanılmaktadır.
e. Nöroleptik ve antipsikotik ilaçlar bu hayali "kimyasal dengesizliği" düzeltmez, sadece sakinleştirir, sersemletir ve "duygularınızı uyuşturur". Akıl hastalığını iyileştirmezler, semptomları ortadan kaldırırlar. İyi olduğu söylenen nöroleptik ilaçların çoğu, salt "plasebo etkisi" ile açıklanabilir.
"Psikiyatrik ilaçlar sorunu çözmez, sadece duyguları uyuşturur. Bir kişiye antipsikotik ilaçlar vermek beyin hasarına neden olabilir."
2) Psikiyatrik ilaçlar tehlikelidir, beyin hasarına yol açar ve hayatın sorunlarını çözmede şeker hapından daha iyi bir işe yaramaz.
a. Antipsikotik ilaçlar akıl hastalarının semptomları üzerinde etkili olsa bile, bireye maliyetine değer mi? Nöroleptik ilaçlar insanları yürüyen zombilere dönüştürüyor, beyin hasarına neden oluyor, çoğu durumda 'çalışamaz' hale getiriyor ve hükümetlere milyarlarca dolarlık sosyal yardım ödemesine mal oluyor!
b. "Bu ilaçların çoğu [Klorpromazin, Reserpin, İmipramin, Tranilsipromin, Lityum, Diazepam] birden fazla beyin proteinine bağlanır ve etkilerini, birden fazla reseptör, moleküller arası etkileşimler ve uygulama yoluyla ortaya çıkan biyolojik düzenleyici mekanizmalar aracılığıyla beyinde meydana gelen uzun vadeli değişiklikleri içeren karmaşık yollarla gösterir. Bu nedenle, etki mekanizmalarının anlaşılması eksiktir." (Psikiyatriye Biyolojik Yaklaşım (The Biological Approach to Psychiatry), Samuel H. Barondes, The Journal of Neuroscience, Haziran 1990)
3) MS 1806'da Pinel, döneminin çoğu doktorunun kabul edemediği bir şeyi anlamıştı: 'İlaçlar deliliği iyileştirmez çünkü bu fiziksel bir sorun değil, ruhsal bir sorundur.' Bugün ilaçlar, doktorların ilk yaptığı şeydir, son değil. "İlaçlara olan inancım giderek azaldı ve şüpheciliğim o kadar ileri gitti ki, ahlaki çözümler tamamen başarısız olana kadar onlara asla başvurmamaya karar verdim." (Delilik Üzerine Bir İnceleme (A Treatise on Insanity), Philippe Pinel, MS 1806)
a. "MS 1750'de William Battie, 'deliliği tedavi edecek sihirli bir ilacın olmadığını' itiraf etti. Bir gün bulunacağını öngörmüştü, ancak bugün bile böyle kimyasal bir tedavi mevcut değil! Modern Nöroleptik ilaçlar, - 1750'lerde William Battie ve John Monro tarafından reçete edilen afyondan - daha fazla deliliğe çare değildir. 'Her ne kadar' deliliğin 'kendine özgü panzehirinin, doğanın deposunda saklı olduğunu ve belirlenen zamanda gün ışığına çıkarılacağını' ummak için nedenlerimiz olsa da; şu anki talihsizliğimiz öyle ki, ya bu önemli sır, mucitleri tarafından insanlığın geri kalanından saklandı ya da daha muhtemel olanı, henüz hiç keşfedilmedi." (Delilik Üzerine Bir İnceleme (A Treatise on Madness), William Battie, MS 1758, s. 71) (...)" (54)
"Antidepresanlar gerçekten beyin hasarına yol açabilir mi? Uzmanlar, bu hapların çoğu insanda işe yaramadığını ve hatta KALICI zarara yol açabileceğini ortaya koyuyor.
-Günümüzde milyonlarca kişiye potansiyel olarak son derece zararlı ilaçlar reçete ediliyor.
-Geçen hafta Vikont Hinchingbrooke, bu haplarla 20 yıldır verdiği mücadeleyi açıkladı.
-Şimdi ise uzmanlar, antidepresanların birçok kişi için plasebodan daha iyi işe yaramadığını söylüyor.
Her zamankinden daha fazla İngiliz, antidepresan ilaç kullanıyor; en yaygın türü olan SSRI'lar (seçici serotonin geri alım inhibitörleri) için reçeteler 1998 ile 2012 yılları arasında %165 arttı. Ancak tartışmalı yeni bir kitap olan 'Sakinleştirilmiş Toplum (The Sedated Society)', beyindeki kimyasal dengesizliği düzelttiği söylenen bu ilaçların, duygusal açıdan hassas kişilere -yetişkinler veya çocuklar- verilmesinin yanlış olduğunu iddia ediyor.
Uzmanlar, ilaç endüstrisi ve psikiyatriyi sert bir şekilde değerlendirerek, antidepresanlara dair kanıtların hatalı olduğunu ve bu ilaçların 'hiçbir zaman kimyasal dengesizliği düzelttiğinin kanıtlanmadığını' iddia ediyor. Yine de milyonlarca kişiye potansiyel olarak son derece zararlı ilaçlar reçete ediliyor.
"Viscount Hinchingbrooke (resimde) yaklaşık 20 yıldır ihtiyaç duymadığı antidepresan ilaçlar reçete edildi ve bunları bırakmak için cehennem azabı çekti."
Geçtiğimiz hafta İyi Sağlık (Good Health) dergisi, kitabın yazarlarından Viscount Hinchingbrooke'un, kendisine 20 yıl boyunca bu ilaçların reçete edilmesiyle (ihtiyacı olmayan ilaçlar) ve bunları bırakmanın verdiği cehennem azabıyla ilgili yakıcı bir anlatımını yayınladı. Eş yazarlarından biri olan ve Kopenhag Üniversitesi'nde klinik araştırma, tasarım ve analiz konusunda uzmanlaşmış saygın bir uzman olan Profesör Peter Gøtzsche'nin de belirttiği gibi, bu çile çok yaygın.
'İlaçlar, hastaların istediği şeyi, yani tedavinin belirli zihinsel veya duygusal sorunlarda işe yaramasını sağlayamadı.' Bu nedenle, yaygın ve ömür boyu kullanımın hiçbir gerekçesi yok. 'İnsanlar bu ilaçları yıllarca kullanmaya devam ediyor.' Klinisyenler bunun 'nüksetmeyi önlemek için' olduğunu iddia ediyor, ancak 'bırakmanın yan etkileri o kadar şiddetli' olabilir ki, kullanmaya devam etmek daha iyidir.'
Ancak yeni kitapta dile getirilen tek endişe bu değil. On uzman yazara göre, SSRI'lar ve antipsikotik olarak bilinen ağır sakinleştiriciler gibi ilaçlar çoğu insan için plasebodan daha iyi olmamakla kalmıyor, aynı zamanda - bazıları çocuklarda ve yetişkinlerde - intihar riskini de artırıyor. Ayrıca 'libidoyu düşürüyor ve tardif diskinezi adı verilen son derece rahatsız edici bir kas rahatsızlığına' neden olabiliyorlar.
Ayrıca, 'bu ilaçların hasta ilacı almayı bıraktıktan sonra bile devam eden uzun vadeli hasara yol açabileceğini' iddia ediyorlar. Hayvanlar üzerinde yapılan araştırmalar, 'antidepresanların beyin hücreleri arasındaki bağlantıları küçültebildiğini ve ilaçlar bırakıldıktan sonra bunların tekrar oluşmadığını' ortaya koymuştur.
"Viscount Hinchingbrooke, 19 yaşındayken geçirdiği sinüs ameliyatının ardından reçete aldıktan sonra yıllarca benzodiazepin bağımlılığıyla mücadele etti."
SSRI'lar depresyonu hafifletmede gerçekten etkili olsaydı, bu potansiyel olarak tehlikeli yan etkilerin risklerini kabul etmek için bir neden olabilirdi. Depresyonun, iyi hissettiren 'kimyasal serotoninin' düşük seviyelerinden kaynaklandığı ve bu nedenle SSRI'ların 'beynin serotonini parçalama hızını yavaşlatarak, ruh halini iyileştirecek daha fazla madde sağladığı' öne sürülüyor. Ancak, beyindeki serotonin seviyeleri ile depresyon arasında bir bağlantı olduğunu gösteren hiçbir araştırma yok.
Profesör Gøtzsche, "Hastalık modeli tam bir felakettir" diyor. "Psikiyatrik bir hastalığın beyin hasarına neden olduğunu gösteren ikna edici bir kanıt görmedim, ancak ilaçların beyin hasarına neden olduğuna dair çok sayıda kanıt gördüm."
Yine de, bu teori genellikle hastaları, ilaçları almayı bırakıp kendilerini kötü hissetmeleri durumunda, bunun 'hastalıklarının geri geldiğinin' bir işareti olduğu konusunda uyarmak için kullanılır. Daha makul bir açıklama ise, SSRI'lar ve diğer psikiyatrik ilaçların bağımlılık yaptığı bilindiğinden, rahatsız edici semptomların aniden bırakmanın bir sonucu olmasıdır.
"Depresyonun, iyi hissettiren 'kimyasal serotoninin' düşük seviyelerinden kaynaklandığı ve bu nedenle SSRI'ların 'beynin serotonini parçalama hızını yavaşlattığı ve böylece ruh halini iyileştirecek daha fazla kimyasal olduğu' öne sürülüyor."
Bu yoksunluk etkileri, Viscount Hinchingbrooke'un geçen hafta açıkladığı gibi, yıllarca sürebilir. Teoriye şüpheyle yaklaşmak için bir diğer sebep de, Profesör Gøtzsche'nin yeni kitabında da belirttiği gibi, ilaç şirketlerinin 'olumlu sonuçlar elde etmek için olumsuz sonuçları gizlemek veya istatistikleri çarpıtmak gibi olağanüstü çabalar' sarf etmesidir.
Herhangi bir yeni ilacı test etmenin altın standardı olan randomize kontrollü çalışmaların (RCT) temel ilkelerinden biri, ister doktor ister hasta olsun, dahil olan hiç kimsenin hangi hasta grubunun ilacı, hangisinin plasebo aldığını bilmemesidir. Ancak Prozac için ana denemenin başlamasından iki hafta sonra, üreticinin araştırmacıları 'bu ilkeyi göz ardı ederek, hastaları gruplar arasında değiştirdiler' ve bu da sonuçları iyileştirdi.
Daha da kötüsü, Prozac'ın intihar riskini artırması riskini (önceki denemelerde ortaya çıkan bir yan etki) azaltmak için, Prozac alan hastaların %25'ine sakinleştirici verildi; ancak bu bilgi o zaman ortaya çıkmamıştı.
"On uzman yazara göre, SSRI'lar ve antipsikotik olarak bilinen ağır sakinleştiriciler gibi ilaçlar, çoğu insan için plasebodan daha iyi değil."
ABD İlaç ve Gıda Dairesi FDA (Gıda ve İlaç Dairesi), yapılanları keşfettiğinde (kitabın yazarlarından biri olan ve Prozac üzerine kitaplar yazan psikiyatrist Dr. Peter Breggin'e göre), 'sakinleştirici içermeyen Prozac'ın faydasının plasebodan daha iyi olmadığını' hesapladı.
Bu tür kusurlu kanıtlara dayanarak Prozac 1987'de piyasaya sürüldü. Diğer markalar da bunu izledi ve bunlardan biri olan Seroxat, çocukluk depresyonunu tedavi etmek için lisans almak üzere denemeler yaptı, ancak bunların 'yanıltıcı' olduğu ortaya çıktı. 2002'de BBC'nin Panorama programı, bu denemelerden bazılarının Seroxat'ın 'çocuklarda intihar riskini artırdığını, ancak üreticinin bu utanç verici sonuçları, bir kenara attığını ve asla yayınlamadığını' ortaya koydu.
Panorama programı, ilaç denemelerinin perde arkasında neler olup bittiğini gizleyen perdenin ilk kez aralandığı programdı. Birleşik Krallık İlaç Komitesi, yetişkinlerde bilinen intihar riskine rağmen, 'Prozac'ın çocuklar tarafından güvenle kullanılabilecek tek SSRI olduğunu' açıkladı. Ancak, şirketin intihar riskini gizlemesi durumunda herhangi bir ceza uygulanmadı.
"Birleşik Krallık İlaç Komitesi, Prozac'ın 'çocuklar tarafından güvenle kullanılabilecek tek SSRI olduğunu' açıkladı. Ancak şirketin intihar riskini gizlemesi durumunda herhangi bir ceza uygulanmadı."
Prozac'a büyük bir pazarlama fırsatı verilmişti, ancak Panorama ifşaları insanların SSRI'lara olan güvenini sarsmıştı, bu yüzden ABD'de Amerikan Ulusal Akıl Sağlığı Enstitüleri'nde TADS (Depresyonlu Ergenlerin Tedavisi Çalışması) adı verilen yeni bir dizi çalışma başlatıldı. 'Prozac artı Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT /CBT "cognitive behaviour therapy") ile tek başına Prozac'ı veya plaseboyu karşılaştıran' çalışmada, 'Prozac'ın BDT ile birlikte kullanımının çocuklar için güvenli ve etkili olduğu' iddia edildi.
Ancak kitabın yazarlarından biri olan Lincolnshire'daki Ulusal Sağlık Hizmetleri'nde Tıbbi Eğitim Direktörü ve çocuk ve ergen psikiyatristi Profesör Sami Timimi, birçok SSRI çalışmasında olduğu gibi, 'basit ama etkili bir el çabukluğuyla olumlu sonuçlar elde edildiğini' söylüyor.
Profesör Timimi, 'çalışmanın özetinde yalnızca olumlu sonuçlar bildirildiğini, gerçeği bulmak için makalenin tamamını okumanız gerektiğini' söylüyor. "İlk TADS çalışmasının ana sonucu, Prozac artı Bilişsel Davranışçı Terapi'nin (BDT) çocuklar için en iyi seçenek olduğuydu," diye yazıyor. "İyice gizlenmiş tam metinde, Prozac için çok daha kötü haberler vardı. Doğrudan bir plasebo ile karşılaştırıldığında, daha iyi değildi."
"Şu anda milyonlarca hastaya potansiyel olarak ciddi derecede zararlı ilaçlar reçete ediliyor."
Ayrıca, 'intihar riskinin de gizli olduğunu' söylüyor. Plasebo veya terapi alan çocukların hiçbirinde risk yoktu, ancak Prozac ile net bir bağlantı ortaya çıktı. Profesör Gøtzsche, mesleğe sert bir eleştiride bulunarak, 'depresyonun düşük serotonin seviyelerinden kaynaklandığı' teorisi nedeniyle ilaç şirketlerinin psikiyatriye getirdiği büyük miktardaki paranın, 'bu verilerin sorgulanmadan kalmasında kilit bir faktör' olduğuna inanıyor.
TADS'in Prozac'a temiz bir sağlık raporu verdiği sırada, Harvard Plasebo Çalışmaları Programı'nın yardımcı direktörü psikolog Profesör Irving Kirsch, FDA tarafından tutulan 'yayınlanmamış SSRI deneylerinin analizinin sonuçlarını' yayınladı. Bunlar büyük ölçüde göz ardı edildi. Bu nedenle, yeni kitapta belirtildiği gibi, birçok insan için ilaçlar işe yaramıyor.
Ancak işe yaramayan ve bir hastaya zarar verebilecek ilaçlar açıkça derin bir endişe yaratıyor. İntihar riskinin artmasına ve bazı hastaların yoksunlukla birlikte yaşadıkları ciddi sorunlara ek olarak, uzun süreli antidepresan kullanımına bağlı olarak nadir de olsa tardif diskinezi (TD) adı verilen, kalıcı beyin değişikliklerine yol açan son derece rahatsız edici bir yan etki riski de vardır.
"İntihar riskinin artmasının yanı sıra bazı hastalarda yoksunlukla birlikte ortaya çıkan ciddi sorunlar, kalıcı beyin değişiklikleri riski de bulunmaktadır."
Hastalar, özellikle baş ve boyun çevresi ile kol ve bacaklarındaki kasların kontrolünü kaybederler. SSRI'ları bırakmaya çalışmak, Dr. Breggin'in 'hastaların hareketsiz duramadığı ve intihar ve cinayete yatkınlık yarattığı aşırı bir huzursuzluk biçimi' olarak tanımladığı akatizi olarak bilinen benzer bir duruma yol açabilir.
Peki depresyon tedavisi arayan çocukların ve yetişkinlerin güvenli ve etkili bir şekilde yardım alabilmelerini sağlamak için ne yapılmalı? Kitabın yazarlarından biri olan Liverpool Üniversitesi'nde klinik psikoloji profesörü olan Peter Kinderman, 'çözümün, beyin kimyası hakkında kanıtlanmamış bir teoriye dayanarak ilaçlarla değil, insanların duygusal ihtiyaçlarını doğrudan tedavi eden bir yaklaşıma geri dönmek olduğuna' inanıyor. Bu geri sarmanın çok geniş kapsamlı sonuçları var.
İngiliz Psikoloji Derneği başkanı Profesör Kinderman, 'Akıl sağlığı artık psikiyatristler tarafından kontrol edilmemeli' diyor. 'Bunlar, ruhsal bozukluklar için ilaç reçete eden meslek grubudur ve reçetelemeyi neredeyse sıfıra indirmek iyileşmeler sağlayacaktır.'" (56)
"Psikiyatride Devredışı Bırakılan Beyin Tedavileri: İlaçlar, Elektroşok ve FDA'nın Rolü
- Bölüm 1: Psikiyatrik Tedavinin 'Devredışı Bırakılan Beynin (/beyin engellilik "Brain-Disabling")' İlkeleri...
Son on yılda, yalnızca psikiyatri alanında değil, tıp, akıl sağlığı ve hatta eğitim alanında da psikiyatrik ilaçlara olan 'bağımlılık' giderek arttı. Psikiyatrik nedenlerle hastaneye yatırılan neredeyse her hasta ilaç almaya teşvik ediliyor veya zorlanıyor. Psikiyatri alanında, poliklinik hastalarının 'uzun etkili ilaç enjeksiyonları' almasını kolaylaştırmayı amaçlayan bir hareket var. Özel muayenehane psikiyatrisinde, hastalara ilk ziyarette ilaç vermek ve ardından ömür boyu ilaca ihtiyaç duyacakları konusunda bilgilendirmek yaygındır.
Aile hekimleri, dahiliye uzmanları ve diğer hekimler, antidepresan ve hafif sakinleştirici ilaçları bolca reçete eder. Psikologlar ve sosyal hizmet uzmanları gibi tıp dışı profesyoneller, hastalarını ilaç değerlendirmeleri için yönlendirmek zorunda hissederler. Yönetimli bakım, psikoterapiyi dışlayarak, ilaçları agresif bir şekilde öne çıkarır. Çocuklar için giderek daha fazla yetişkin ilacı reçete edilmektedir.
Halk da ilaçlara olan coşkuya katıldı. Medyanın ilaçlara verdiği destek ve halka yönelik doğrudan reklam ve tanıtımlar nedeniyle, hastalar genellikle 'akıllarında bir psikiyatrik ilacın adı' ile doktora geliyorlar. Öğretmenler genellikle çocuklara 'ilaç değerlendirmesi veya tedavisi' öneriyorlar.
Ayrıca, 'intihar riskinin de gizli olduğunu' söylüyor. Plasebo veya terapi alan çocukların hiçbirinde risk yoktu, ancak Prozac ile net bir bağlantı ortaya çıktı. Profesör Gøtzsche, mesleğe sert bir eleştiride bulunarak, 'depresyonun düşük serotonin seviyelerinden kaynaklandığı' teorisi nedeniyle ilaç şirketlerinin psikiyatriye getirdiği büyük miktardaki paranın, 'bu verilerin sorgulanmadan kalmasında kilit bir faktör' olduğuna inanıyor.
TADS'in Prozac'a temiz bir sağlık raporu verdiği sırada, Harvard Plasebo Çalışmaları Programı'nın yardımcı direktörü psikolog Profesör Irving Kirsch, FDA tarafından tutulan 'yayınlanmamış SSRI deneylerinin analizinin sonuçlarını' yayınladı. Bunlar büyük ölçüde göz ardı edildi. Bu nedenle, yeni kitapta belirtildiği gibi, birçok insan için ilaçlar işe yaramıyor.
Ancak işe yaramayan ve bir hastaya zarar verebilecek ilaçlar açıkça derin bir endişe yaratıyor. İntihar riskinin artmasına ve bazı hastaların yoksunlukla birlikte yaşadıkları ciddi sorunlara ek olarak, uzun süreli antidepresan kullanımına bağlı olarak nadir de olsa tardif diskinezi (TD) adı verilen, kalıcı beyin değişikliklerine yol açan son derece rahatsız edici bir yan etki riski de vardır.
"İntihar riskinin artmasının yanı sıra bazı hastalarda yoksunlukla birlikte ortaya çıkan ciddi sorunlar, kalıcı beyin değişiklikleri riski de bulunmaktadır."
Hastalar, özellikle baş ve boyun çevresi ile kol ve bacaklarındaki kasların kontrolünü kaybederler. SSRI'ları bırakmaya çalışmak, Dr. Breggin'in 'hastaların hareketsiz duramadığı ve intihar ve cinayete yatkınlık yarattığı aşırı bir huzursuzluk biçimi' olarak tanımladığı akatizi olarak bilinen benzer bir duruma yol açabilir.
Peki depresyon tedavisi arayan çocukların ve yetişkinlerin güvenli ve etkili bir şekilde yardım alabilmelerini sağlamak için ne yapılmalı? Kitabın yazarlarından biri olan Liverpool Üniversitesi'nde klinik psikoloji profesörü olan Peter Kinderman, 'çözümün, beyin kimyası hakkında kanıtlanmamış bir teoriye dayanarak ilaçlarla değil, insanların duygusal ihtiyaçlarını doğrudan tedavi eden bir yaklaşıma geri dönmek olduğuna' inanıyor. Bu geri sarmanın çok geniş kapsamlı sonuçları var.
İngiliz Psikoloji Derneği başkanı Profesör Kinderman, 'Akıl sağlığı artık psikiyatristler tarafından kontrol edilmemeli' diyor. 'Bunlar, ruhsal bozukluklar için ilaç reçete eden meslek grubudur ve reçetelemeyi neredeyse sıfıra indirmek iyileşmeler sağlayacaktır.'" (56)
"Psikiyatride Devredışı Bırakılan Beyin Tedavileri: İlaçlar, Elektroşok ve FDA'nın Rolü
- Bölüm 1: Psikiyatrik Tedavinin 'Devredışı Bırakılan Beynin (/beyin engellilik "Brain-Disabling")' İlkeleri...
Son on yılda, yalnızca psikiyatri alanında değil, tıp, akıl sağlığı ve hatta eğitim alanında da psikiyatrik ilaçlara olan 'bağımlılık' giderek arttı. Psikiyatrik nedenlerle hastaneye yatırılan neredeyse her hasta ilaç almaya teşvik ediliyor veya zorlanıyor. Psikiyatri alanında, poliklinik hastalarının 'uzun etkili ilaç enjeksiyonları' almasını kolaylaştırmayı amaçlayan bir hareket var. Özel muayenehane psikiyatrisinde, hastalara ilk ziyarette ilaç vermek ve ardından ömür boyu ilaca ihtiyaç duyacakları konusunda bilgilendirmek yaygındır.
Aile hekimleri, dahiliye uzmanları ve diğer hekimler, antidepresan ve hafif sakinleştirici ilaçları bolca reçete eder. Psikologlar ve sosyal hizmet uzmanları gibi tıp dışı profesyoneller, hastalarını ilaç değerlendirmeleri için yönlendirmek zorunda hissederler. Yönetimli bakım, psikoterapiyi dışlayarak, ilaçları agresif bir şekilde öne çıkarır. Çocuklar için giderek daha fazla yetişkin ilacı reçete edilmektedir.
Halk da ilaçlara olan coşkuya katıldı. Medyanın ilaçlara verdiği destek ve halka yönelik doğrudan reklam ve tanıtımlar nedeniyle, hastalar genellikle 'akıllarında bir psikiyatrik ilacın adı' ile doktora geliyorlar. Öğretmenler genellikle çocuklara 'ilaç değerlendirmesi veya tedavisi' öneriyorlar.
Biyolojik
psikiyatrideki bu genel canlanmanın bir parçası olarak, elektroşok
giderek daha popüler hale geldi. Psikocerrahi bile bir kez daha güçlü
savunucularına kavuştu. (Breggin ve Breggin, 1994b'de
incelenmiştir.)
Bu ilaç devrimi, psikiyatrik ilaçları zararlı olmaktan çok daha faydalı, hatta tam bir nimet olarak görüyor. İnsülin veya penisilin gibi, bunlar da sıklıkla belirli hastalıklar için spesifik tedaviler olarak görülüyor. Sıklıkla beyindeki biyokimyasal dengesizlikleri düzelttikleri söylenir. Bu inançlar, ilaçların olumsuz etkilerine vurgu yapmanın coşkusuz karşılandığı ve psikiyatrik ilaçların eleştirilmesinin prensipte 'nadir görülen bir sapkınlık' olduğu bir ortam yarattı.
Bu kitap, psikiyatrik ilaçların birincil veya temel etkilerini beyin işlev bozukluğuna neden olarak elde ettikleri ve faydadan çok zarar verdikleri yönündeki tamamen farklı bir bakış açısını benimsiyor.
"Psikiyatrik ilaçların belirli bir ruhsal bozukluk için spesifik tedaviler olmadığını göstereceğim. Psikiyatrik ilaçlar biyokimyasal dengesizlikleri düzeltmek yerine, bazen kalıcı olarak bu dengesizliklere neden olurlar."
Bu kitaptaki eleştiriler, psikolojik, sosyal, eğitimsel ve manevi yaklaşımların 'bireylerin, 'kişisel sorunlarının üstesinden gelmelerine ve daha tatmin edici yaşamlar sürmelerine' yardımcı olmada en etkili yaklaşımlar olduğu' yönündeki alternatif bir görüşle örtüşmektedir. Bu yaklaşımlardan bazılarını başka yerlerde de açıkladım. (örneğin, Breggin, 1991a, 1992a, 1997; Breggin ve Breggin, 19941; Breggin ve Stern, 1996).
Birçok kişi, biyolojik modele ve fiziksel tedavilere çeşitli bakış açılarından güçlü eleştiriler yöneltmeye devam etti. (Armstrong, 1993; Breeding, 1996; Caplan, 1995; Cohen, 2990; Colbert, 1995; Fisher ve Greenberg, 1989; Grobe, 1995; Jacobs, 1995; Kirk ve Kutchins, 1992; Modrow, 1992; Mosher ve Burti, 1989; Romme ve Escher, 1993; Sharkey, 1994).
Burada, psikiyatride ilaç ve şok tedavisini haklı çıkarmak ve bunların beyni sakatlayıcı ve hasar verici etkilerini belgelemek için kullanılan temel varsayımları yeniden değerlendirmek istiyorum. Bu bölümde tanıtılan ilkeler, kitap boyunca belgelenecek ve ayrıntılı olarak açıklanacaktır. Bu nedenle, 1. bölümdeki alıntılar çıkarılacaktır.
Devredışı bırakılan beyin (/beyin engellilik "brain-disabling") tedavisinin ilkeleri...
Modern psikiyatrik ilaç tedavisi, hem profesyonellerin hem de sıradan insanların sıklıkla bilimsel olarak kanıtlanmış olarak kabul ettiği bir dizi varsayımdan güvenilirlik kazanır. Bu temel varsayımlar, bir inanç sistemini ve bir dizi uygulamayı destekleyen kurgular olan mitler olarak nitelendirilebilir. Bu mitlerin aksine, bu kitap, bilimsel ve klinik kanıtlara ve sağduyuya dayanan psikofarmakoloji ilkelerini ortaya koymaktadır. Bunlar birlikte, psikiyatrik tedavinin 'devredışı bırakılan beyin ilkelerini' oluşturur. Kitabın tamamı bu ilkeler için kanıtlar sunarken, bu bölüm bunları özetleyecektir:
I. Tüm biyopsikiatrik tedavilerin ortak etki mekanizması normal beyin fonksiyonlarının bozulmasıdır.
Farmakologlar, ilacın terapötik indeksinden, yani 'faydalı etki ile toksik etki arasındaki dozaj oranından' bahsederler. Psikiyatrik tedavinin 'ilk devre dışı bırakılan beyin ilkesi, toksik dozun terapötik etki olduğunu' ortaya koyar. Aynı ilke elektroşok ve psikocerrahi için de geçerlidir. Devre dışı bırakılan beyin ilkesi, 'toksisiteye ulaşıldığı anda, ilacın psikoaktif bir etki göstermeye, yani beyni ve zihni etkilemeye başladığını' belirtir. Toksisite olmadan, ilacın 'psikoaktif etkisi 'olmazdı.
II. Tüm biyopsikiyatrik müdahaleler yaygın beyin işlev bozukluğuna neden olur.
Belirli tedavilerin, beyin üzerinde fark edilebilir farklı etkileri olsa da, 'duygusal ve entelektüel işlev yelpazesinde bir dereceye kadar bozulma ile yaygın işlev bozukluğuna neden olma kapasitesini' paylaşırlar. Beyin çok entegre bir yapıya sahip olduğundan, 'çeşitli zihinsel işlevleri etkilemeden, sınırlı zihinsel işlevleri devre dışı bırakmak' mümkün değildir. Örneğin, hafif bir 'duygusal donukluk, uyuşukluk veya yorgunluk' bile 'dikkat, konsantrasyon, uyanıklık, öz-kaygı veya öz-farkındalık ve sosyal duyarlılık' gibi bilişsel işlevleri bozabilir. Şok tedavisi ve psikocerrahi her zaman belirgin yaygın işlev bozukluğuna neden olur. Bazı ilaçlar, minimum doz aralıklarında bu etkileri açıkça göstermeyebilir, ancak bu aralıkta önemli bir terapötik etkiden de yoksun olabilirler.
III. Biyopsikiyatrik tedaviler, 'duygusal tepki verme, sosyal duyarlılık, öz farkındalık veya öz içgörü, özerklik ve öz-kararlılık' gibi daha yüksek insan işlevlerini bozarak terapötik etki gösterir. Daha ciddi etkiler arasında ilgisizlik (apaty), öfori (euphoria) ve lobotomi benzeri kayıtsızlık yer alıyor.
Biyopsikiatrik müdahaleler, genel beyin işlev bozukluğunun yanı sıra 'frontal loblar, limbik sistem ve diğer yapılar' üzerindeki spesifik etkiler nedeniyle daha yüksek zihinsel, psikolojik ve ruhsal işlevlerde bozulmaya neden olur. Bazen kendine ve başkalarına karşı lobotomi benzeri bir kayıtsızlık, deaktivasyon adını verdiğim bir sendrom görülür (bu cildin 2. ve 4. bölümlerine bakın).
Biyopsikiyatrik tedaviler, hekim ve/veya hasta, 'zihinsel kapasite veya duygusal ifade aralığının daraldığı, beyin fonksiyonlarının azaldığı' bir durumu tercih ettiğinde etkili kabul edilir. İlaç kullanan kişi, 'kendini, daha etkili ve güçlü hissettiğini' bildiriyorsa, bu büyük olasılıkla 'gerçekçi olmayan bir değerlendirmeye, bozulmuş muhakemeye veya öforiye' dayanmaktadır. İdame dozlarını kullanan hastalar fark edilir etkiler yaşamadıklarında, ya doz, klinik bir etki yaratacak kadar düşüktür ya da hasta, ilacın etkisini algılayamıyordur.
IV. Her biyopsikiyatrik tedavi, - normal gönüllüler ve farklı psikiyatrik tanıları olan hastalar da dahil olmak üzere - tüm insanlar üzerinde temel veya birincil devre dışı bırakılan beyin (/beyin engelleyici "brain-disabling") etkisini gösterir.
İlaç savunucularının köklü inançlarına rağmen, belirli zihinsel bozukluklar için spesifik psikoaktif ilaç tedavileri yoktur. Elbette, insanların 'ilaçlara, şok tedavisine, hatta lobotomiye veya kazara kafa travmasına' verdiği tepkilerde belirli bir biyolojik ve psikolojik çeşitlilik vardır. Ancak, genel bir ilke olarak, biyopsikiyatrik müdahalelerin, kişinin ruhsal durumuna veya rahatsızlığına bağlı olmayan, spesifik olmayan bir etkisi vardır. Örneğin, nöroleptiklerin ve lityumun hayvanları ve normal gönüllüleri, 'hastaları, etkiledikleri şekilde etkilediği' gösterilecektir.
V. Hastalar, beyin fonksiyonlarını bozan tedavilere, 'ilgisizlik, öfori, uyum veya kızgınlık' gibi kendi psikolojik tepkileriyle yanıt verirler.
Bireylerin ilaçlara tepki verme biçimleri arasında bazı farklılıklar vardır. Örneğin, aynı antidepresan bir kişiyi uykulu, bir diğerini enerjik yapabilir. Ritalin birçok çocuğu sakinleştirirken, diğerlerini ajitasyona uğratır.
İlaç kaynaklı tepkileri, psikolojik kaynaklı tepkilerden ayırmak çok zor olabilir. Örneğin, neredeyse tüm antidepresanlar öfori ve maniye neden olabilir. Aynı zamanda, bu ilaçları alan bazı kişilerin bu zihinsel durumları geliştirme eğilimleri vardır.
Benzer şekilde, çeşitli ilaçlar hastalarda ajitasyon ve düşmanlık yaratabilir, ancak insanlar bu tepkileri ilaçsız da geliştirebilirler. Nöroleptiklerin uygulanmasından sonra görülen uysallık ve uyumluluk, ilaca bağlı deaktivasyon sendromundan kaynaklanabileceği gibi, hastanın 'daha fazla direnmenin faydasız veya tehlikeli olduğunu fark etmesinden' de kaynaklanabilir.
Bu bölümün ilerleyen kısımlarında, biyopsikiatrik tedavinin birleşik nörolojik ve psikolojik etkisini ele alan 'iatrojenik çaresizlik ve inkar' kavramını ele alacağım. 11. bölümde, bir ilacın, 'kendisinin, yıkıcı davranışlar da dahil olmak üzere anormal zihinsel ve duygusal tepkilere neden olabileceğini' belirlemek için kullanılan bazı kriterleri tartışacağım.
VI. Biyopsikiatrik müdahalelerle rutin olarak tedavi edilen 'zihinsel ve duygusal acıların' bilinen bir genetik veya biyolojik nedeni yoktur.
İki yüz yılı aşkın süren yoğun araştırmalara rağmen, 'şizofreni, majör depresyon, manik-depresif bozukluk, çeşitli anksiyete bozuklukları ve dikkat eksikliği hiperaktivite' gibi çocukluk çağı bozuklukları da dahil olmak üzere, yaygın olarak teşhis edilen hiçbir psikiyatrik bozukluğun genetik veya biyolojik kökenli olduğu kanıtlanmamıştır.
"Şu anda, tipik psikiyatri hastalarının 'beyinlerinde, - psikiyatrik ilaçlar verilene kadar - bilinen bir biyokimyasal dengesizlik bulunmamaktadır."
Prozac gibi antidepresanların az aktif serotoninerjik nörotransmisyonu (serotonin biyokimyasal dengesizliği) veya Haldol gibi nöroleptiklerin aşırı aktif dopaminerjik nörotransmisyonu (dopamin dengesizliği) düzelttiğini iddia etmek spekülatif ve hatta safçadır. Onlarca yıllık yoğun çabalara rağmen 'psikiyatri hastalarında, herhangi bir beyin anormalliğinin varlığının gösterilememesi, bu kusurların var olmadığını' düşündürmektedir.
Psikiyatristler tarafından tedavi edilen bazı sorunların 'biyolojik bir temele' sahip olduğu teorik olarak kanıtlanabilir. Örneğin, hipotiroidizm veya Cushing Sendromu gibi bazı fiziksel bozukluklar uygun şekilde tedavi edildiğinde, 'zihinsel işlevler' genellikle iyileşir.
Ancak, psikiyatristler tarafından rutin olarak tedavi edilen sorunların büyük çoğunluğu 'beyin hastalıklarına' uzaktan bile benzemez (bkz. 5. ve 9. bölümler). Örneğin, beyin bozukluklarının karakteristik özelliği olan hafıza veya soyut akıl yürütmede bilişsel eksikliklere neden olmazlar. Ateş veya laboratuvar hastalık belirtileriyle birlikte görülmezler. Aksine, nörolojik ve nöropsikolojik testler genellikle normal, hatta üstün beyin fonksiyonunu gösterir ve vücut sağlıklıdır. Rutin olarak tedavi edilen psikiyatrik sorunların herhangi birinin, normal beyinli bireylerin - yaşam deneyimlerinden ziyade - beyin işlev bozukluğuna dayanması olasılığı düşüktür.
Majör depresyon veya şizofreni teşhisi konmuş bazı hastalarda hafif biyokimyasal dengesizlikler ortaya çıkarsa, bu durum mevcut biyopsikiatri uygulamalarını haklı çıkarmaz. Bu varsayılan dengesizlikler henüz tespit edilemediğinden, mevcut antidepresanlar ve nöroleptikler de dahil olmak üzere, beyin fonksiyonlarını ciddi şekilde bozan toksik ilaçlar vermek anlamsızdır. Mantıksız veya duygusal olarak 'sıkıntılı bir durumun başlı başına beyin fonksiyonlarında bozulmaya' yol açtığını iddia etmek tamamen yanlıştır. Bunun nedenini televizyonla bir benzetmeyle açıklayabiliriz.
Bir televizyon programı rahatsız edici veya mantıksızsa, bu televizyonun donanımında veya elektronik aksamında, bir sorun olduğu anlamına gelmez. Kötü programlamayı kötü kablolamaya bağlamak anlamsızdır. Benzer şekilde, bir kişi beynindeki kablolamada - buna karşılık gelen bir kusur olmasa bile - psikolojik olarak çok rahatsız olabilir.
Ancak, bu argüman geçersizdir, çünkü hiçbir çağdaş biyopsikiatrik müdahale, 'bir elektronik uzmanının, bir televizyonu tamir edebildiği gibi bir beyin arızasını düzeltebileceğini' doğru bir şekilde iddia edemez. Bunun yerine, bir televizyondan çok daha sinsi ve zarar görmeye açık bir beyne körü körüne toksik maddeler uygularız. Hatta televizyon tamircilerini veya müşterilerini dehşete düşürecek şekilde beyni şok eder veya sakat bırakır, televizyonlarını mahvederiz.
Halüsinasyonlar ve sanrılar ya da intihar ve cinayet dürtüleri gibi aşırı duygusal bozukluklardan muzdarip kişilerin, 'biyolojik bir açıklama gerektirecek kadar anormal oldukları' sıklıkla öne sürülür. Ancak, insanların duygusal yaşamı her zaman geniş bir zihinsel ve davranışsal aktivite yelpazesini içermiştir. Belirli bir zihinsel durum veya eylemin özellikle mantıksız veya yıkıcı olması, başlı başına fiziksel bir kökene işaret etmez. Aşırılıklar biyolojik bir açıklama gerektiriyorsa, son derece 'etik, rasyonel ve sevgi dolu davranışları' genetik ve biyolojik nedenlere bağlamak daha ikna edici olacaktır, çünkü bunlar insan yaşamında özellikle nadirdir. Bir ilacın işe yaraması, - yani beyni ve zihni görünüşte olumlu yönde etkilemesi, - kişinin altta yatan biyolojik bir rahatsızlıktan muzdarip olduğunu doğrulamaz.
Kayıtlı tarih boyunca bireyler, daha yüksek bir bilinç düzeyi arayışından hayatı daha katlanılabilir kılma arzusuna kadar çeşitli ruhsal ve psikolojik nedenlerle kendilerini ilaçla tedavi etmişlerdir. Alkollü içecekler, kahve ve çay, tütün ve esrar, insanlar tarafından refah duygularını iyileştirmek için yaygın olarak tüketilir. Ancak elde ettikleri sonuçların, altta yatan bir biyokimyasal dengesizlikten kaynaklandığına inanmak için hiçbir neden yoktur.
VII. Bireyde halihazırda bir 'beyin veya zihin rahatsızlığı' varsa, mevcut biyopsikiyatrik müdahaleler, rahatsızlığı artıracak veya daha da kötüleştirecektir.
Mevcut biyopsikiyatrik tedaviler, bilinen 'herhangi bir beyin rahatsızlığına' özgü değildir. Hepsinden önemlisi, herhangi bir 'beyin anormalliğini düzeltmeden normal beyin fonksiyonlarını' bozarlar. Bu nedenle, bir hasta bilinen bir fiziksel beyin rahatsızlığından muzdaripse, biyopsikiyatrik tedavi bunu yalnızca kötüleştirebilir veya daha da kötüleştirebilir. Klasik bir örnek, duygusal olarak üzgün Alzheimer hastalarına Haldol verilmesidir. İlaç, davranışlarını bastırırken demanslarını kötüleştiriyor.
İlaç şirketleri tarafından psikiyatrik ilaçlar geliştirilip pazarlandıktan sonra, 'varsayılan biyokimyasal dengesizlikleri düzelttikleri' gerekçesiyle kullanımları haklı gösterilmeye çalışılıyor. Örneğin, Prozac'ın 'serotoninerjik sinir iletimini iyileştirerek yardımcı olduğu' iddia ediliyor. 'Elektroşok ve lobotomi bile biyokimyasal dengesizlikleri düzelttikleri' gerekçesiyle haklı gösteriliyor. Bu müdahalelerin biyokimyasal bir dengesizliği düzeltme olasılığı yoktur.
Prozac'tan Xanax'a, depresyon için elektroşoka kadar her türlü rahatsızlığı tedavi etmek için çok çeşitli beyin fonksiyonlarını bozan ilaçlar kullanılıyor ve her tedavi sayısız beyin fonksiyonunu bozuyor. Gerçekte, mevcut tüm biyopsikiyatrik müdahaleler, bilinen herhangi bir bozukluğu düzeltmeden, beyne ve dolayısıyla zihne doğrudan zarar veriyor.
VIII. Bireysel biyopsikiatrik tedaviler belirli ruhsal bozukluklara özgü değildir.
Psikiyatrinin 'belirli tanı kategorileri için özel tedavileri olduğu' sıklıkla söylenir: örneğin şizofreni için nöroleptikler, depresyon için antidepresanlar, anksiyete için minör sakinleştiriciler, mani için lityum ve DEHB (dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu) için Ritalin gibi uyarıcılar. Uygulamada, şizofreni olarak etiketlenen birçok bireysel hastanın başlangıçta nöroleptiklerle tedavi edilmesi veya depresyon hastalarına başlangıçta antidepresanlar reçete edilmesi, kısmen meslek içinde bir gelenek meselesidir.
Bir ilacın belirli bir rahatsızlıkta daha etkili görünmesi, genellikle merkezi sinir sistemi (MSS /CNS "central nervous system") üzerinde baskılayıcı mı yoksa enerji verici mi - bir etkiye sahip olduğuna bağlıdır. Örneğin, depresyondaki hastalar zaten duygusal ve fiziksel olarak yavaşlamışsa, onlara psikomotor gerilemeye neden olan bir nöroleptik vermek, daha kötü görünmelerine neden olabilir.
Bu hastalar 'yapay olarak enerjilendirildiklerinde, daha iyi görünme' eğilimindedirler. Tersine, şizofreni hastaları ajite ve kontrol edilmesi zorsa, onlara uyarıcı vermek mantıklı olmayacaktır. Genel duygusal tepkilerini 'azaltan veya düzleştiren' bir nöroleptik aldıklarında 'iyileşme' olarak değerlendirilme olasılıkları daha yüksektir. Ancak bu büyük davranışsal etkiler, belirli bir hastalık için sihirli bir değnek olmaktan çok uzaktır.
IX. Beyin, biyopsikiyatrik müdahalelerin 'engelleyici etkilerini' fiziksel olarak telafi etmeye çalışır ve bu da sıklıkla 'ek yan etkilere ve yoksunluk sorunlarına' neden olur.
Beyin, psikiyatrik ilaçları besin olarak kabul etmez. Bunun yerine, beyin onlara 'toksik ajanlar' olarak tepki verir ve yıkıcı etkilerinin üstesinden gelmeye çalışır. Örneğin, Prozac 'sinaptik aralıkta, aşırı serotonin' oluşturduğunda, beyin sinir uçlarındaki serotonin çıkışını ve sinapstaki serotonini alabilen reseptör sayısını azaltarak bunu telafi eder.
Benzer şekilde, Haldol 'dopaminerjik sistemdeki reaktiviteyi' azalttığında, beyin bunu telafi eder ve 'dopamin reseptörlerinin sayısını ve duyarlılığını' artırarak, aynı sistemde 'hiperaktiviteye' neden olur. Psikiyatrik ilaç kullanan bir kişinin 'altta yatan psikolojik durumunu 'doğru bir şekilde belirlemek zor, hatta imkansızdır. İlacın 'beyni devre dışı bırakan etkisi, beynin telafi edici reaksiyonları ve hastanın ilaca verdiği psikolojik tepkiler' gibi birçok karmaşık faktör vardır. Beyin çoğu psikoaktif ilacın etkilerini telafi etmeye çalıştığı için, hastalar çoğu psikiyatrik ilaçtan çekilmede zorluk çekebilir.
Fiziksel olarak beyin, ilacın etkisinden ilacın kesilmesiyle aynı hızda kurtulamaz; bu nedenle telafi edici mekanizmanın iyileşmesi, ilacın kesilmesinden sonra haftalar veya aylar sürebilir. Bazen, tardif diskinezide olduğu gibi, beyin iyileşmeyi başaramaz. Psikolojik olarak, bireyler 'ilaç olmadan duygusal acılarının daha da kötüleşeceğinden 'korkarlar. Psikiyatristler tarafından 'hayatlarının geri kalanında ilaca ihtiyaç duyacakları' söylenmiş olabilir. Bu durum, yoksunluk sendromunu daha da zorlaştırabilir.
X. Biyopsikiyatrik müdahalelere maruz kalan hastalar, tedavinin işlevleri üzerindeki olumlu ve olumsuz etkileri konusunda genellikle zayıf bir muhakeme sergilerler.
Genel beyin işlev bozukluğu, bireyin 'işlev bozukluğunu algılama yeteneğini azaltma' eğilimindedir. Bozukluk yaşayan bireyler, işlev bozukluklarını, en aza indirme eğiliminde olmakla kalmaz, aynı zamanda kendilerini 'her zamankinden daha iyi performans' gösterirler. Örneğin, alkol bağımlısı bireyler, 'araba kullanma veya mantıklı bir konuşma yürütme kapasitelerini' değerlendirme konusunda genellikle zayıf bir muhakeme sergilerler.
Kronik olarak esrar içen birçok kişi, 'bunun, genel psikolojik ve sosyal işlevlerini iyileştirdiğine' inanır; ancak uyuşturucuyu bıraktıklarında, - uyuşturucuyu kullanırken - 'hafızalarının, zihinsel uyanıklıklarının, duygusal duyarlılıklarının ve sosyal becerilerinin' bozulduğu görülebilir. Amfetamin gibi uyarıcıların etkisi altındaki kişiler, genellikle ciddi şekilde zayıfladıklarında, 'üstün, hatta insanüstü yeteneklere sahip olduklarını' hissedebilirler.
Aynı durum tüm psikiyatrik ilaçlar için de geçerlidir. Hasta, ilacı bir süre bırakana ve beynin iyileşmesi için zaman tanınana kadar, 'zihinsel veya duygusal bozukluğun derecesini' genellikle pek fark edemez.
Bir klinisyen ve adli tıp uzmanı olarak deneyimime göre, hastaların farkında olmadan bir veya daha fazla psikiyatrik ilaçtan kaynaklanan 'şiddetli zehirlenme' durumlarında yıllarca kaldıklarını gördüm. Durumlarını 'kendi duygusal tepkilerine veya ortamdaki strese' bağlayarak, daha fazla ilaç isteyebilirler. Şok tedavisi ve psikocerrahi sonrasında hastalar, zihinsel işlev bozukluklarının iatrojenik kaynağını anlayamayabilir ve bunun yerine 'daha fazla müdahaleye ihtiyaç duyduklarına' inanabilirler. Tedavi kaynaklı bozukluğun boyutunu algılayamamanın birbiriyle ilişkili birkaç psikolojik ve fizyolojik temeli olabilir:
Psikolojik inkar. Duygusal acı çeken bireyler, psikolojik işlev bozukluklarının derecesini inkar etme eğilimindedir. Ağır zihinsel engelli olduklarını kabul etmek istemezler. Bir ilaç kullanarak 'kendilerini daha iyi hissetmeyi' umuyorlarsa, inkarları daha da güçlenebilir.
Plasebo etkisi. Hastalar, biyopsikiyatrik müdahalelerin 'zararlı olmaktan ziyade faydalı olacağına' inanırlar ve bu da onları, 'ilaca bağlı işlev bozukluğunu görmezden gelmeye' veya 'yanlışlıkla duygusal sorunlarına bağlamaya' teşvik eder.
Uyum (uyumluluk, itaat vb "compliance"). Hastalar, olağanüstü bir ölçüde, doktorlara 'doktorların duymak istediklerini' söylerler. Bir psikiyatrist, 'bir ilacın, zararlı değil de faydalı olduğunu açıkça duymak' istiyorsa, birçok hasta 'yanlış bilgi vererek' veya 'çelişkili kanıtları saklayarak' bu isteğe uyacaktır.
Psikolojik olarak tetiklenen kafa karışıklığı. Duygusal olarak çökmüş bireyler, 'kötüleşen durumlarının nedeni hakkındaki yargılarını' kolayca kaybedebilirler. 'Hafif bir sakinleştiricinin neden olduğu anksiyete geri tepmesi' veya bir 'nöroleptik ilacın neden olduğu depresyon' gibi olumsuz bir ilaç etkisini, 'duygusal sorunlarının kötüleşmesiyle' kolayca karıştırabilirler.
Genellikle ilaçtan ziyade kendilerini suçlarlar. Bu kafa karışıklığı, hekimin 'ilacın faydalarını abartması ve hastayı, olası yan etkileri konusunda bilgilendirmemesiyle' daha da artar.
İlaç kaynaklı kafa karışıklığı. Neredeyse tüm biyopsikiyatrik müdahaleler zaman zaman kafa karışıklığına neden olarak 'hastanın, ilaca bağlı zihinsel işlev bozukluğunun farkında olmasını' engelleyebilir.
İlaç kaynaklı anosognozi. Anosognozi, 'beyin hasarının kaybedilen işlevi inkar etme kapasitesini' ifade eder. Anosognozi, 'merkezi sinir sistemi (MSS /CNS "central nervous system") yetersizliğinin' bir özelliğidir (aşağıya ve 5. bölüme bakın). Psikolojik temelinin yanı sıra fiziksel temeli de vardır.
XI. Biyopsikiatrik müdahaleleri reçete eden hekimler, genellikle bu müdahalelerin riskleri ve faydaları konusunda 'gerçekçi olmayan bir değerlendirmeye' sahiptir.
Son yıllarda, ilaçların plasebo veya alternatif ilaçlarla karşılaştırıldığı 'kontrollü klinik çalışmaların nesnelliği' konusunda şüpheler oluşmuştur (bkz. 6. ve 11. bölümler). Araştırmacılar çoğu zaman 'bilinçli veya bilinçsiz ön yargılarından' etkilenirler. Klinik ve bilimsel çalışmalar, önyargılar nedeniyle çarpıtılabiliyorsa, rutin klinik uygulamanın reçeteyi yazan hekimin, 'umut ve beklentilerinden etkilenme olasılığı' daha da yüksektir.
Çok sayıda doktor, ilaçların 'işe yaramaz veya kabul edilemez derecede tehlikeli olduğu' kanıtlanana kadar, yıllarca 'sınırsız bir coşkuyla' ilaç reçete etti. Örneğin amfetaminler, hem depresyon hem de kilo kontrolü için milyonlarca hastaya, - etkisizlikleri ve bağımlılık potansiyelleri dikkate alınmadan - yıllarca ücretsiz olarak verildi. Benzer şekilde, Valium gibi hafif sakinleştiriciler, meslek mensupları bunların 'uzun vadeli çok az veya hiç faydası olmadığını ve bağımlılık yaratabileceğini' fark etmeden önce milyonlarca hastaya verildi. Hastaların 'zihinsel yaşamları üzerinde açıkça yıkıcı etkileri olmasına ve kanıtlanmış bir etkinliğinin olmamasına' rağmen, hem psikocerrahi hem de elektroşok kullanılmaya devam ediyor.
İATROJENİK ÇARESİZLİK VE İNKAR (İHAD)...
Biyopsikiyatrik müdahalelerin 'temel ilkesini' belirtmek için iatrojenik çaresizlik ve inkar (IHAD "iatrogenic helplessness and denial") terimini ortaya attım. (Breggin, 1983b). Biyolojik psikiyatristin, devredışı bırakılan beynin (/beyin-engelli "brain-disabling") müdahalelerle uygulanan otoriter teknikleri kullanarak, hastada artan 'çaresizlik ve bağımlılık yarattığını' açıklar. İatrojenik çaresizlik ve inkar, hastanın ve doktorunun 'tedavinin zararlı etkisini' ve hastanın 'altta yatan psikolojik ve durumsal sorunlarını' karşılıklı olarak inkar etmesini içerir. Genel olarak, iatrojenik çaresizlik ve inkar, psikiyatrinin 'elektroşok ve psikocerrahi gibi beyne zarar veren teknolojileri ve toksik ilaçları kullanma sıklığını' açıklar.
Potansiyel hasta bir psikiyatristle karşılaşmadan önce, genellikle 'bir süredir çaresizlik' hissediyordur. Benim formülasyonuma göre, 'çaresizlik', tüm psikolojik başarısızlıkların ortak paydasıdır. Çaresizlik, hayata karşı çoğu 'kendini yenilgiye uğratan yaklaşımın özünde' yer alır. (Breggin, 1992a, 1997). Çaresizlik hisseden insanlar, 'duygusal acılarının, iç çatışmalarının ve gerçek hayattaki streslerinin' üstesinden gelmek için 'akıl, sevgi ve öz kararlılığı' kullanmaktan vazgeçme eğilimindedir. Bunun yerine, cevapları kendi dışlarında ararlar.
Modern zamanlarda bu genellikle "uzmanlardan" gelir. İyatrojenik çaresizlik ve inkâr, nispeten zararsız telkinin (örneğin, tıpta ve psikiyatride fiziksel acı veya bağımlılığın üstesinden gelmek için kullanıldığı gibi) çok ötesine geçer.
İlk olarak, iatrojenik çaresizlik ve inkârda, psikiyatrist, 'hastanın beynini tehlikeye' atar ve hastanın 'zihinsel ve fiziksel işlev bozukluğu yoluyla telkine boyun eğmesini' sağlar. İkinci olarak, iatrojenik çaresizlik ve inkârda psikiyatrist, 'tedavinin zararlı etkilerinin' yanı sıra 'hastanın devam eden psikolojik veya durumsal sorunlarını' da inkâr eder.
İnkâra sıklıkla konfabülasyon eşlik eder; hastanın 'zihinsel işlev bozukluğunun boyutunu' gizlemek için 'akılcı gerekçeler' ve çeşitli 'örtbas hikayeleri' kullanması. Konfabülasyon psikiyatri ve nörolojide iyi bilinir, ancak 'tedavi kaynaklı etkiler' açısından genellikle göz ardı edilir. Birçok hasta, 'ilaç tedavisinden açıkça etkilenmişken, iyi sonuçlar aldıklarını' konfabülasyon olarak anlatır. İnkâr, kayıtsızlıkla yakından bağlantılıdır. Bazen 'hastanın umursamadığını' mı yoksa 'zihinsel ve fiziksel işlev bozukluğuyla yüzleşmeye dayanamayacak kadar' çok mu önemsediğini anlamak zordur.
İnkar, öfori ile de ilişkilidir. Lobotomi veya şok tedavisinden sonra ve bazen de ilaç tedavisi sırasında hasta 'gerçekçi olmayan bir "yükseklik"' yaşayabilir. İnkar, 'tehditlere tepki vermenin en ilkel yollarından' biridir. Kişi 'sorunlarla yüzleşmekten kaçınır ve bu nedenle sorunlarla başa çıkamaz' hale gelir. Temel bir savunma olarak inkar, 'etkisiz ve güçsüz yaşamlarla' sonuçlanma eğilimindedir.
Kazalar ve hastalıklar da dahil olmak üzere herhangi bir nedenden kaynaklanan beyin hasarı ve işlev bozukluğu sıklıkla çaresizlik ve inkar yaratır; ancak yalnızca psikiyatride hasar ve işlev bozukluğu bu engelleyici etkileri üretmek için "tedavi" olarak kullanılır.
SONUÇ... Daha önceki kitaplarımda (1991a, 1994a, 1994b) da tartıştığım gibi, "akıl hastalığı" ve "zihinsel bozukluk" kavramlarının yanıltıcı olduğuna ve psikiyatristler tarafından yaygın olarak tedavi edilen 'sorunların hiçbirinin genetik veya biyolojik kökenli olmadığına' inanıyorum. Örneğin "şizofreni" ve "majör depresyon" terimleri, 'geçerliliği kolayca sorgulanabilen kavramlara' dayanmaktadır. Ancak, tedavi edilen bazı zihinsel olguların genetik veya biyolojik bir temeli olduğu ortaya çıksa bile, beyni devre dışı bırakan ilkeler geçerliliğini korumaktadır. Mevcut tüm biyopsikiyatrik tedaviler - ilaçlar, elektroşok ve psikocerrahi - birincil veya terapötik etkilerini normal beyin fonksiyonlarını bozarak veya devre dışı bırakarak göstermektedir.
Dipnotlar: 1. Psikiyatride kullanılan öfori terimi, 'abartılı, mantıksız veya gerçekçi olmayan' bir iyi olma hissini ifade eder. Kökeni psikolojik olabilir, ancak genellikle beyin hasarı veya ilaç toksisitesinden kaynaklanır. 2. Öfori, nöroleptiklerle tedavi edilen hastalarda, merkezi sinir sistemi üzerindeki baskılayıcı etkileri nedeniyle nadirdir (bkz. Bölüm 2). Antidepresanlar, uyarıcılar ve hafif sakinleştiricilerle tedavi edilen hastalarda daha yaygındır. 3. Bkz. dipnot 2, (yukarıda)." -Dr. Peter R. Breggin, M.D (62)
"Antipsikotikler ve Beyin Hasarı: Büzülme (/küçülme) ve Hacim Kaybı
Antipsikotikler, şizofreni ve psikotik atakların semptomlarını hafifleten ilaçlardır. Bu ilaçlar, halüsinasyonlar (örneğin sesler duyma) ve çeşitli sanrı türleri (örneğin başkalarının size karşı komplo kurduğunu varsayma) gibi "pozitif semptomları" hafifletmede oldukça etkili müdahaleler olarak kabul edilir. Antipsikotiklerin onaylı kullanımları arasında 'şizofreni, bipolar bozukluk ve ilaca bağlı psikoz' vakalarının tedavisi yer alır.
Çoğu antipsikotik, öncelikle dopamin reseptörü (D2) antagonistleri olarak etki eder. Bu, dopamin reseptörlerine bağlandıkları ve uyarının yanlış tetiklenmesini veya anormal derecede yüksek dopamin konsantrasyonlarını önledikleri anlamına gelir. Aşırı dopaminerjik uyarımı engelleyerek, bir zamanlar kişiyi rahatsız eden halüsinasyonlar ve sanrılar azalmaya başlar.
Psikotik semptomlar, antipsikotiklerle kontrol altına alınsa da, tedavi gören kişiler genellikle 'şiddetli kilo alımı, cinsel işlev bozukluğu, hormonal dengesizlikler ve bazı durumlarda diyabet' gibi bir dizi ciddi yan etki yaşarlar. Daha da kötüsü, antipsikotik kullanımının, özellikle uzun süreli kullanıldığında 'beyin hasarına' neden olabileceğine dair kanıtlar vardır.
Antipsikotikler ve Beyin Hasarı: Büzülme (/küçülme "shrinkage") ve Hacim Kaybı...
Antipsikotik ilaç kullanması gereken tek kişiler, 'psikotik semptomları tetikleyen rahatsızlıkları' teşhis edilmiş kişilerdir. Ancak ilaç şirketleri, 'depresyon, anksiyete, uykusuzluk ve otizm' gibi çeşitli 'endikasyon dışı rahatsızlıklar' için antipsikotik ilaçları ustalıkla pazarladılar.
"Şimdi ise birçok doktor, ilaç devlerinin kuklası gibi davranarak, 'uzun süreli beyin hasarına' neden olan antipsikotikleri bilmeden reçete ediyor. Bunlar piyasadaki 'en tehlikeli' psikiyatrik ilaçlardır."
Geçmişte şizofreninin 'nörodejeneratif' bir durum olduğu ve beyin hacmi kaybının 'hastalığın patofizyolojisiyle' ilişkili olduğu varsayılıyordu. Bazı araştırmacılar, antipsikotiklerin 'nöroprotektif ajanlar' gibi davrandığını ve şizofreni hastalarında 'nörodejenerasyonu yavaşlattığını' bile öne sürdüler.
Araştırmacılar, şizofreni hastalarında görülen 'beyin hacmi kaybının' aslında 'antipsikotik tedavinin bir sonucu olabileceği' gerçeğini değerlendirmeden önce biraz zaman aldı. Nörolojik görüntüleme çalışmalarına dayanan yeni kanıtlar, 'antipsikotik ilaçların aslında 'hacim kaybı ve küçülmesi' şeklinde 'beyin hasarına' neden olduğunu' doğruladı. Ne yazık ki, birçok uygulayıcı bu gerçeğin farkında değil ve bu oldukça etkili ilaçları, 'endikasyon dışı durumlar' için kullanmaya devam ediyor.
Antipsikotikler Beyin Hasarına Nasıl Neden Olur?
Antipsikotiklerin 'beyin hasarına' neden olduğu düşünülen çeşitli yollar vardır. Antipsikotik kullanımına bağlı beyin hasarı, şizofreninin 'bilişsel semptomlarının şiddetini' doğrudan etkileyebilir. Antipsikotik kullanan birçok kişi, yalnızca hastalıklarından kaynaklandığı düşünülen bilişsel eksiklikler yaşar; ancak gerçekte bunlar, ilaçların bir sonucu olabilir.
"- Prefrontal bağlantılı azalmalar (Prefrontal connectivity reductions): Dinlenme sırasında yapılan fMRI çalışmalarından elde edilen kanıtlar, 'antipsikotik tedavi sonucunda beynin prefrontal bölgesindeki bağlantıların azaldığını' göstermektedir. Bağlantı sayısının azalması, 'karmaşık düşünme, planlama, dikkat, duygusal düzenleme ve hafızada azalmalara' yol açabilir.
-Genel beyin hacmi kaybı (Global brain volume loss): Çalışmalar, 'antipsikotiklerin genel beyin hacmini azalttığını' göstermiştir. Bu, yıllarca antipsikotik tedavisi (özellikle yüksek dozlarda) görmüş şizofreni hastasının 'beyninin, nörodejenerasyon belirtileri gösterebileceği' anlamına gelir. Genel beyin hacmindeki azalmalar, beyin işlevlerinin neredeyse her yönünün 'bozulma potansiyeli taşıdığı' anlamına gelir.
-Gri madde hacmi kaybı (Grey matter volume los): Gri maddenin, 'duyusal algı, duygular, öz kontrol, konuşma, karar verme ve kas kontrolünden' sorumlu beynin çeşitli bölgelerini içerdiği bilinmektedir. Antipsikotik ilaç kullanan bireylerde 'gri madde hacminde azalmalar' meydana gelir ve bu da 'belirli işlevleri' yerine getirmeyi zorlaştırır.
-Beyaz madde hacim kaybı (White matter volume loss): Beyaz madde, beyninizin merkezi sinir sistemiyle iletişim kurmasını sağlayan dokudur. Beyin içindeki 'kimyasal mesajları' kolaylaştıran 'miyelin ve aksonlardan' oluşur. Antipsikotik kullanan kişilerde 'beyaz maddede azalmalar' meydana geldiğinden, beyinlerindeki iletişim sistemi bozulur."
(Kaynak: "Şizofreninin Beyin Üzerindeki Uzun Vadeli Etkisi: Erken Bunama (Dementia Praecox) mı?") (a)
Araştırma (Zaman Çizelgesi): Antipsikotikler Beyin Hacmini Etkiliyor...
Aşağıda antipsikotiklerin beyin hacmi üzerinde etkisi olduğunu öne süren çalışmalar yer almaktadır. Bazı araştırmalar 'hastalığın kendisinin (şizofreni) ve semptomatik nüksün, beyin hacminin küçülmesine' katkıda bulunabileceğini öne sürse de, çoğu kanıt, özellikle 'tedavi süresi ve dozaj' olmak üzere, birincil nedensel faktör olarak 'antipsikotikleri' işaret etmektedir.
-2005: "Araştırmacılar başlangıçta antipsikotiklerin insan olmayan primat modelleri üzerindeki etkilerini analiz ettiler. Bu çalışma, 17 ila 27 ay boyunca Haldol, Zyprexa veya plasebo verilen 6 makak maymunundan oluşan üç farklı grubu içeriyordu. Şizofreni için antipsikotik kullanan insanlarla 'aynı plazma ilaç seviyelerine' sahip oldukları belirlendi.
Haldol ve Zyprexa alan maymunların beyin ağırlığında ve hacminde, plasebo alanlara kıyasla %8 ila %11 oranında azalma yaşadığı kaydedildi. Beyin hacmi kaybı, 'frontal, parietal, temporal, oksipital ve serebellum' dahil tüm bölgeleri etkilediği için genel olarak kabul edildi. Kayıp en çok 'prefrontal ve parietal loblarda' belirgindi.
Daha sonra tedavi grubunda hem gri hem de beyaz cevherin azaldığı kaydedildi. Antipsikotiklerle tedavi edilenlerin beyinlerinde genel bir küçülme tahmini %20 idi. Bu çalışma, insanların da bu maymunlarla 'benzer hacim kayıpları yaşayabileceğini' öne sürdü."
(Kaynak: "Antipsikotik ilaçlara kronik maruziyetin doku fiksasyonu öncesi ve sonrası beyin büyüklüğü üzerindeki etkisi: Makak maymunlarında haloperidol ve olanzapinin karşılaştırılması") (b)
-2005: "2000'li yılların başlarında araştırmacılar, 'Zyprexa (olanzapin) ile tedavi edilen hastaların beyin hacminde, Haldol (haloperidol) ile tedavi edilenlere kıyasla daha az değişiklik yaşayacağı' hipotezini öne sürmüşlerdi. Atipik bir antipsikotiğin etkisini test eden ve farklılıkları belirlemek için tipik bir antipsikotik ile karşılaştıran bir çalışma tasarladılar. Çalışma 'uzunlamasına, randomize, çift kör ve kontrollü' olarak kabul edildi.
İlk atak psikoz tedavisi gören tüm bireyler 104 hafta boyunca analiz edildi ve başlangıçta, 12. haftada, 24. haftada, 52. haftada ve 104. haftada MRI değerlendirmeleri yapıldı. Sonuçlar, 'Haldol ile tedavi edilen bireylerin gri cevherinin, Zyprexa ile tedavi edilenlere göre önemli ölçüde daha az olduğunu' gösterdi. Yeni nesil ilaçların eski ilaçlara göre 'daha güvenli ve daha az toksik olabileceği 'öne sürüldü."
(Kaynak: "Birinci dönem psikozda antipsikotik ilaçların beyin morfolojisi üzerindeki etkileri") (c)
-2009: "2009 yılında yayınlanan bir raporda, araştırmacılar antipsikotik ilaçların insanlarda bölgesel beyin hacimlerini değiştirip değiştiremeyeceğini belirlemeye çalıştılar. Ayrıca, bu değişikliklerin belirli antipsikotiklerle diğerlerine kıyasla daha sık meydana gelip gelmediğini de araştırmak istediler. Antipsikotik kullananlar arasında yapısal MRI taramalarını içeren tüm çalışmaların sistematik bir incelemesini yürüttüler.
Uzun süredir antipsikotik kullananları, herhangi bir psikiyatrik ilaç kullanmayan sağlıklı kontrollerle karşılaştırdılar. Araştırmacılar, belirli dahil etme kriterlerini karşılayan 33 çalışmayı dahil ettiler. Bu çalışmadan elde edilen kanıtlar, 'antipsikotiklerin beyinde yaygın, küresel değişiklikler yerine bölgesel değişikliklere neden olduğunu' gösterdi.
Bazal ganglionlar üzerindeki etkileri açısından atipik antipsikotikler (yeni) ve tipik antipsikotikler (eski) arasında farklılıklar olduğu kaydedildi. Tipik antipsikotikler bazal ganglion hacmini artırırken, atipik antipsikotikler artırmadı. Araştırmacılar talamus üzerinde farklı etkiler olduğunu varsayıyorlar.
Garip bir şekilde, 'antipsikotik kullanımından dolayı beyin hacminin azaldığını' öne sürmediler. Uygulanan antipsikotik türüne (atipik ve tipik) bağlı olarak farklı etkiler gözlemlediler. Bu araştırma, 'belirli bölgelerin boyutunun, tedaviyle artabileceğini' öne sürdü. Bu erken araştırmadan elde edilen hiçbir kanıt, tedavinin bir sonucu olarak beyin hacminin azaldığını göstermedi."
(Kaynak: "Antipsikotik ilaçlar beyin yapısını etkiler mi? MRI bulgularının sistematik ve eleştirel bir incelemesi") (d)
-2010: "2010 yılında yayınlanan bir raporda, şizofreni tedavisi gören bireyler üzerinde yürütülen toplam 26 uzunlamasına çalışma analiz edilmiştir. 26 çalışmadan 14'ünün 'genel beyin hacminde, gri madde hacminde önemli azalmalar' veya 'beyin omurilik sıvısı (BOS /CSF "cerebrospinal fluid") seviyelerinde artışlar' gösterdiği kaydedilmiştir. Bu değişikliklerin, 'antipsikotik ilaç tedavisinin bir sonucu olduğu' düşünülmektedir. Yazarlar, 'beynin frontal lobunun, en fazla değişikliğe uğradığını' belirtmişlerdir. Bir çalışmada çeşitli antipsikotiklerle değişen derecelerde hacim kaybı gözlemlenirken, başka bir çalışmada hacim değişikliklerinin, 'herhangi bir antipsikotik ilaç kullanımıyla, tedavi eksikliğiyle (örneğin ilaç kullanmama) ilişkili olduğu' belirlenmiştir. Bu yayından elde edilen kanıtlar, antipsikotiklerin 'beyin hacmi kaybına ve beyin omurilik sıvısı (BOS) artışına' katkıda bulunabileceğini göstermektedir."
(Kaynak: "Antipsikotik ilaçların beyin hacmi üzerindeki etkilerinin sistematik bir incelemesi") (e)
-2011: "Antipsikotik tedavinin beyin hacmi kaybına yol açtığına dair en önemli kanıt, 2011 yılında yayınlanan bir çalışmadan elde edilmiştir. Araştırmacılar, şizofreniyle ilişkili beyin hacmi değişikliklerinin 'hastalığın bir sonucu olduğu' yönünde spekülasyonlar yapıldığını belirtmişlerdir. Ancak, antipsikotiklerin uygulandığı hayvan çalışmalarının 'beyin dokusu hacminde azalmalar gösterdiği' gerçeğini göz ardı edemezlerdi.
Hayvan çalışmalarından elde edilen bulgulara dayanarak, araştırmacılar 'antipsikotiklerin, özellikle uzun süreli kullanımda, insanlarda da beyin hacmi kaybına katkıda bulunabileceği' hipotezini ortaya atmışlardır. Araştırmacılar, çalışma için 'hastalık süresi, antipsikotik tedavi, hastalığın şiddeti ve madde bağımlılığı' olmak üzere 4 faktörün beyin hacmi üzerindeki etkisini değerlendirmişlerdir. Çalışmaya toplam 211 şizofreni hastası katılmıştır."
Hastalıklarının başlangıcında yüksek çözünürlüklü MRI taramaları ile nörogörüntülemeden geçmişlerdi. Şizofreni teşhisi konulan her bir bireyin, yaklaşık 7 yıl boyunca beyin hacmindeki değişiklikleri belirlemek için toplam 2 ila 5 tarama yaptırdığı kaydedildi. Araştırmacılar, tedavi süresi ve antipsikotik dozunun 'beyin hacminde azalma ve beyin omurilik sıvısı hacminde artışla' ilişkili olduğunu keşfettiler.
'Hastalığın süresi, şiddeti ve madde bağımlılığı' kontrol edildikten sonra bile, 'antipsikotiklerin beyin dokusu hacmini azalttığı' görüldü. Özellikle, antipsikotikler hem gri hem de beyaz cevheri azalttı. Garip bir şekilde, yasadışı uyuşturucu kullanımının beyin hacmi kaybıyla anlamlı bir ilişkisi yoktu.
Sonuçlar, şizofreni hastalarında 'beyin hacmini en çok etkileyen faktörün antipsikotik tedavi olduğunu' ortaya koymuştur. Çalışmanın yazarları, özellikle "endikasyon dışı" durumlar için bu ilaçları reçete ederken, dikkatli bir risk-fayda analizi yapılmasını önermektedir. Ne yazık ki, pek çok hasta veya doktor bu raporda vurgulanan risklerin farkında değildir."
(Kaynak: "Uzun süreli antipsikotik tedavi ve beyin hacimleri: İlk atak şizofreni üzerine uzunlamasına bir çalışma") (f)
-2013: "Şizofreni ile ilişkili beyin yapısal değişiklikleri açısından antipsikotik tedavisinin hastalığa kıyasla etkisini analiz etmek amacıyla daha fazla araştırma yürütülmüştür. Araştırmacılar, Nisan 2012'ye kadar tüm elektronik veri tabanı kayıtlarını kullanarak, antipsikotik tedavi gören hastaların MRI taramalarını içeren bir inceleme gerçekleştirmiştir. İnceleme için araştırmacılar 30 uzunlamasına çalışmayı dahil edebildiler.
Bu araştırmaya şizofreni tanısı almış toplam 1046 kişi ve 780 sağlıklı kontrol dahil edilmiştir. Başlangıçta, şizofreni hastalarının beyin hacminde önemli azalmalar ve lateral ventrikül (LV "lateral ventricle") bölgesinin hacminde kontrollere kıyasla artışlar olduğu gözlemlenmiştir. Başlangıçta, 'gri cevher, beyaz cevher veya beyin omurilik sıvısında 'önemli bir azalma görülmemiştir.
Çalışma, şizofreni hastalarının 'zamanla gri madde hacminde önemli azalmalar yaşadığını' ortaya koydu. Gri maddedeki azalmalar, kümülatif antipsikotik tedaviyle ilişkiliydi. Yazarlar, 'hastalığın süresi ve şiddetinin, beyin hacmindeki değişikliklerle ilişkili olmadığını' belirtti.
Araştırmacılar, şizofreninin 'beyin hacmini değiştirebileceğini ve lateral ventrikül (LV) hacmini artırabileceğini' belirtti. Ancak, özellikle gri madde olmak üzere 'beyin hacmindeki azalmaların, kümülatif antipsikotik tedaviyle doğrudan ilişkili olduğu' görülmektedir. Bu durum, 'antipsikotiklerin beyin hacmi kaybına katkıda bulunduğuna' dair daha fazla kanıt sunmaktadır."
(Kaynak: "Şizofrenide antipsikotik tedaviye bağlı ilerleyici beyin değişiklikleri? Uzunlamasına MRI çalışmalarının bir meta-analizi") (g)
-2013: "Başka bir çalışmada, şizofreni hastalarında antipsikotik tedavi ve "nüksetmenin" beyin hacmi üzerindeki etkileri analiz edilmiştir. Çalışma kapsamında, ortalama 7 yıl boyunca MRI taramasından geçen 202 hasta analiz edilmiştir. Araştırmacılar, 'antipsikotik tedavinin yoğunluğu arttıkça, tedavi görenlerin beyin hacminin küçüldüğünü' belirtmişlerdir.
Bir bireyin 'tedavi süresi ve ilaç dozu ne kadar yüksekse, ilaçla ilişkili hacim kaybının da o kadar büyük olduğunu' belirtmişlerdir. Ayrıca, 'semptomatik nüks süresinin, toplam beyin hacmindeki azalmalarla ilişkili olduğunu' da vurgulamışlardır. Bir kişinin geçirdiği 'nüks sayısı, beyin hacmini' etkilememiştir.
Semptomatik nüks beyin hacmini etkiliyorsa, ancak nüks sayısı beyin hacmini etkilemiyorsa, bu tamamen tedaviye bağlanamaz mı? Zamanla, 'insanların antipsikotik ilaçlara tolerans geliştirdiği ve tedavi sonucunda beyinlerinde değişiklikler meydana geldiği 'bilinmektedir. Nüksün ve nihayetinde beyin hacmi kaybının büyük bir kısmının tek sorumlusunun antipsikotikler olması mümkün değil midir?"
(Kaynak: "Şizofrenide nüks süresi, tedavi yoğunluğu ve beyin dokusu kaybı: prospektif uzunlamasına bir MRI çalışması") (h)
Antipsikotiklerin beyin hasarını etkileyebilecek faktörler...
Aşağıda antipsikotik tedaviye bağlı 'beyin hasarı, küçülmesi veya hacim kaybını' etkileyebilecek faktörlerin bir listesi bulunmaktadır.
- Dozaj: Dozaj ne kadar yüksekse, kişinin beyin hacmi kaybı yaşama olasılığı o kadar yüksektir. Yüksek dozlar, düşük dozlara kıyasla daha hızlı beyin hacmi azalmasıyla ilişkilidir. Bu nedenle, tedavi sırasında minimum etkili dozu almayı düşünmek önemlidir.
-Tedavi süresi: Antipsikotiklerle tedavi süresinin, beyin hacmi kaybını etkilediği iyi bilinmektedir. Kişi ne kadar uzun süre tedavi görürse, beyin hacmindeki azalma o kadar şiddetli olur. 20 yıl tedavi gören bir kişi, aynı ilaç ve dozajla, 5 yıl tedavi gören bir kişiye göre daha fazla hasar görecektir.
- Genetik /Epigenetik: Belki de bazı bireylerde beyin hasarı olasılığını azaltan olumlu genetik veya epigenetik etkiler vardır. Bazı genetik faktörler, antipsikotik kaynaklı beyin hasarını telafi etmeye ve/veya yüksek doz ihtiyacını azaltmaya yardımcı olabilir. Bazı araştırmacılar, beyin hacmi kaybı konusunda genetiğin dikkate alınması gerektiğine inanmaktadır.
-Spesifik antipsikotik: Antipsikotiklerle ilişkili etki mekanizmalarındaki farklılıkları göz önünde bulundurmak önemlidir. Atipik antipsikotiklerin farklı bölgesel değişikliklere neden olduğu ve tipik antipsikotiklere kıyasla daha güvenli olabileceği bilinmektedir. İki farklı atipik ilacı karşılaştırırken beyin hacmi kaybı açısından da önemli farklılıklar olabilir. Karşılaştırmalı çalışmalar yapılmadığından, belirli formülasyonların diğerlerinden daha az hasara neden olup olmadığı bilinmemektedir.
-Hastalığın başlangıcı: Geç başlangıçlı (late-onset) şizofreni hastalarında, hastalığın erken başlangıçlı (early-onset) olanlarına göre daha az beyin hasarı görülebilir. Geç başlangıçlı hastalık, daha kısa süreli tedaviyle ilişkilendirilir. Ayrıca, geç başlangıçlı şizofreni hastalarında, hastalığın erken başlangıçlı olanlarına kıyasla daha az başlangıç anormalliği görülebilir.
Potansiyel sinerjik faktörler...
- Hastalık şiddeti (Illness severity): Hastalığın altta yatan şiddeti, kişinin 'ilaçtan kaynaklanan beyin hacmi kaybının derecesini' belirleyebilir. Daha şiddetli hastalıkları olan kişilerde, 'başlangıçta daha fazla beyin atrofisi (brain atrophy) olabilir ve ilaç, sinerjik olarak gerilemeyi' teşvik edebilir.
-Nüks şiddeti (Relapse severity): Nüks sayısının, kişinin 'ek beyin hasarı yaşayıp yaşamaması' üzerinde bir etkisi yok gibi görünüyor. Ancak, 'semptomatik şiddetin bir rol oynadığı' görülüyor. Daha şiddetli nüks formları yaşayanların, 'daha fazla beyin hacmi kaybı yaşadığı' düşünülüyor.
-Hastalığın alt tipi (Subtype of illness): Bir kişinin sahip olduğu şizofreni türü, antipsikotik tedavi sonucunda daha fazla veya daha az beyin hasarı yaşayıp yaşamayacağını etkileyebilir. Yeni kanıtlar, 'şizofreninin belirli genetik anormalliklerle karakterize 8 farklı hastalık olduğunu' göstermektedir. Hastalığın 'alt tipinin, kortikal atrofi derecesini etkileyebileceği' düşünülmelidir.
Kısır Döngü (/İkilem "Catch-22"): Şizofreni Belirtilerinin Yönetimi ve Antipsikotik İlaçların Neden Olduğu Hasar...
Antipsikotikler, şizofreni teşhisi konmuş kişiler için birinci basamak ve etkili bir tedavi olarak kabul edilir. Birçok kişi şizofreni için doğal tedavi yöntemlerini denemiş olsa da, bu seçeneklerin çoğunun etkili olduğunu gösteren kanıt bulunmamaktadır.
"Şizofreni teşhisi konmuş biriyseniz, beyin hacmini azalttığı bilinen ilaçlar kullanmalı mısınız?"
Kortikal hacmi azaltan bir maddeye bilerek maruz kalmak kesinlikle zordur. Bununla birlikte, şizofreniyi tedavi etmemenin önemli 'işlevsel bozukluğa ve yaşam kalitesinin düşmesine' neden olması muhtemeldir. Bu nedenle, 'hastalığı tedavi etmeniz' her zaman önerilir, ancak 'beyin hacmi kaybı' riskinin de aktif olarak kabul edilmesi gerekir.
Neyse ki, ön bulgular 'hacimsel azalmaların' kemirgenler ve insan dışı primatlar arasında insan popülasyonlarına kıyasla 'daha şiddetli' olduğunu gösteriyor. Yine de, tıp uzmanları hastalarla birlikte çalışarak zarar azaltma stratejileri geliştirmelidir.
Antipsikotik İlaçlardan Kaynaklanan Beyin Hacmi Kaybı Nasıl Azaltılır?
Antipsikotiklerle ilişkili beyin hacmi kaybını azaltmak için uygulanabilecek bazı potansiyel stratejiler mevcuttur. Önerilen stratejiler şunlardır: "en düşük etkili dozu almak, antipsikotikleri yalnızca gerekliyse almak, belirli antipsikotiği değerlendirmek (bazıları, diğerlerinden daha fazla hacim kaybına neden olabilir) ve beyin sağlığınızı iyileştirmek için aktif olarak çalışmak..."
1. “Minimum Etkili Dozu” kullanın... Araştırmacılar, belirli bir terapötik eşik dozuna kadar titrasyon yapmak yerine "minimum etkili doz" almanın önemini fark etmeye başlıyor. Her insan farklıdır ve daha az şiddetli şizofrenisi olan bir kişi, daha düşük dozda reçete edilen bir ilaca, diğerine göre daha iyi yanıt verebilir. Semptomların kontrol altına alınması gerekmesine rağmen, genellikle önerilenden çok daha düşük bir dozla yönetilebilirler. Çalışmalar, 'antipsikotik tedavi sonucunda yaşanan beyin hacmi kaybının derecesi ile dozaj (güç) arasında doğrudan bir ilişki olduğunu' göstermektedir. Daha fazla hacim kaybı yaşayan kişiler, aynı miktarda kayıp yaşamayanlara göre daha yüksek dozlar kullanmıştır. Bu nedenle, terapötik fayda sağlayan en düşük miktarı almak için psikiyatristinizle birlikte çalışmalısınız.
2. Sadece gerekliyse alın... Antipsikotikler, yalnızca bunları gerektiren rahatsızlıkları olan kişiler tarafından alınması gereken ilaçlardır. Başka bir deyişle, şizofreni ve/veya psikotik atak geçirmiş olmanız gerekir. Bipolar bozukluk için onaylanmış olsalar da, genellikle uzun vadede önemli bir beyin hacmi kaybı olmadan kullanılabilen daha güvenli duygudurum dengeleyiciler (örneğin lityum) mevcuttur. Ne yazık ki birçok kişi, antipsikotikleri, kullanılmalarını gerektirmeyen rahatsızlıkların tedavisi olarak almaktadır. Örneğin, bazı kişilere uykusuzluk için Seroquel reçete edilmektedir. Uykuya dalmanıza yardımcı olmak için beyin hacminizi riske atmaya değer mi sizce? Muhtemelen hayır. Antipsikotikler ayrıca antidepresan takviyesi stratejileri olarak da yaygın olarak kullanılır. Kişinin antidepresanının "etkisini artırdığı" düşünülmektedir. Ne yazık ki çoğu kullanıcı, uzun vadede beyinlerini potansiyel hasar riskine soktuklarının farkında değildir.
3. Belirli antipsikotik ilacı göz önünde bulundurun... Her antipsikotik, vücudunuzun onunla nasıl etkileşime girdiğine bağlı olarak kendine özgü etkilere sahip olacaktır. Vücudunuz için en uygun ilacın hangisi olduğunu belirlemek için GeneSight - genetik test - kullanmayı düşünebilirsiniz. Ayrıca, kullandığınız ilacın "tipik" (eski) veya "atipik" (yeni) antipsikotik olarak kabul edilip edilmediğini de göz önünde bulundurmak isteyebilirsiniz. Eski tipik antipsikotikler, yeni atipik antipsikotiklere kıyasla farklı bölgesel değişikliklere neden olur. Ayrıca, bazı atipik antipsikotiklerin diğerlerinden daha güvenli ve daha hedefli olabileceğini ve daha düşük doz almanıza olanak tanıyabileceğini unutmayın. Uzun vadeli beyin sağlığı için en uygun antipsikotiği belirlemek biraz deneme gerektirebilir.
4. Beyin sağlığını iyileştirmeye çalışın... Antipsikotik kullanacağınızı bildiğinizden, tedaviyle ilişkili hacim kaybını azaltmak için ek adımlar atmak isteyebilirsiniz. Bu, özellikle BDNF seviyelerini artırdığı ve nihayetinde nörogenez veya sinaptogeneze katkıda bulunduğu bilinen kardiyo egzersizi olmak üzere günlük egzersiz yapmak anlamına gelebilir. Ayrıca, beslenme alışkanlıklarının beyin fonksiyonlarını ve nihayetinde beyin sağlığını etkileyebileceğine dair kanıtlar mevcuttur; bu nedenle akıl sağlığınız için ideal bir beslenme düzenine sahip olduğunuzdan emin olun. Antipsikotik kaynaklı beyin hasarını telafi etmeye yardımcı olabilecek birçok takviye de mevcuttur. Potansiyel olarak istenmeyen kontrendikasyonlar nedeniyle, antipsikotik bir ilaçla birlikte herhangi bir takviye almadan önce doktorunuzla görüşmeniz gerekecektir. İlaçlarınızdan kaynaklanan hacim kaybıyla mücadele edebilecek birçok nöroprotektif ajan ve nootropik vardır. Beyin hacmini, özellikle prefrontal korteks ve gri cevherin aktivasyonunu artırdığı belgelenen bir diğer aktivite ise meditasyondur. Meditasyonda ustalaşanlar, düzenli uygulamayla elde edilen artan gri cevherin beyin sağlığını iyileştirebileceğini ve nihayetinde hacim azalmasının bir kısmını hafifletebileceğini görebilirler.
Antipsikotik tedaviye bağlı beyin hacmi kaybını tespit edebilir misiniz?
Evet. "Psikiyatrik Tedavi Sonuçlarını Nasıl İyileştirebiliriz (How to Improve Psychiatric Treatment Outcomes)" başlıklı bir makalede, tedaviye nasıl yanıt verdiğinizi belirlemek için beyin taraması yaptırmanızı önermiştim. fMRI gibi bazı taramalar, tedavi boyunca beyin hacmindeki değişiklikleri belirlemenize yardımcı olabilir. Diğer beyin taramaları kan akışını (örneğin SPECT) gösterebilir ve QEEG gibi araçlar beyin dalgalarının zaman içinde nasıl değiştiğini belirleyebilir.
Zaman içinde beyin hacmindeki değişiklikleri kendiniz takip etmek istiyorsanız, "tedavi öncesi" bir temel beyin taraması yaptırabilir ve ardından her 6 ayda bir, her yıl veya hatta birkaç yılda bir bir tarama daha yaptırabilirsiniz. Bu, uzun bir süre boyunca ilaç kaynaklı değişiklikleri ölçmenize yardımcı olacaktır. Ayrıca, bir nörolog, gerileme yaşayan belirli bölgeleri belirlemek için 'temel beyin taramalarınızı', tedavi sırasında yaptırdığınız taramalarla karşılaştırabilir.
Antipsikotiklerin beyin hasarına yol açması sizi korkutmalı mı?
Antipsikotik kullanması gerekenler, bunların zamanla beyin hasarına neden olduğunu gösteren kanıtlar nedeniyle endişelenebilir. Ne yazık ki, antipsikotikler genellikle şizofreni ve psikoz hastaları için tek etkili tedavi seçeneği olarak kabul edilir. Tedaviye bağlı kalanların uzun vadeli prognozları, ilaçlarını almayı bırakanlara göre önemli ölçüde daha iyidir.
Şizofreni hastalarında antipsikotik kullanmanın faydalarının, hacimsel azalmalar da dahil olmak üzere dezavantajlarından önemli ölçüde daha ağır bastığı düşünülmektedir. Bu ilaçlar, insanların 'toplum içinde işlev görmesini ve nihayetinde yaşam kalitesini iyileştirmesini' sağlar. Olumlu tarafı ise, tedavi sonucu oluşan beyin hacmi azalmalarının genellikle ciddi olarak değerlendirilmemesidir.
Dahası, minimum etkili miktarda alınarak bu etkiler en aza indirilebilir. Önümüzdeki yıllarda, daha hedefli yeni nesil ilaçların, daha az yan etkiyle ve beyin hacminde kayıp olmadan şizofreni semptomlarını azaltmaya yardımcı olması umulmaktadır. Doktorlar, "endikasyon dışı" durumlar için antipsikotik kullanan hastaları, bu ilaçların kullanımından kaynaklanabilecek beyin hasarı konusunda sorumlu bir şekilde bilgilendirmelidir." (Kaynak: "Şizofreninin ilerleyici bir beyin hastalığı olduğu miti") (i)" (65)
Bu ilaç devrimi, psikiyatrik ilaçları zararlı olmaktan çok daha faydalı, hatta tam bir nimet olarak görüyor. İnsülin veya penisilin gibi, bunlar da sıklıkla belirli hastalıklar için spesifik tedaviler olarak görülüyor. Sıklıkla beyindeki biyokimyasal dengesizlikleri düzelttikleri söylenir. Bu inançlar, ilaçların olumsuz etkilerine vurgu yapmanın coşkusuz karşılandığı ve psikiyatrik ilaçların eleştirilmesinin prensipte 'nadir görülen bir sapkınlık' olduğu bir ortam yarattı.
Bu kitap, psikiyatrik ilaçların birincil veya temel etkilerini beyin işlev bozukluğuna neden olarak elde ettikleri ve faydadan çok zarar verdikleri yönündeki tamamen farklı bir bakış açısını benimsiyor.
"Psikiyatrik ilaçların belirli bir ruhsal bozukluk için spesifik tedaviler olmadığını göstereceğim. Psikiyatrik ilaçlar biyokimyasal dengesizlikleri düzeltmek yerine, bazen kalıcı olarak bu dengesizliklere neden olurlar."
Bu kitaptaki eleştiriler, psikolojik, sosyal, eğitimsel ve manevi yaklaşımların 'bireylerin, 'kişisel sorunlarının üstesinden gelmelerine ve daha tatmin edici yaşamlar sürmelerine' yardımcı olmada en etkili yaklaşımlar olduğu' yönündeki alternatif bir görüşle örtüşmektedir. Bu yaklaşımlardan bazılarını başka yerlerde de açıkladım. (örneğin, Breggin, 1991a, 1992a, 1997; Breggin ve Breggin, 19941; Breggin ve Stern, 1996).
Birçok kişi, biyolojik modele ve fiziksel tedavilere çeşitli bakış açılarından güçlü eleştiriler yöneltmeye devam etti. (Armstrong, 1993; Breeding, 1996; Caplan, 1995; Cohen, 2990; Colbert, 1995; Fisher ve Greenberg, 1989; Grobe, 1995; Jacobs, 1995; Kirk ve Kutchins, 1992; Modrow, 1992; Mosher ve Burti, 1989; Romme ve Escher, 1993; Sharkey, 1994).
Burada, psikiyatride ilaç ve şok tedavisini haklı çıkarmak ve bunların beyni sakatlayıcı ve hasar verici etkilerini belgelemek için kullanılan temel varsayımları yeniden değerlendirmek istiyorum. Bu bölümde tanıtılan ilkeler, kitap boyunca belgelenecek ve ayrıntılı olarak açıklanacaktır. Bu nedenle, 1. bölümdeki alıntılar çıkarılacaktır.
Devredışı bırakılan beyin (/beyin engellilik "brain-disabling") tedavisinin ilkeleri...
Modern psikiyatrik ilaç tedavisi, hem profesyonellerin hem de sıradan insanların sıklıkla bilimsel olarak kanıtlanmış olarak kabul ettiği bir dizi varsayımdan güvenilirlik kazanır. Bu temel varsayımlar, bir inanç sistemini ve bir dizi uygulamayı destekleyen kurgular olan mitler olarak nitelendirilebilir. Bu mitlerin aksine, bu kitap, bilimsel ve klinik kanıtlara ve sağduyuya dayanan psikofarmakoloji ilkelerini ortaya koymaktadır. Bunlar birlikte, psikiyatrik tedavinin 'devredışı bırakılan beyin ilkelerini' oluşturur. Kitabın tamamı bu ilkeler için kanıtlar sunarken, bu bölüm bunları özetleyecektir:
I. Tüm biyopsikiatrik tedavilerin ortak etki mekanizması normal beyin fonksiyonlarının bozulmasıdır.
Farmakologlar, ilacın terapötik indeksinden, yani 'faydalı etki ile toksik etki arasındaki dozaj oranından' bahsederler. Psikiyatrik tedavinin 'ilk devre dışı bırakılan beyin ilkesi, toksik dozun terapötik etki olduğunu' ortaya koyar. Aynı ilke elektroşok ve psikocerrahi için de geçerlidir. Devre dışı bırakılan beyin ilkesi, 'toksisiteye ulaşıldığı anda, ilacın psikoaktif bir etki göstermeye, yani beyni ve zihni etkilemeye başladığını' belirtir. Toksisite olmadan, ilacın 'psikoaktif etkisi 'olmazdı.
II. Tüm biyopsikiyatrik müdahaleler yaygın beyin işlev bozukluğuna neden olur.
Belirli tedavilerin, beyin üzerinde fark edilebilir farklı etkileri olsa da, 'duygusal ve entelektüel işlev yelpazesinde bir dereceye kadar bozulma ile yaygın işlev bozukluğuna neden olma kapasitesini' paylaşırlar. Beyin çok entegre bir yapıya sahip olduğundan, 'çeşitli zihinsel işlevleri etkilemeden, sınırlı zihinsel işlevleri devre dışı bırakmak' mümkün değildir. Örneğin, hafif bir 'duygusal donukluk, uyuşukluk veya yorgunluk' bile 'dikkat, konsantrasyon, uyanıklık, öz-kaygı veya öz-farkındalık ve sosyal duyarlılık' gibi bilişsel işlevleri bozabilir. Şok tedavisi ve psikocerrahi her zaman belirgin yaygın işlev bozukluğuna neden olur. Bazı ilaçlar, minimum doz aralıklarında bu etkileri açıkça göstermeyebilir, ancak bu aralıkta önemli bir terapötik etkiden de yoksun olabilirler.
III. Biyopsikiyatrik tedaviler, 'duygusal tepki verme, sosyal duyarlılık, öz farkındalık veya öz içgörü, özerklik ve öz-kararlılık' gibi daha yüksek insan işlevlerini bozarak terapötik etki gösterir. Daha ciddi etkiler arasında ilgisizlik (apaty), öfori (euphoria) ve lobotomi benzeri kayıtsızlık yer alıyor.
Biyopsikiatrik müdahaleler, genel beyin işlev bozukluğunun yanı sıra 'frontal loblar, limbik sistem ve diğer yapılar' üzerindeki spesifik etkiler nedeniyle daha yüksek zihinsel, psikolojik ve ruhsal işlevlerde bozulmaya neden olur. Bazen kendine ve başkalarına karşı lobotomi benzeri bir kayıtsızlık, deaktivasyon adını verdiğim bir sendrom görülür (bu cildin 2. ve 4. bölümlerine bakın).
Biyopsikiyatrik tedaviler, hekim ve/veya hasta, 'zihinsel kapasite veya duygusal ifade aralığının daraldığı, beyin fonksiyonlarının azaldığı' bir durumu tercih ettiğinde etkili kabul edilir. İlaç kullanan kişi, 'kendini, daha etkili ve güçlü hissettiğini' bildiriyorsa, bu büyük olasılıkla 'gerçekçi olmayan bir değerlendirmeye, bozulmuş muhakemeye veya öforiye' dayanmaktadır. İdame dozlarını kullanan hastalar fark edilir etkiler yaşamadıklarında, ya doz, klinik bir etki yaratacak kadar düşüktür ya da hasta, ilacın etkisini algılayamıyordur.
IV. Her biyopsikiyatrik tedavi, - normal gönüllüler ve farklı psikiyatrik tanıları olan hastalar da dahil olmak üzere - tüm insanlar üzerinde temel veya birincil devre dışı bırakılan beyin (/beyin engelleyici "brain-disabling") etkisini gösterir.
İlaç savunucularının köklü inançlarına rağmen, belirli zihinsel bozukluklar için spesifik psikoaktif ilaç tedavileri yoktur. Elbette, insanların 'ilaçlara, şok tedavisine, hatta lobotomiye veya kazara kafa travmasına' verdiği tepkilerde belirli bir biyolojik ve psikolojik çeşitlilik vardır. Ancak, genel bir ilke olarak, biyopsikiyatrik müdahalelerin, kişinin ruhsal durumuna veya rahatsızlığına bağlı olmayan, spesifik olmayan bir etkisi vardır. Örneğin, nöroleptiklerin ve lityumun hayvanları ve normal gönüllüleri, 'hastaları, etkiledikleri şekilde etkilediği' gösterilecektir.
V. Hastalar, beyin fonksiyonlarını bozan tedavilere, 'ilgisizlik, öfori, uyum veya kızgınlık' gibi kendi psikolojik tepkileriyle yanıt verirler.
Bireylerin ilaçlara tepki verme biçimleri arasında bazı farklılıklar vardır. Örneğin, aynı antidepresan bir kişiyi uykulu, bir diğerini enerjik yapabilir. Ritalin birçok çocuğu sakinleştirirken, diğerlerini ajitasyona uğratır.
İlaç kaynaklı tepkileri, psikolojik kaynaklı tepkilerden ayırmak çok zor olabilir. Örneğin, neredeyse tüm antidepresanlar öfori ve maniye neden olabilir. Aynı zamanda, bu ilaçları alan bazı kişilerin bu zihinsel durumları geliştirme eğilimleri vardır.
Benzer şekilde, çeşitli ilaçlar hastalarda ajitasyon ve düşmanlık yaratabilir, ancak insanlar bu tepkileri ilaçsız da geliştirebilirler. Nöroleptiklerin uygulanmasından sonra görülen uysallık ve uyumluluk, ilaca bağlı deaktivasyon sendromundan kaynaklanabileceği gibi, hastanın 'daha fazla direnmenin faydasız veya tehlikeli olduğunu fark etmesinden' de kaynaklanabilir.
Bu bölümün ilerleyen kısımlarında, biyopsikiatrik tedavinin birleşik nörolojik ve psikolojik etkisini ele alan 'iatrojenik çaresizlik ve inkar' kavramını ele alacağım. 11. bölümde, bir ilacın, 'kendisinin, yıkıcı davranışlar da dahil olmak üzere anormal zihinsel ve duygusal tepkilere neden olabileceğini' belirlemek için kullanılan bazı kriterleri tartışacağım.
VI. Biyopsikiatrik müdahalelerle rutin olarak tedavi edilen 'zihinsel ve duygusal acıların' bilinen bir genetik veya biyolojik nedeni yoktur.
İki yüz yılı aşkın süren yoğun araştırmalara rağmen, 'şizofreni, majör depresyon, manik-depresif bozukluk, çeşitli anksiyete bozuklukları ve dikkat eksikliği hiperaktivite' gibi çocukluk çağı bozuklukları da dahil olmak üzere, yaygın olarak teşhis edilen hiçbir psikiyatrik bozukluğun genetik veya biyolojik kökenli olduğu kanıtlanmamıştır.
"Şu anda, tipik psikiyatri hastalarının 'beyinlerinde, - psikiyatrik ilaçlar verilene kadar - bilinen bir biyokimyasal dengesizlik bulunmamaktadır."
Prozac gibi antidepresanların az aktif serotoninerjik nörotransmisyonu (serotonin biyokimyasal dengesizliği) veya Haldol gibi nöroleptiklerin aşırı aktif dopaminerjik nörotransmisyonu (dopamin dengesizliği) düzelttiğini iddia etmek spekülatif ve hatta safçadır. Onlarca yıllık yoğun çabalara rağmen 'psikiyatri hastalarında, herhangi bir beyin anormalliğinin varlığının gösterilememesi, bu kusurların var olmadığını' düşündürmektedir.
Psikiyatristler tarafından tedavi edilen bazı sorunların 'biyolojik bir temele' sahip olduğu teorik olarak kanıtlanabilir. Örneğin, hipotiroidizm veya Cushing Sendromu gibi bazı fiziksel bozukluklar uygun şekilde tedavi edildiğinde, 'zihinsel işlevler' genellikle iyileşir.
Ancak, psikiyatristler tarafından rutin olarak tedavi edilen sorunların büyük çoğunluğu 'beyin hastalıklarına' uzaktan bile benzemez (bkz. 5. ve 9. bölümler). Örneğin, beyin bozukluklarının karakteristik özelliği olan hafıza veya soyut akıl yürütmede bilişsel eksikliklere neden olmazlar. Ateş veya laboratuvar hastalık belirtileriyle birlikte görülmezler. Aksine, nörolojik ve nöropsikolojik testler genellikle normal, hatta üstün beyin fonksiyonunu gösterir ve vücut sağlıklıdır. Rutin olarak tedavi edilen psikiyatrik sorunların herhangi birinin, normal beyinli bireylerin - yaşam deneyimlerinden ziyade - beyin işlev bozukluğuna dayanması olasılığı düşüktür.
Majör depresyon veya şizofreni teşhisi konmuş bazı hastalarda hafif biyokimyasal dengesizlikler ortaya çıkarsa, bu durum mevcut biyopsikiatri uygulamalarını haklı çıkarmaz. Bu varsayılan dengesizlikler henüz tespit edilemediğinden, mevcut antidepresanlar ve nöroleptikler de dahil olmak üzere, beyin fonksiyonlarını ciddi şekilde bozan toksik ilaçlar vermek anlamsızdır. Mantıksız veya duygusal olarak 'sıkıntılı bir durumun başlı başına beyin fonksiyonlarında bozulmaya' yol açtığını iddia etmek tamamen yanlıştır. Bunun nedenini televizyonla bir benzetmeyle açıklayabiliriz.
Bir televizyon programı rahatsız edici veya mantıksızsa, bu televizyonun donanımında veya elektronik aksamında, bir sorun olduğu anlamına gelmez. Kötü programlamayı kötü kablolamaya bağlamak anlamsızdır. Benzer şekilde, bir kişi beynindeki kablolamada - buna karşılık gelen bir kusur olmasa bile - psikolojik olarak çok rahatsız olabilir.
Ancak, bu argüman geçersizdir, çünkü hiçbir çağdaş biyopsikiatrik müdahale, 'bir elektronik uzmanının, bir televizyonu tamir edebildiği gibi bir beyin arızasını düzeltebileceğini' doğru bir şekilde iddia edemez. Bunun yerine, bir televizyondan çok daha sinsi ve zarar görmeye açık bir beyne körü körüne toksik maddeler uygularız. Hatta televizyon tamircilerini veya müşterilerini dehşete düşürecek şekilde beyni şok eder veya sakat bırakır, televizyonlarını mahvederiz.
Halüsinasyonlar ve sanrılar ya da intihar ve cinayet dürtüleri gibi aşırı duygusal bozukluklardan muzdarip kişilerin, 'biyolojik bir açıklama gerektirecek kadar anormal oldukları' sıklıkla öne sürülür. Ancak, insanların duygusal yaşamı her zaman geniş bir zihinsel ve davranışsal aktivite yelpazesini içermiştir. Belirli bir zihinsel durum veya eylemin özellikle mantıksız veya yıkıcı olması, başlı başına fiziksel bir kökene işaret etmez. Aşırılıklar biyolojik bir açıklama gerektiriyorsa, son derece 'etik, rasyonel ve sevgi dolu davranışları' genetik ve biyolojik nedenlere bağlamak daha ikna edici olacaktır, çünkü bunlar insan yaşamında özellikle nadirdir. Bir ilacın işe yaraması, - yani beyni ve zihni görünüşte olumlu yönde etkilemesi, - kişinin altta yatan biyolojik bir rahatsızlıktan muzdarip olduğunu doğrulamaz.
Kayıtlı tarih boyunca bireyler, daha yüksek bir bilinç düzeyi arayışından hayatı daha katlanılabilir kılma arzusuna kadar çeşitli ruhsal ve psikolojik nedenlerle kendilerini ilaçla tedavi etmişlerdir. Alkollü içecekler, kahve ve çay, tütün ve esrar, insanlar tarafından refah duygularını iyileştirmek için yaygın olarak tüketilir. Ancak elde ettikleri sonuçların, altta yatan bir biyokimyasal dengesizlikten kaynaklandığına inanmak için hiçbir neden yoktur.
VII. Bireyde halihazırda bir 'beyin veya zihin rahatsızlığı' varsa, mevcut biyopsikiyatrik müdahaleler, rahatsızlığı artıracak veya daha da kötüleştirecektir.
Mevcut biyopsikiyatrik tedaviler, bilinen 'herhangi bir beyin rahatsızlığına' özgü değildir. Hepsinden önemlisi, herhangi bir 'beyin anormalliğini düzeltmeden normal beyin fonksiyonlarını' bozarlar. Bu nedenle, bir hasta bilinen bir fiziksel beyin rahatsızlığından muzdaripse, biyopsikiyatrik tedavi bunu yalnızca kötüleştirebilir veya daha da kötüleştirebilir. Klasik bir örnek, duygusal olarak üzgün Alzheimer hastalarına Haldol verilmesidir. İlaç, davranışlarını bastırırken demanslarını kötüleştiriyor.
İlaç şirketleri tarafından psikiyatrik ilaçlar geliştirilip pazarlandıktan sonra, 'varsayılan biyokimyasal dengesizlikleri düzelttikleri' gerekçesiyle kullanımları haklı gösterilmeye çalışılıyor. Örneğin, Prozac'ın 'serotoninerjik sinir iletimini iyileştirerek yardımcı olduğu' iddia ediliyor. 'Elektroşok ve lobotomi bile biyokimyasal dengesizlikleri düzelttikleri' gerekçesiyle haklı gösteriliyor. Bu müdahalelerin biyokimyasal bir dengesizliği düzeltme olasılığı yoktur.
Prozac'tan Xanax'a, depresyon için elektroşoka kadar her türlü rahatsızlığı tedavi etmek için çok çeşitli beyin fonksiyonlarını bozan ilaçlar kullanılıyor ve her tedavi sayısız beyin fonksiyonunu bozuyor. Gerçekte, mevcut tüm biyopsikiyatrik müdahaleler, bilinen herhangi bir bozukluğu düzeltmeden, beyne ve dolayısıyla zihne doğrudan zarar veriyor.
VIII. Bireysel biyopsikiatrik tedaviler belirli ruhsal bozukluklara özgü değildir.
Psikiyatrinin 'belirli tanı kategorileri için özel tedavileri olduğu' sıklıkla söylenir: örneğin şizofreni için nöroleptikler, depresyon için antidepresanlar, anksiyete için minör sakinleştiriciler, mani için lityum ve DEHB (dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu) için Ritalin gibi uyarıcılar. Uygulamada, şizofreni olarak etiketlenen birçok bireysel hastanın başlangıçta nöroleptiklerle tedavi edilmesi veya depresyon hastalarına başlangıçta antidepresanlar reçete edilmesi, kısmen meslek içinde bir gelenek meselesidir.
Bir ilacın belirli bir rahatsızlıkta daha etkili görünmesi, genellikle merkezi sinir sistemi (MSS /CNS "central nervous system") üzerinde baskılayıcı mı yoksa enerji verici mi - bir etkiye sahip olduğuna bağlıdır. Örneğin, depresyondaki hastalar zaten duygusal ve fiziksel olarak yavaşlamışsa, onlara psikomotor gerilemeye neden olan bir nöroleptik vermek, daha kötü görünmelerine neden olabilir.
Bu hastalar 'yapay olarak enerjilendirildiklerinde, daha iyi görünme' eğilimindedirler. Tersine, şizofreni hastaları ajite ve kontrol edilmesi zorsa, onlara uyarıcı vermek mantıklı olmayacaktır. Genel duygusal tepkilerini 'azaltan veya düzleştiren' bir nöroleptik aldıklarında 'iyileşme' olarak değerlendirilme olasılıkları daha yüksektir. Ancak bu büyük davranışsal etkiler, belirli bir hastalık için sihirli bir değnek olmaktan çok uzaktır.
IX. Beyin, biyopsikiyatrik müdahalelerin 'engelleyici etkilerini' fiziksel olarak telafi etmeye çalışır ve bu da sıklıkla 'ek yan etkilere ve yoksunluk sorunlarına' neden olur.
Beyin, psikiyatrik ilaçları besin olarak kabul etmez. Bunun yerine, beyin onlara 'toksik ajanlar' olarak tepki verir ve yıkıcı etkilerinin üstesinden gelmeye çalışır. Örneğin, Prozac 'sinaptik aralıkta, aşırı serotonin' oluşturduğunda, beyin sinir uçlarındaki serotonin çıkışını ve sinapstaki serotonini alabilen reseptör sayısını azaltarak bunu telafi eder.
Benzer şekilde, Haldol 'dopaminerjik sistemdeki reaktiviteyi' azalttığında, beyin bunu telafi eder ve 'dopamin reseptörlerinin sayısını ve duyarlılığını' artırarak, aynı sistemde 'hiperaktiviteye' neden olur. Psikiyatrik ilaç kullanan bir kişinin 'altta yatan psikolojik durumunu 'doğru bir şekilde belirlemek zor, hatta imkansızdır. İlacın 'beyni devre dışı bırakan etkisi, beynin telafi edici reaksiyonları ve hastanın ilaca verdiği psikolojik tepkiler' gibi birçok karmaşık faktör vardır. Beyin çoğu psikoaktif ilacın etkilerini telafi etmeye çalıştığı için, hastalar çoğu psikiyatrik ilaçtan çekilmede zorluk çekebilir.
Fiziksel olarak beyin, ilacın etkisinden ilacın kesilmesiyle aynı hızda kurtulamaz; bu nedenle telafi edici mekanizmanın iyileşmesi, ilacın kesilmesinden sonra haftalar veya aylar sürebilir. Bazen, tardif diskinezide olduğu gibi, beyin iyileşmeyi başaramaz. Psikolojik olarak, bireyler 'ilaç olmadan duygusal acılarının daha da kötüleşeceğinden 'korkarlar. Psikiyatristler tarafından 'hayatlarının geri kalanında ilaca ihtiyaç duyacakları' söylenmiş olabilir. Bu durum, yoksunluk sendromunu daha da zorlaştırabilir.
X. Biyopsikiyatrik müdahalelere maruz kalan hastalar, tedavinin işlevleri üzerindeki olumlu ve olumsuz etkileri konusunda genellikle zayıf bir muhakeme sergilerler.
Genel beyin işlev bozukluğu, bireyin 'işlev bozukluğunu algılama yeteneğini azaltma' eğilimindedir. Bozukluk yaşayan bireyler, işlev bozukluklarını, en aza indirme eğiliminde olmakla kalmaz, aynı zamanda kendilerini 'her zamankinden daha iyi performans' gösterirler. Örneğin, alkol bağımlısı bireyler, 'araba kullanma veya mantıklı bir konuşma yürütme kapasitelerini' değerlendirme konusunda genellikle zayıf bir muhakeme sergilerler.
Kronik olarak esrar içen birçok kişi, 'bunun, genel psikolojik ve sosyal işlevlerini iyileştirdiğine' inanır; ancak uyuşturucuyu bıraktıklarında, - uyuşturucuyu kullanırken - 'hafızalarının, zihinsel uyanıklıklarının, duygusal duyarlılıklarının ve sosyal becerilerinin' bozulduğu görülebilir. Amfetamin gibi uyarıcıların etkisi altındaki kişiler, genellikle ciddi şekilde zayıfladıklarında, 'üstün, hatta insanüstü yeteneklere sahip olduklarını' hissedebilirler.
Aynı durum tüm psikiyatrik ilaçlar için de geçerlidir. Hasta, ilacı bir süre bırakana ve beynin iyileşmesi için zaman tanınana kadar, 'zihinsel veya duygusal bozukluğun derecesini' genellikle pek fark edemez.
Bir klinisyen ve adli tıp uzmanı olarak deneyimime göre, hastaların farkında olmadan bir veya daha fazla psikiyatrik ilaçtan kaynaklanan 'şiddetli zehirlenme' durumlarında yıllarca kaldıklarını gördüm. Durumlarını 'kendi duygusal tepkilerine veya ortamdaki strese' bağlayarak, daha fazla ilaç isteyebilirler. Şok tedavisi ve psikocerrahi sonrasında hastalar, zihinsel işlev bozukluklarının iatrojenik kaynağını anlayamayabilir ve bunun yerine 'daha fazla müdahaleye ihtiyaç duyduklarına' inanabilirler. Tedavi kaynaklı bozukluğun boyutunu algılayamamanın birbiriyle ilişkili birkaç psikolojik ve fizyolojik temeli olabilir:
Psikolojik inkar. Duygusal acı çeken bireyler, psikolojik işlev bozukluklarının derecesini inkar etme eğilimindedir. Ağır zihinsel engelli olduklarını kabul etmek istemezler. Bir ilaç kullanarak 'kendilerini daha iyi hissetmeyi' umuyorlarsa, inkarları daha da güçlenebilir.
Plasebo etkisi. Hastalar, biyopsikiyatrik müdahalelerin 'zararlı olmaktan ziyade faydalı olacağına' inanırlar ve bu da onları, 'ilaca bağlı işlev bozukluğunu görmezden gelmeye' veya 'yanlışlıkla duygusal sorunlarına bağlamaya' teşvik eder.
Uyum (uyumluluk, itaat vb "compliance"). Hastalar, olağanüstü bir ölçüde, doktorlara 'doktorların duymak istediklerini' söylerler. Bir psikiyatrist, 'bir ilacın, zararlı değil de faydalı olduğunu açıkça duymak' istiyorsa, birçok hasta 'yanlış bilgi vererek' veya 'çelişkili kanıtları saklayarak' bu isteğe uyacaktır.
Psikolojik olarak tetiklenen kafa karışıklığı. Duygusal olarak çökmüş bireyler, 'kötüleşen durumlarının nedeni hakkındaki yargılarını' kolayca kaybedebilirler. 'Hafif bir sakinleştiricinin neden olduğu anksiyete geri tepmesi' veya bir 'nöroleptik ilacın neden olduğu depresyon' gibi olumsuz bir ilaç etkisini, 'duygusal sorunlarının kötüleşmesiyle' kolayca karıştırabilirler.
Genellikle ilaçtan ziyade kendilerini suçlarlar. Bu kafa karışıklığı, hekimin 'ilacın faydalarını abartması ve hastayı, olası yan etkileri konusunda bilgilendirmemesiyle' daha da artar.
İlaç kaynaklı kafa karışıklığı. Neredeyse tüm biyopsikiyatrik müdahaleler zaman zaman kafa karışıklığına neden olarak 'hastanın, ilaca bağlı zihinsel işlev bozukluğunun farkında olmasını' engelleyebilir.
İlaç kaynaklı anosognozi. Anosognozi, 'beyin hasarının kaybedilen işlevi inkar etme kapasitesini' ifade eder. Anosognozi, 'merkezi sinir sistemi (MSS /CNS "central nervous system") yetersizliğinin' bir özelliğidir (aşağıya ve 5. bölüme bakın). Psikolojik temelinin yanı sıra fiziksel temeli de vardır.
XI. Biyopsikiatrik müdahaleleri reçete eden hekimler, genellikle bu müdahalelerin riskleri ve faydaları konusunda 'gerçekçi olmayan bir değerlendirmeye' sahiptir.
Son yıllarda, ilaçların plasebo veya alternatif ilaçlarla karşılaştırıldığı 'kontrollü klinik çalışmaların nesnelliği' konusunda şüpheler oluşmuştur (bkz. 6. ve 11. bölümler). Araştırmacılar çoğu zaman 'bilinçli veya bilinçsiz ön yargılarından' etkilenirler. Klinik ve bilimsel çalışmalar, önyargılar nedeniyle çarpıtılabiliyorsa, rutin klinik uygulamanın reçeteyi yazan hekimin, 'umut ve beklentilerinden etkilenme olasılığı' daha da yüksektir.
Çok sayıda doktor, ilaçların 'işe yaramaz veya kabul edilemez derecede tehlikeli olduğu' kanıtlanana kadar, yıllarca 'sınırsız bir coşkuyla' ilaç reçete etti. Örneğin amfetaminler, hem depresyon hem de kilo kontrolü için milyonlarca hastaya, - etkisizlikleri ve bağımlılık potansiyelleri dikkate alınmadan - yıllarca ücretsiz olarak verildi. Benzer şekilde, Valium gibi hafif sakinleştiriciler, meslek mensupları bunların 'uzun vadeli çok az veya hiç faydası olmadığını ve bağımlılık yaratabileceğini' fark etmeden önce milyonlarca hastaya verildi. Hastaların 'zihinsel yaşamları üzerinde açıkça yıkıcı etkileri olmasına ve kanıtlanmış bir etkinliğinin olmamasına' rağmen, hem psikocerrahi hem de elektroşok kullanılmaya devam ediyor.
İATROJENİK ÇARESİZLİK VE İNKAR (İHAD)...
Biyopsikiyatrik müdahalelerin 'temel ilkesini' belirtmek için iatrojenik çaresizlik ve inkar (IHAD "iatrogenic helplessness and denial") terimini ortaya attım. (Breggin, 1983b). Biyolojik psikiyatristin, devredışı bırakılan beynin (/beyin-engelli "brain-disabling") müdahalelerle uygulanan otoriter teknikleri kullanarak, hastada artan 'çaresizlik ve bağımlılık yarattığını' açıklar. İatrojenik çaresizlik ve inkar, hastanın ve doktorunun 'tedavinin zararlı etkisini' ve hastanın 'altta yatan psikolojik ve durumsal sorunlarını' karşılıklı olarak inkar etmesini içerir. Genel olarak, iatrojenik çaresizlik ve inkar, psikiyatrinin 'elektroşok ve psikocerrahi gibi beyne zarar veren teknolojileri ve toksik ilaçları kullanma sıklığını' açıklar.
Potansiyel hasta bir psikiyatristle karşılaşmadan önce, genellikle 'bir süredir çaresizlik' hissediyordur. Benim formülasyonuma göre, 'çaresizlik', tüm psikolojik başarısızlıkların ortak paydasıdır. Çaresizlik, hayata karşı çoğu 'kendini yenilgiye uğratan yaklaşımın özünde' yer alır. (Breggin, 1992a, 1997). Çaresizlik hisseden insanlar, 'duygusal acılarının, iç çatışmalarının ve gerçek hayattaki streslerinin' üstesinden gelmek için 'akıl, sevgi ve öz kararlılığı' kullanmaktan vazgeçme eğilimindedir. Bunun yerine, cevapları kendi dışlarında ararlar.
Modern zamanlarda bu genellikle "uzmanlardan" gelir. İyatrojenik çaresizlik ve inkâr, nispeten zararsız telkinin (örneğin, tıpta ve psikiyatride fiziksel acı veya bağımlılığın üstesinden gelmek için kullanıldığı gibi) çok ötesine geçer.
İlk olarak, iatrojenik çaresizlik ve inkârda, psikiyatrist, 'hastanın beynini tehlikeye' atar ve hastanın 'zihinsel ve fiziksel işlev bozukluğu yoluyla telkine boyun eğmesini' sağlar. İkinci olarak, iatrojenik çaresizlik ve inkârda psikiyatrist, 'tedavinin zararlı etkilerinin' yanı sıra 'hastanın devam eden psikolojik veya durumsal sorunlarını' da inkâr eder.
İnkâra sıklıkla konfabülasyon eşlik eder; hastanın 'zihinsel işlev bozukluğunun boyutunu' gizlemek için 'akılcı gerekçeler' ve çeşitli 'örtbas hikayeleri' kullanması. Konfabülasyon psikiyatri ve nörolojide iyi bilinir, ancak 'tedavi kaynaklı etkiler' açısından genellikle göz ardı edilir. Birçok hasta, 'ilaç tedavisinden açıkça etkilenmişken, iyi sonuçlar aldıklarını' konfabülasyon olarak anlatır. İnkâr, kayıtsızlıkla yakından bağlantılıdır. Bazen 'hastanın umursamadığını' mı yoksa 'zihinsel ve fiziksel işlev bozukluğuyla yüzleşmeye dayanamayacak kadar' çok mu önemsediğini anlamak zordur.
İnkar, öfori ile de ilişkilidir. Lobotomi veya şok tedavisinden sonra ve bazen de ilaç tedavisi sırasında hasta 'gerçekçi olmayan bir "yükseklik"' yaşayabilir. İnkar, 'tehditlere tepki vermenin en ilkel yollarından' biridir. Kişi 'sorunlarla yüzleşmekten kaçınır ve bu nedenle sorunlarla başa çıkamaz' hale gelir. Temel bir savunma olarak inkar, 'etkisiz ve güçsüz yaşamlarla' sonuçlanma eğilimindedir.
Kazalar ve hastalıklar da dahil olmak üzere herhangi bir nedenden kaynaklanan beyin hasarı ve işlev bozukluğu sıklıkla çaresizlik ve inkar yaratır; ancak yalnızca psikiyatride hasar ve işlev bozukluğu bu engelleyici etkileri üretmek için "tedavi" olarak kullanılır.
SONUÇ... Daha önceki kitaplarımda (1991a, 1994a, 1994b) da tartıştığım gibi, "akıl hastalığı" ve "zihinsel bozukluk" kavramlarının yanıltıcı olduğuna ve psikiyatristler tarafından yaygın olarak tedavi edilen 'sorunların hiçbirinin genetik veya biyolojik kökenli olmadığına' inanıyorum. Örneğin "şizofreni" ve "majör depresyon" terimleri, 'geçerliliği kolayca sorgulanabilen kavramlara' dayanmaktadır. Ancak, tedavi edilen bazı zihinsel olguların genetik veya biyolojik bir temeli olduğu ortaya çıksa bile, beyni devre dışı bırakan ilkeler geçerliliğini korumaktadır. Mevcut tüm biyopsikiyatrik tedaviler - ilaçlar, elektroşok ve psikocerrahi - birincil veya terapötik etkilerini normal beyin fonksiyonlarını bozarak veya devre dışı bırakarak göstermektedir.
Dipnotlar: 1. Psikiyatride kullanılan öfori terimi, 'abartılı, mantıksız veya gerçekçi olmayan' bir iyi olma hissini ifade eder. Kökeni psikolojik olabilir, ancak genellikle beyin hasarı veya ilaç toksisitesinden kaynaklanır. 2. Öfori, nöroleptiklerle tedavi edilen hastalarda, merkezi sinir sistemi üzerindeki baskılayıcı etkileri nedeniyle nadirdir (bkz. Bölüm 2). Antidepresanlar, uyarıcılar ve hafif sakinleştiricilerle tedavi edilen hastalarda daha yaygındır. 3. Bkz. dipnot 2, (yukarıda)." -Dr. Peter R. Breggin, M.D (62)
"Antipsikotikler ve Beyin Hasarı: Büzülme (/küçülme) ve Hacim Kaybı
Antipsikotikler, şizofreni ve psikotik atakların semptomlarını hafifleten ilaçlardır. Bu ilaçlar, halüsinasyonlar (örneğin sesler duyma) ve çeşitli sanrı türleri (örneğin başkalarının size karşı komplo kurduğunu varsayma) gibi "pozitif semptomları" hafifletmede oldukça etkili müdahaleler olarak kabul edilir. Antipsikotiklerin onaylı kullanımları arasında 'şizofreni, bipolar bozukluk ve ilaca bağlı psikoz' vakalarının tedavisi yer alır.
Çoğu antipsikotik, öncelikle dopamin reseptörü (D2) antagonistleri olarak etki eder. Bu, dopamin reseptörlerine bağlandıkları ve uyarının yanlış tetiklenmesini veya anormal derecede yüksek dopamin konsantrasyonlarını önledikleri anlamına gelir. Aşırı dopaminerjik uyarımı engelleyerek, bir zamanlar kişiyi rahatsız eden halüsinasyonlar ve sanrılar azalmaya başlar.
Psikotik semptomlar, antipsikotiklerle kontrol altına alınsa da, tedavi gören kişiler genellikle 'şiddetli kilo alımı, cinsel işlev bozukluğu, hormonal dengesizlikler ve bazı durumlarda diyabet' gibi bir dizi ciddi yan etki yaşarlar. Daha da kötüsü, antipsikotik kullanımının, özellikle uzun süreli kullanıldığında 'beyin hasarına' neden olabileceğine dair kanıtlar vardır.
Antipsikotikler ve Beyin Hasarı: Büzülme (/küçülme "shrinkage") ve Hacim Kaybı...
Antipsikotik ilaç kullanması gereken tek kişiler, 'psikotik semptomları tetikleyen rahatsızlıkları' teşhis edilmiş kişilerdir. Ancak ilaç şirketleri, 'depresyon, anksiyete, uykusuzluk ve otizm' gibi çeşitli 'endikasyon dışı rahatsızlıklar' için antipsikotik ilaçları ustalıkla pazarladılar.
"Şimdi ise birçok doktor, ilaç devlerinin kuklası gibi davranarak, 'uzun süreli beyin hasarına' neden olan antipsikotikleri bilmeden reçete ediyor. Bunlar piyasadaki 'en tehlikeli' psikiyatrik ilaçlardır."
Geçmişte şizofreninin 'nörodejeneratif' bir durum olduğu ve beyin hacmi kaybının 'hastalığın patofizyolojisiyle' ilişkili olduğu varsayılıyordu. Bazı araştırmacılar, antipsikotiklerin 'nöroprotektif ajanlar' gibi davrandığını ve şizofreni hastalarında 'nörodejenerasyonu yavaşlattığını' bile öne sürdüler.
Araştırmacılar, şizofreni hastalarında görülen 'beyin hacmi kaybının' aslında 'antipsikotik tedavinin bir sonucu olabileceği' gerçeğini değerlendirmeden önce biraz zaman aldı. Nörolojik görüntüleme çalışmalarına dayanan yeni kanıtlar, 'antipsikotik ilaçların aslında 'hacim kaybı ve küçülmesi' şeklinde 'beyin hasarına' neden olduğunu' doğruladı. Ne yazık ki, birçok uygulayıcı bu gerçeğin farkında değil ve bu oldukça etkili ilaçları, 'endikasyon dışı durumlar' için kullanmaya devam ediyor.
Antipsikotikler Beyin Hasarına Nasıl Neden Olur?
Antipsikotiklerin 'beyin hasarına' neden olduğu düşünülen çeşitli yollar vardır. Antipsikotik kullanımına bağlı beyin hasarı, şizofreninin 'bilişsel semptomlarının şiddetini' doğrudan etkileyebilir. Antipsikotik kullanan birçok kişi, yalnızca hastalıklarından kaynaklandığı düşünülen bilişsel eksiklikler yaşar; ancak gerçekte bunlar, ilaçların bir sonucu olabilir.
"- Prefrontal bağlantılı azalmalar (Prefrontal connectivity reductions): Dinlenme sırasında yapılan fMRI çalışmalarından elde edilen kanıtlar, 'antipsikotik tedavi sonucunda beynin prefrontal bölgesindeki bağlantıların azaldığını' göstermektedir. Bağlantı sayısının azalması, 'karmaşık düşünme, planlama, dikkat, duygusal düzenleme ve hafızada azalmalara' yol açabilir.
-Genel beyin hacmi kaybı (Global brain volume loss): Çalışmalar, 'antipsikotiklerin genel beyin hacmini azalttığını' göstermiştir. Bu, yıllarca antipsikotik tedavisi (özellikle yüksek dozlarda) görmüş şizofreni hastasının 'beyninin, nörodejenerasyon belirtileri gösterebileceği' anlamına gelir. Genel beyin hacmindeki azalmalar, beyin işlevlerinin neredeyse her yönünün 'bozulma potansiyeli taşıdığı' anlamına gelir.
-Gri madde hacmi kaybı (Grey matter volume los): Gri maddenin, 'duyusal algı, duygular, öz kontrol, konuşma, karar verme ve kas kontrolünden' sorumlu beynin çeşitli bölgelerini içerdiği bilinmektedir. Antipsikotik ilaç kullanan bireylerde 'gri madde hacminde azalmalar' meydana gelir ve bu da 'belirli işlevleri' yerine getirmeyi zorlaştırır.
-Beyaz madde hacim kaybı (White matter volume loss): Beyaz madde, beyninizin merkezi sinir sistemiyle iletişim kurmasını sağlayan dokudur. Beyin içindeki 'kimyasal mesajları' kolaylaştıran 'miyelin ve aksonlardan' oluşur. Antipsikotik kullanan kişilerde 'beyaz maddede azalmalar' meydana geldiğinden, beyinlerindeki iletişim sistemi bozulur."
(Kaynak: "Şizofreninin Beyin Üzerindeki Uzun Vadeli Etkisi: Erken Bunama (Dementia Praecox) mı?") (a)
Araştırma (Zaman Çizelgesi): Antipsikotikler Beyin Hacmini Etkiliyor...
Aşağıda antipsikotiklerin beyin hacmi üzerinde etkisi olduğunu öne süren çalışmalar yer almaktadır. Bazı araştırmalar 'hastalığın kendisinin (şizofreni) ve semptomatik nüksün, beyin hacminin küçülmesine' katkıda bulunabileceğini öne sürse de, çoğu kanıt, özellikle 'tedavi süresi ve dozaj' olmak üzere, birincil nedensel faktör olarak 'antipsikotikleri' işaret etmektedir.
-2005: "Araştırmacılar başlangıçta antipsikotiklerin insan olmayan primat modelleri üzerindeki etkilerini analiz ettiler. Bu çalışma, 17 ila 27 ay boyunca Haldol, Zyprexa veya plasebo verilen 6 makak maymunundan oluşan üç farklı grubu içeriyordu. Şizofreni için antipsikotik kullanan insanlarla 'aynı plazma ilaç seviyelerine' sahip oldukları belirlendi.
Haldol ve Zyprexa alan maymunların beyin ağırlığında ve hacminde, plasebo alanlara kıyasla %8 ila %11 oranında azalma yaşadığı kaydedildi. Beyin hacmi kaybı, 'frontal, parietal, temporal, oksipital ve serebellum' dahil tüm bölgeleri etkilediği için genel olarak kabul edildi. Kayıp en çok 'prefrontal ve parietal loblarda' belirgindi.
Daha sonra tedavi grubunda hem gri hem de beyaz cevherin azaldığı kaydedildi. Antipsikotiklerle tedavi edilenlerin beyinlerinde genel bir küçülme tahmini %20 idi. Bu çalışma, insanların da bu maymunlarla 'benzer hacim kayıpları yaşayabileceğini' öne sürdü."
(Kaynak: "Antipsikotik ilaçlara kronik maruziyetin doku fiksasyonu öncesi ve sonrası beyin büyüklüğü üzerindeki etkisi: Makak maymunlarında haloperidol ve olanzapinin karşılaştırılması") (b)
-2005: "2000'li yılların başlarında araştırmacılar, 'Zyprexa (olanzapin) ile tedavi edilen hastaların beyin hacminde, Haldol (haloperidol) ile tedavi edilenlere kıyasla daha az değişiklik yaşayacağı' hipotezini öne sürmüşlerdi. Atipik bir antipsikotiğin etkisini test eden ve farklılıkları belirlemek için tipik bir antipsikotik ile karşılaştıran bir çalışma tasarladılar. Çalışma 'uzunlamasına, randomize, çift kör ve kontrollü' olarak kabul edildi.
İlk atak psikoz tedavisi gören tüm bireyler 104 hafta boyunca analiz edildi ve başlangıçta, 12. haftada, 24. haftada, 52. haftada ve 104. haftada MRI değerlendirmeleri yapıldı. Sonuçlar, 'Haldol ile tedavi edilen bireylerin gri cevherinin, Zyprexa ile tedavi edilenlere göre önemli ölçüde daha az olduğunu' gösterdi. Yeni nesil ilaçların eski ilaçlara göre 'daha güvenli ve daha az toksik olabileceği 'öne sürüldü."
(Kaynak: "Birinci dönem psikozda antipsikotik ilaçların beyin morfolojisi üzerindeki etkileri") (c)
-2009: "2009 yılında yayınlanan bir raporda, araştırmacılar antipsikotik ilaçların insanlarda bölgesel beyin hacimlerini değiştirip değiştiremeyeceğini belirlemeye çalıştılar. Ayrıca, bu değişikliklerin belirli antipsikotiklerle diğerlerine kıyasla daha sık meydana gelip gelmediğini de araştırmak istediler. Antipsikotik kullananlar arasında yapısal MRI taramalarını içeren tüm çalışmaların sistematik bir incelemesini yürüttüler.
Uzun süredir antipsikotik kullananları, herhangi bir psikiyatrik ilaç kullanmayan sağlıklı kontrollerle karşılaştırdılar. Araştırmacılar, belirli dahil etme kriterlerini karşılayan 33 çalışmayı dahil ettiler. Bu çalışmadan elde edilen kanıtlar, 'antipsikotiklerin beyinde yaygın, küresel değişiklikler yerine bölgesel değişikliklere neden olduğunu' gösterdi.
Bazal ganglionlar üzerindeki etkileri açısından atipik antipsikotikler (yeni) ve tipik antipsikotikler (eski) arasında farklılıklar olduğu kaydedildi. Tipik antipsikotikler bazal ganglion hacmini artırırken, atipik antipsikotikler artırmadı. Araştırmacılar talamus üzerinde farklı etkiler olduğunu varsayıyorlar.
Garip bir şekilde, 'antipsikotik kullanımından dolayı beyin hacminin azaldığını' öne sürmediler. Uygulanan antipsikotik türüne (atipik ve tipik) bağlı olarak farklı etkiler gözlemlediler. Bu araştırma, 'belirli bölgelerin boyutunun, tedaviyle artabileceğini' öne sürdü. Bu erken araştırmadan elde edilen hiçbir kanıt, tedavinin bir sonucu olarak beyin hacminin azaldığını göstermedi."
(Kaynak: "Antipsikotik ilaçlar beyin yapısını etkiler mi? MRI bulgularının sistematik ve eleştirel bir incelemesi") (d)
-2010: "2010 yılında yayınlanan bir raporda, şizofreni tedavisi gören bireyler üzerinde yürütülen toplam 26 uzunlamasına çalışma analiz edilmiştir. 26 çalışmadan 14'ünün 'genel beyin hacminde, gri madde hacminde önemli azalmalar' veya 'beyin omurilik sıvısı (BOS /CSF "cerebrospinal fluid") seviyelerinde artışlar' gösterdiği kaydedilmiştir. Bu değişikliklerin, 'antipsikotik ilaç tedavisinin bir sonucu olduğu' düşünülmektedir. Yazarlar, 'beynin frontal lobunun, en fazla değişikliğe uğradığını' belirtmişlerdir. Bir çalışmada çeşitli antipsikotiklerle değişen derecelerde hacim kaybı gözlemlenirken, başka bir çalışmada hacim değişikliklerinin, 'herhangi bir antipsikotik ilaç kullanımıyla, tedavi eksikliğiyle (örneğin ilaç kullanmama) ilişkili olduğu' belirlenmiştir. Bu yayından elde edilen kanıtlar, antipsikotiklerin 'beyin hacmi kaybına ve beyin omurilik sıvısı (BOS) artışına' katkıda bulunabileceğini göstermektedir."
(Kaynak: "Antipsikotik ilaçların beyin hacmi üzerindeki etkilerinin sistematik bir incelemesi") (e)
-2011: "Antipsikotik tedavinin beyin hacmi kaybına yol açtığına dair en önemli kanıt, 2011 yılında yayınlanan bir çalışmadan elde edilmiştir. Araştırmacılar, şizofreniyle ilişkili beyin hacmi değişikliklerinin 'hastalığın bir sonucu olduğu' yönünde spekülasyonlar yapıldığını belirtmişlerdir. Ancak, antipsikotiklerin uygulandığı hayvan çalışmalarının 'beyin dokusu hacminde azalmalar gösterdiği' gerçeğini göz ardı edemezlerdi.
Hayvan çalışmalarından elde edilen bulgulara dayanarak, araştırmacılar 'antipsikotiklerin, özellikle uzun süreli kullanımda, insanlarda da beyin hacmi kaybına katkıda bulunabileceği' hipotezini ortaya atmışlardır. Araştırmacılar, çalışma için 'hastalık süresi, antipsikotik tedavi, hastalığın şiddeti ve madde bağımlılığı' olmak üzere 4 faktörün beyin hacmi üzerindeki etkisini değerlendirmişlerdir. Çalışmaya toplam 211 şizofreni hastası katılmıştır."
Hastalıklarının başlangıcında yüksek çözünürlüklü MRI taramaları ile nörogörüntülemeden geçmişlerdi. Şizofreni teşhisi konulan her bir bireyin, yaklaşık 7 yıl boyunca beyin hacmindeki değişiklikleri belirlemek için toplam 2 ila 5 tarama yaptırdığı kaydedildi. Araştırmacılar, tedavi süresi ve antipsikotik dozunun 'beyin hacminde azalma ve beyin omurilik sıvısı hacminde artışla' ilişkili olduğunu keşfettiler.
'Hastalığın süresi, şiddeti ve madde bağımlılığı' kontrol edildikten sonra bile, 'antipsikotiklerin beyin dokusu hacmini azalttığı' görüldü. Özellikle, antipsikotikler hem gri hem de beyaz cevheri azalttı. Garip bir şekilde, yasadışı uyuşturucu kullanımının beyin hacmi kaybıyla anlamlı bir ilişkisi yoktu.
Sonuçlar, şizofreni hastalarında 'beyin hacmini en çok etkileyen faktörün antipsikotik tedavi olduğunu' ortaya koymuştur. Çalışmanın yazarları, özellikle "endikasyon dışı" durumlar için bu ilaçları reçete ederken, dikkatli bir risk-fayda analizi yapılmasını önermektedir. Ne yazık ki, pek çok hasta veya doktor bu raporda vurgulanan risklerin farkında değildir."
(Kaynak: "Uzun süreli antipsikotik tedavi ve beyin hacimleri: İlk atak şizofreni üzerine uzunlamasına bir çalışma") (f)
-2013: "Şizofreni ile ilişkili beyin yapısal değişiklikleri açısından antipsikotik tedavisinin hastalığa kıyasla etkisini analiz etmek amacıyla daha fazla araştırma yürütülmüştür. Araştırmacılar, Nisan 2012'ye kadar tüm elektronik veri tabanı kayıtlarını kullanarak, antipsikotik tedavi gören hastaların MRI taramalarını içeren bir inceleme gerçekleştirmiştir. İnceleme için araştırmacılar 30 uzunlamasına çalışmayı dahil edebildiler.
Bu araştırmaya şizofreni tanısı almış toplam 1046 kişi ve 780 sağlıklı kontrol dahil edilmiştir. Başlangıçta, şizofreni hastalarının beyin hacminde önemli azalmalar ve lateral ventrikül (LV "lateral ventricle") bölgesinin hacminde kontrollere kıyasla artışlar olduğu gözlemlenmiştir. Başlangıçta, 'gri cevher, beyaz cevher veya beyin omurilik sıvısında 'önemli bir azalma görülmemiştir.
Çalışma, şizofreni hastalarının 'zamanla gri madde hacminde önemli azalmalar yaşadığını' ortaya koydu. Gri maddedeki azalmalar, kümülatif antipsikotik tedaviyle ilişkiliydi. Yazarlar, 'hastalığın süresi ve şiddetinin, beyin hacmindeki değişikliklerle ilişkili olmadığını' belirtti.
Araştırmacılar, şizofreninin 'beyin hacmini değiştirebileceğini ve lateral ventrikül (LV) hacmini artırabileceğini' belirtti. Ancak, özellikle gri madde olmak üzere 'beyin hacmindeki azalmaların, kümülatif antipsikotik tedaviyle doğrudan ilişkili olduğu' görülmektedir. Bu durum, 'antipsikotiklerin beyin hacmi kaybına katkıda bulunduğuna' dair daha fazla kanıt sunmaktadır."
(Kaynak: "Şizofrenide antipsikotik tedaviye bağlı ilerleyici beyin değişiklikleri? Uzunlamasına MRI çalışmalarının bir meta-analizi") (g)
-2013: "Başka bir çalışmada, şizofreni hastalarında antipsikotik tedavi ve "nüksetmenin" beyin hacmi üzerindeki etkileri analiz edilmiştir. Çalışma kapsamında, ortalama 7 yıl boyunca MRI taramasından geçen 202 hasta analiz edilmiştir. Araştırmacılar, 'antipsikotik tedavinin yoğunluğu arttıkça, tedavi görenlerin beyin hacminin küçüldüğünü' belirtmişlerdir.
Bir bireyin 'tedavi süresi ve ilaç dozu ne kadar yüksekse, ilaçla ilişkili hacim kaybının da o kadar büyük olduğunu' belirtmişlerdir. Ayrıca, 'semptomatik nüks süresinin, toplam beyin hacmindeki azalmalarla ilişkili olduğunu' da vurgulamışlardır. Bir kişinin geçirdiği 'nüks sayısı, beyin hacmini' etkilememiştir.
Semptomatik nüks beyin hacmini etkiliyorsa, ancak nüks sayısı beyin hacmini etkilemiyorsa, bu tamamen tedaviye bağlanamaz mı? Zamanla, 'insanların antipsikotik ilaçlara tolerans geliştirdiği ve tedavi sonucunda beyinlerinde değişiklikler meydana geldiği 'bilinmektedir. Nüksün ve nihayetinde beyin hacmi kaybının büyük bir kısmının tek sorumlusunun antipsikotikler olması mümkün değil midir?"
(Kaynak: "Şizofrenide nüks süresi, tedavi yoğunluğu ve beyin dokusu kaybı: prospektif uzunlamasına bir MRI çalışması") (h)
Antipsikotiklerin beyin hasarını etkileyebilecek faktörler...
Aşağıda antipsikotik tedaviye bağlı 'beyin hasarı, küçülmesi veya hacim kaybını' etkileyebilecek faktörlerin bir listesi bulunmaktadır.
- Dozaj: Dozaj ne kadar yüksekse, kişinin beyin hacmi kaybı yaşama olasılığı o kadar yüksektir. Yüksek dozlar, düşük dozlara kıyasla daha hızlı beyin hacmi azalmasıyla ilişkilidir. Bu nedenle, tedavi sırasında minimum etkili dozu almayı düşünmek önemlidir.
-Tedavi süresi: Antipsikotiklerle tedavi süresinin, beyin hacmi kaybını etkilediği iyi bilinmektedir. Kişi ne kadar uzun süre tedavi görürse, beyin hacmindeki azalma o kadar şiddetli olur. 20 yıl tedavi gören bir kişi, aynı ilaç ve dozajla, 5 yıl tedavi gören bir kişiye göre daha fazla hasar görecektir.
- Genetik /Epigenetik: Belki de bazı bireylerde beyin hasarı olasılığını azaltan olumlu genetik veya epigenetik etkiler vardır. Bazı genetik faktörler, antipsikotik kaynaklı beyin hasarını telafi etmeye ve/veya yüksek doz ihtiyacını azaltmaya yardımcı olabilir. Bazı araştırmacılar, beyin hacmi kaybı konusunda genetiğin dikkate alınması gerektiğine inanmaktadır.
-Spesifik antipsikotik: Antipsikotiklerle ilişkili etki mekanizmalarındaki farklılıkları göz önünde bulundurmak önemlidir. Atipik antipsikotiklerin farklı bölgesel değişikliklere neden olduğu ve tipik antipsikotiklere kıyasla daha güvenli olabileceği bilinmektedir. İki farklı atipik ilacı karşılaştırırken beyin hacmi kaybı açısından da önemli farklılıklar olabilir. Karşılaştırmalı çalışmalar yapılmadığından, belirli formülasyonların diğerlerinden daha az hasara neden olup olmadığı bilinmemektedir.
-Hastalığın başlangıcı: Geç başlangıçlı (late-onset) şizofreni hastalarında, hastalığın erken başlangıçlı (early-onset) olanlarına göre daha az beyin hasarı görülebilir. Geç başlangıçlı hastalık, daha kısa süreli tedaviyle ilişkilendirilir. Ayrıca, geç başlangıçlı şizofreni hastalarında, hastalığın erken başlangıçlı olanlarına kıyasla daha az başlangıç anormalliği görülebilir.
Potansiyel sinerjik faktörler...
- Hastalık şiddeti (Illness severity): Hastalığın altta yatan şiddeti, kişinin 'ilaçtan kaynaklanan beyin hacmi kaybının derecesini' belirleyebilir. Daha şiddetli hastalıkları olan kişilerde, 'başlangıçta daha fazla beyin atrofisi (brain atrophy) olabilir ve ilaç, sinerjik olarak gerilemeyi' teşvik edebilir.
-Nüks şiddeti (Relapse severity): Nüks sayısının, kişinin 'ek beyin hasarı yaşayıp yaşamaması' üzerinde bir etkisi yok gibi görünüyor. Ancak, 'semptomatik şiddetin bir rol oynadığı' görülüyor. Daha şiddetli nüks formları yaşayanların, 'daha fazla beyin hacmi kaybı yaşadığı' düşünülüyor.
-Hastalığın alt tipi (Subtype of illness): Bir kişinin sahip olduğu şizofreni türü, antipsikotik tedavi sonucunda daha fazla veya daha az beyin hasarı yaşayıp yaşamayacağını etkileyebilir. Yeni kanıtlar, 'şizofreninin belirli genetik anormalliklerle karakterize 8 farklı hastalık olduğunu' göstermektedir. Hastalığın 'alt tipinin, kortikal atrofi derecesini etkileyebileceği' düşünülmelidir.
Kısır Döngü (/İkilem "Catch-22"): Şizofreni Belirtilerinin Yönetimi ve Antipsikotik İlaçların Neden Olduğu Hasar...
Antipsikotikler, şizofreni teşhisi konmuş kişiler için birinci basamak ve etkili bir tedavi olarak kabul edilir. Birçok kişi şizofreni için doğal tedavi yöntemlerini denemiş olsa da, bu seçeneklerin çoğunun etkili olduğunu gösteren kanıt bulunmamaktadır.
"Şizofreni teşhisi konmuş biriyseniz, beyin hacmini azalttığı bilinen ilaçlar kullanmalı mısınız?"
Kortikal hacmi azaltan bir maddeye bilerek maruz kalmak kesinlikle zordur. Bununla birlikte, şizofreniyi tedavi etmemenin önemli 'işlevsel bozukluğa ve yaşam kalitesinin düşmesine' neden olması muhtemeldir. Bu nedenle, 'hastalığı tedavi etmeniz' her zaman önerilir, ancak 'beyin hacmi kaybı' riskinin de aktif olarak kabul edilmesi gerekir.
Neyse ki, ön bulgular 'hacimsel azalmaların' kemirgenler ve insan dışı primatlar arasında insan popülasyonlarına kıyasla 'daha şiddetli' olduğunu gösteriyor. Yine de, tıp uzmanları hastalarla birlikte çalışarak zarar azaltma stratejileri geliştirmelidir.
Antipsikotik İlaçlardan Kaynaklanan Beyin Hacmi Kaybı Nasıl Azaltılır?
Antipsikotiklerle ilişkili beyin hacmi kaybını azaltmak için uygulanabilecek bazı potansiyel stratejiler mevcuttur. Önerilen stratejiler şunlardır: "en düşük etkili dozu almak, antipsikotikleri yalnızca gerekliyse almak, belirli antipsikotiği değerlendirmek (bazıları, diğerlerinden daha fazla hacim kaybına neden olabilir) ve beyin sağlığınızı iyileştirmek için aktif olarak çalışmak..."
1. “Minimum Etkili Dozu” kullanın... Araştırmacılar, belirli bir terapötik eşik dozuna kadar titrasyon yapmak yerine "minimum etkili doz" almanın önemini fark etmeye başlıyor. Her insan farklıdır ve daha az şiddetli şizofrenisi olan bir kişi, daha düşük dozda reçete edilen bir ilaca, diğerine göre daha iyi yanıt verebilir. Semptomların kontrol altına alınması gerekmesine rağmen, genellikle önerilenden çok daha düşük bir dozla yönetilebilirler. Çalışmalar, 'antipsikotik tedavi sonucunda yaşanan beyin hacmi kaybının derecesi ile dozaj (güç) arasında doğrudan bir ilişki olduğunu' göstermektedir. Daha fazla hacim kaybı yaşayan kişiler, aynı miktarda kayıp yaşamayanlara göre daha yüksek dozlar kullanmıştır. Bu nedenle, terapötik fayda sağlayan en düşük miktarı almak için psikiyatristinizle birlikte çalışmalısınız.
2. Sadece gerekliyse alın... Antipsikotikler, yalnızca bunları gerektiren rahatsızlıkları olan kişiler tarafından alınması gereken ilaçlardır. Başka bir deyişle, şizofreni ve/veya psikotik atak geçirmiş olmanız gerekir. Bipolar bozukluk için onaylanmış olsalar da, genellikle uzun vadede önemli bir beyin hacmi kaybı olmadan kullanılabilen daha güvenli duygudurum dengeleyiciler (örneğin lityum) mevcuttur. Ne yazık ki birçok kişi, antipsikotikleri, kullanılmalarını gerektirmeyen rahatsızlıkların tedavisi olarak almaktadır. Örneğin, bazı kişilere uykusuzluk için Seroquel reçete edilmektedir. Uykuya dalmanıza yardımcı olmak için beyin hacminizi riske atmaya değer mi sizce? Muhtemelen hayır. Antipsikotikler ayrıca antidepresan takviyesi stratejileri olarak da yaygın olarak kullanılır. Kişinin antidepresanının "etkisini artırdığı" düşünülmektedir. Ne yazık ki çoğu kullanıcı, uzun vadede beyinlerini potansiyel hasar riskine soktuklarının farkında değildir.
3. Belirli antipsikotik ilacı göz önünde bulundurun... Her antipsikotik, vücudunuzun onunla nasıl etkileşime girdiğine bağlı olarak kendine özgü etkilere sahip olacaktır. Vücudunuz için en uygun ilacın hangisi olduğunu belirlemek için GeneSight - genetik test - kullanmayı düşünebilirsiniz. Ayrıca, kullandığınız ilacın "tipik" (eski) veya "atipik" (yeni) antipsikotik olarak kabul edilip edilmediğini de göz önünde bulundurmak isteyebilirsiniz. Eski tipik antipsikotikler, yeni atipik antipsikotiklere kıyasla farklı bölgesel değişikliklere neden olur. Ayrıca, bazı atipik antipsikotiklerin diğerlerinden daha güvenli ve daha hedefli olabileceğini ve daha düşük doz almanıza olanak tanıyabileceğini unutmayın. Uzun vadeli beyin sağlığı için en uygun antipsikotiği belirlemek biraz deneme gerektirebilir.
4. Beyin sağlığını iyileştirmeye çalışın... Antipsikotik kullanacağınızı bildiğinizden, tedaviyle ilişkili hacim kaybını azaltmak için ek adımlar atmak isteyebilirsiniz. Bu, özellikle BDNF seviyelerini artırdığı ve nihayetinde nörogenez veya sinaptogeneze katkıda bulunduğu bilinen kardiyo egzersizi olmak üzere günlük egzersiz yapmak anlamına gelebilir. Ayrıca, beslenme alışkanlıklarının beyin fonksiyonlarını ve nihayetinde beyin sağlığını etkileyebileceğine dair kanıtlar mevcuttur; bu nedenle akıl sağlığınız için ideal bir beslenme düzenine sahip olduğunuzdan emin olun. Antipsikotik kaynaklı beyin hasarını telafi etmeye yardımcı olabilecek birçok takviye de mevcuttur. Potansiyel olarak istenmeyen kontrendikasyonlar nedeniyle, antipsikotik bir ilaçla birlikte herhangi bir takviye almadan önce doktorunuzla görüşmeniz gerekecektir. İlaçlarınızdan kaynaklanan hacim kaybıyla mücadele edebilecek birçok nöroprotektif ajan ve nootropik vardır. Beyin hacmini, özellikle prefrontal korteks ve gri cevherin aktivasyonunu artırdığı belgelenen bir diğer aktivite ise meditasyondur. Meditasyonda ustalaşanlar, düzenli uygulamayla elde edilen artan gri cevherin beyin sağlığını iyileştirebileceğini ve nihayetinde hacim azalmasının bir kısmını hafifletebileceğini görebilirler.
Antipsikotik tedaviye bağlı beyin hacmi kaybını tespit edebilir misiniz?
Evet. "Psikiyatrik Tedavi Sonuçlarını Nasıl İyileştirebiliriz (How to Improve Psychiatric Treatment Outcomes)" başlıklı bir makalede, tedaviye nasıl yanıt verdiğinizi belirlemek için beyin taraması yaptırmanızı önermiştim. fMRI gibi bazı taramalar, tedavi boyunca beyin hacmindeki değişiklikleri belirlemenize yardımcı olabilir. Diğer beyin taramaları kan akışını (örneğin SPECT) gösterebilir ve QEEG gibi araçlar beyin dalgalarının zaman içinde nasıl değiştiğini belirleyebilir.
Zaman içinde beyin hacmindeki değişiklikleri kendiniz takip etmek istiyorsanız, "tedavi öncesi" bir temel beyin taraması yaptırabilir ve ardından her 6 ayda bir, her yıl veya hatta birkaç yılda bir bir tarama daha yaptırabilirsiniz. Bu, uzun bir süre boyunca ilaç kaynaklı değişiklikleri ölçmenize yardımcı olacaktır. Ayrıca, bir nörolog, gerileme yaşayan belirli bölgeleri belirlemek için 'temel beyin taramalarınızı', tedavi sırasında yaptırdığınız taramalarla karşılaştırabilir.
Antipsikotiklerin beyin hasarına yol açması sizi korkutmalı mı?
Antipsikotik kullanması gerekenler, bunların zamanla beyin hasarına neden olduğunu gösteren kanıtlar nedeniyle endişelenebilir. Ne yazık ki, antipsikotikler genellikle şizofreni ve psikoz hastaları için tek etkili tedavi seçeneği olarak kabul edilir. Tedaviye bağlı kalanların uzun vadeli prognozları, ilaçlarını almayı bırakanlara göre önemli ölçüde daha iyidir.
Şizofreni hastalarında antipsikotik kullanmanın faydalarının, hacimsel azalmalar da dahil olmak üzere dezavantajlarından önemli ölçüde daha ağır bastığı düşünülmektedir. Bu ilaçlar, insanların 'toplum içinde işlev görmesini ve nihayetinde yaşam kalitesini iyileştirmesini' sağlar. Olumlu tarafı ise, tedavi sonucu oluşan beyin hacmi azalmalarının genellikle ciddi olarak değerlendirilmemesidir.
Dahası, minimum etkili miktarda alınarak bu etkiler en aza indirilebilir. Önümüzdeki yıllarda, daha hedefli yeni nesil ilaçların, daha az yan etkiyle ve beyin hacminde kayıp olmadan şizofreni semptomlarını azaltmaya yardımcı olması umulmaktadır. Doktorlar, "endikasyon dışı" durumlar için antipsikotik kullanan hastaları, bu ilaçların kullanımından kaynaklanabilecek beyin hasarı konusunda sorumlu bir şekilde bilgilendirmelidir." (Kaynak: "Şizofreninin ilerleyici bir beyin hastalığı olduğu miti") (i)" (65)
"Nöroleptik İlaçlarla İlişkili Beyin Hasarı, Demans ve Kalıcı Bilişsel İşlev Bozukluğu: Kanıtlar, Etiyoloji, Sonuçlar (1)
Özet... Kuzey Amerika'da her yıl birkaç milyon kişi nöroleptik ilaçlarla (majör sakinleştiriciler veya antipsikotikler) tedavi edilmektedir. Bu hastaların büyük bir yüzdesi, 'istemli kasların anormal hareketleriyle' karakterize kronik bir nörolojik bozukluk olan tardif diskinezi geliştirmektedir.
Özet... Kuzey Amerika'da her yıl birkaç milyon kişi nöroleptik ilaçlarla (majör sakinleştiriciler veya antipsikotikler) tedavi edilmektedir. Bu hastaların büyük bir yüzdesi, 'istemli kasların anormal hareketleriyle' karakterize kronik bir nörolojik bozukluk olan tardif diskinezi geliştirmektedir.
Vakaların çoğu kalıcıdır ve bilinen bir tedavisi
yoktur. Nöroleptiklerin beynin en yüksek merkezlerinde de hasara yol
açarak 'kronik zihinsel işlev bozukluğuna, tardif demansa ve tardif
psikoza' neden olduğuna dair kanıtlar artmaktadır. Bu ilaç etkileri,
tardif diskinezinin zihinsel bir eşdeğeri olarak düşünülebilir.
İlgili
veriler 'insan otopsilerinden, beyin görüntülemelerinden (BT, MR ve PET
taramaları), nöropsikolojik testlerden ve klinik araştırmalardan' elde
edilmiştir.
Nöroleptiklerin beynin daha yüksek merkezlerine zarar
verebileceği, bilinen nörotoksisiteleri ve nörofizyolojik etkileri, - hayvan otopsileri ve 'Huntington koresi ve letarjik ensefalit' gibi
nöroleptik etkileri taklit eden hastalıklarla - yapılan karşılaştırmalarla
doğrulanmıştır. Hastalar ve halk, hem tardif diskinezi hem de tardif
demansın tehlikeleri konusunda bilgilendirilmelidir. Akıl sağlığı
uzmanları, nöroleptiklerin kullanımını ciddi şekilde sınırlamalı ve bu
tehlikeli maddelere daha güvenli ve daha iyi alternatifler
geliştirmelidir. (....)" --Prof. Dr. Peter R. Breggin, M.D (24), (45) (66)
"Nöroleptik İlaçlarla İlişkili Beyin Hasarı, Demans (bunama) ve Kalıcı Bilişsel İşlev Bozukluğu: Kanıtlar, Etiyoloji, Sonuçlar (2)
Özet... Kuzey Amerika'da her yıl birkaç milyon kişi nöroleptik ilaçlarla (majör sakinleştiriciler veya antipsikotikler) tedavi edilmektedir. Bu hastaların büyük bir yüzdesi, 'istemli kasların anormal hareketleriyle karakterize kronik bir nörolojik bozukluk' olan 'tardif diskinezi' geliştirmektedir. Vakaların çoğu kalıcıdır ve bilinen bir tedavisi yoktur.
Nöroleptiklerin beynin en yüksek merkezlerine de zarar vererek 'kronik zihinsel işlev bozukluğu, tardif demans ve tardif psikoza' yol açtığına dair kanıtlar artmaktadır. Bu ilaç etkileri, tardif diskinezinin 'zihinsel bir eşdeğeri' olarak kabul edilebilir. İlgili veriler 'insan otopsilerinden, beyin görüntülemelerinden (BT, MR ve PET taramaları), nöropsikolojik testlerden ve klinik araştırmalardan' elde edilmiştir.
Nöroleptiklerin beynin daha yüksek merkezlerine zarar verebileceği, bilinen nörotoksisiteleri ve nörofizyolojik etkileri, 'hayvan otopsileri ve Huntington koresi ve letarjik ensefalit' gibi nöroleptik etkileri taklit eden hastalıklarla yapılan karşılaştırmalarla doğrulanmıştır. Hastalar ve halk, hem tardif diskinezi hem de tardif demansın tehlikeleri konusunda bilgilendirilmelidir. Akıl sağlığı uzmanları, nöroleptiklerin kullanımını ciddi şekilde sınırlamalı ve bu tehlikeli maddelere daha güvenli ve daha iyi alternatifler geliştirmelidir.
Giriş...
Nöroleptikler, aynı zamanda majör sakinleştiriciler veya antipsikotikler olarak da bilinir ve psikiyatride en yaygın kullanılan ilaçlar arasındadır. Yalnızca Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada'da, milyonlarca yetişkin ve çocuk bu ilaçları 'genel hastanelerde, özel ve kamu akıl hastanelerinde, pansiyon ve bakım evlerinde, gelişimsel engelliler kurumlarında, huzurevlerinde, hapishanelerde, kliniklerde ve özel muayenehanelerde' almaktadır. Bu ilaçlar çoğunlukla şizofreni veya mani teşhisi konmuş hastalar için önerilse de, aslında yaygın olarak bir 'sosyal kontrol yöntemi' olarak kullanılmaktadır. Birçok kurumda, mahkumların çoğu bu ilaçları almaktadır. (Breggin, 1983).
Nöroleptiklerin, önemli sayıda hastada, büyük ölçüde 'geri döndürülemez bir nörolojik hastalık olan tardif diskineziye neden olduğu' artık yaygın olarak kabul edilmektedir. Aynı ilaçların, beynin en yüksek merkezlerinde 'kalıcı hasara veya işlev bozukluğuna' yol açarak tardif demans ve tardif psikoz da dahil olmak üzere 'geri döndürülemez zihinsel ve duygusal bozukluklara' neden olabileceğine dair yeni kanıtlar birikmektedir.
Bu etkiler, tardif diskinezinin 'zihinsel eşdeğeri' olarak görülebilir. Nöroleptiklerin 'beynin en yüksek merkezlerinde neden olduğu hasara' ilişkin endişeler, on yıldan uzun süredir dile getirilse de (Marsden, 1976), konu ancak 1983 yılında derinlemesine incelenebilmiştir. (Breggin, 1983, s. 110-146). O zamandan beri, konuyla ilgili önemli miktarda kanıt yayınlanmıştır. Bu makalenin ilk bölümünde, nöroleptik tedavi gören hastalarda 'bilişsel eksiklikler, demans ve atrofiye' ilişkin kanıtları inceleyeceğim. İkinci bölümde ise 'etyolojiyi' inceleyeceğim.
Demans terimi, Zihinsel Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı'nda (üçüncü baskı, gözden geçirilmiş, Amerikan Psikiyatri Birliği [APA], 1987) [DSM-III-R] tanımlandığı şekilde kullanılacaktır: "Demansın temel özelliği, 'soyut düşünmede bozulma, yargılama bozukluğu, üst korteks işlevlerinde diğer bozukluklar veya kişilik değişikliği' ile ilişkili kısa ve uzun süreli hafıza bozukluğudur" (s. 103). DSM-III-R, "Tüm Organik Zihinsel Sendromlarda olduğu gibi, altta yatan organik bir etkenin her zaman varsayıldığı"nı belirtir (s. 103). Nöroleptik malign sendrom veya toksik psikozlar gibi 'beyin hasarına ve zihinsel işlevlerde bozulmaya' neden olabilen akut ilaç kaynaklı bozukluklar, nöroleptiklere kronik maruziyetle ilişkili giderek artan 'kalıcı beyin hasarı ve işlev bozukluğunu' ele alan bu makalede ele alınmayacaktır.
Akut şizofreni tedavisinde nöroleptiklere 'güvenmek' psikiyatride neredeyse evrensel bir durumdur ve çoğu psikiyatrist bu vakalarda ilk tedavi seçeneği olarak bunları kullanır. (örneğin, Nicholi, 1988; veya Talbott, Hales ve Yudofsky, 1988 gibi güncel psikiyatri ders kitaplarına bakınız). Kullanımlarına yönelik zaman zaman eleştiriler de yapılmıştır. (Breggin, 1983 [22]; Cohen ve Cohen, 1986; Mosher ve Burti, 1989).
Nöroleptiklerin, herhangi bir zihinsel bozukluk üzerinde 'spesifik bir iyileştirici etkisinin olmadığını ve kısmen limbik ve frontal lob yollarında dopamin nörotransmisyonunu bozarak 'kimyasal lobotomi' gerçekleştiren, spesifik olmayan beyni devre dışı bırakan (/beyin engelleyici) ajanlar olduklarını' belgeledim. (Breggin, 1983).
İlaçlar, bir rahatsızlığı tedavi etmez, bunun yerine 'duyguları yatıştırır, ilgisizlik veya duyarsızlık yaratır ve uysallığı güçlendirir.' Mosher ve Burti (1989), kontrollü bir çalışmada, 'ilk şizofreni atağı geçiren hastaların neredeyse tamamının... nöroleptikler olmadan, nöroleptiklerle olduğundan daha başarılı bir şekilde tedavi edilebileceğini' göstermiştir.
DSM- III veya DSM-III-R'ye dayanan şizofreni ve şizofreniform gibi terimler, incelenen çalışmaların çoğunda büyük ölçüde çekincesizce kullanılmaktadır ve ben de iletişim kolaylığı için bu dili benimsedim. Bu sınıflandırmanın ardındaki birkaç temel varsayım - hastalık modeli de dahil olmak üzere - sözde tıbbi bir hastalık olan 'şizofreninin, bu hastaların beyinlerinde bulunan fiziksel bozukluklara neden olduğuna' inanma yönünde bir önyargı yaratmaktadır. Bu yerleşik önyargı, hasarın etyolojisini doğru bir şekilde değerlendirmemizi engellememelidir.
Benim görüşüme göre şizofreni ne genetik ne de fiziksel kökenlidir. (Breggin, basımda). Bu psikososyal olgu için halk arasında kullanılan 'delilik (madness)' terimi daha uygundur. Başka yerlerde alternatif açıklamalar önerdim. (Breggin, 1980d, basımda).
-İlaç tedavisi gören hastalarla ilgili çalışmalardan elde edilen kanıtlar...
-Arka plan: tardif diskinezi...
Hastaların büyük bir yüzdesinde, 'nöroleptik ilaçlar, tardif diskinezi [TD] adı verilen nörolojik bir bozukluğa' neden olur. Anormal istemsiz hareketlerle karakterize olan hastalık, birkaç hafta veya ay sonra kendini gösterebilir. Daha sıklıkla altı ay ila iki yıl veya daha uzun süreli tedaviden sonra gelişir. Vakaların çoğunda 'geri döndürülemez ve etkili bir tedavisi' yoktur. Erken teşhis edilir ve ilaçlar kesilirse, hastaların yaklaşık %20-50'sinde önemli ölçüde iyileşme veya toparlanma görülebilir. (APA, 1980). Ancak yakın tarihli bir raporda, 5 yıl boyunca takip edilen kalıcı TD'li hastaların %82'sinde genel olarak anlamlı bir değişiklik görülmediği, %11'inde iyileşme ve %7'sinde kötüleşme olduğu belirtilmiştir. (Bergen, Eyland, Campbell, Jenkings, Kellehear, Richards ve Beumont, 1989).
TD genellikle 'dil, dudaklar, ağız ve yanaklar' dahil olmak üzere 'yüzün kontrolsüz hareketleriyle' başlar; ancak hemen hemen her kas grubunda başlayabilir. En yaygın erken belirti, 'dilin titremesi veya kıvrılmasıdır.' Dil çıkıntıları ve çiğneme hareketleri de yaygındır ve dişlere zarar verecek kadar ciddi olabilir. 'Eller ve ayaklar, kollar ve bacaklar, boyun, sırt ve gövde' etkilenebilir. Gösterilen hareketler oldukça değişkendir ve 'kıvranma, tikler, spazmlar ve titremeleri' içerir. Kişinin yürüyüşü, ciddi şekilde bozulabilir. Daha ince işlevler etkilenebilir ve kolayca gözden kaçabilir: solunum (diyaframı içerir), yutma (farenks ve yemek borusu kaslarını içerir), öğürme refleksi ve konuşma. (Yassa ve Jones, 1985). Hareketlerin uyku sırasında kaybolması. Bazen irade gücüyle kısmen bastırılabilirler ve sıklıkla kaygıyla daha da kötüleşirler. Zaman zaman değişiklik gösterebilirler.
Birçok TD vakası nispeten hafif seyreder ve genellikle 'dil, ağız, çene, yüz veya göz kapaklarının hareketleriyle' sınırlıdır. Yine de, şekil bozukluğuna yol açar ve çoğu zaman utanç vericidir. Nadir görülen bir vaka tamamen sakat bırakıcıdır ve hastaların intihar ettiği bilinmektedir. (Yassa ve Jones, 1985). Tardif distoni ve tardif akatizi olmak üzere TD'nin iki ilişkili varyantı hakkında farkındalık artmaktadır. Tardif distoni, "genellikle yavaş olan ve uzuvları, gövdeyi, boynu veya yüzü etkileyebilen, sürekli istemsiz bükülme hareketlerini" içerir. (Burke, Fahn, Jankovic, Marsden, Lang, Gollomp ve Ilson, 1982, s. 1335). Kişinin normal aktivitelerini geçici olarak yapmasını engelleyen kramp benzeri, ağrılı spazmlara neden olabilir. Tardif akatizi, bireyi volta atma gibi huzursuz aktivitelere iten içsel bir gerginlik veya kaygı hissini ifade eder. (Jeste, Wisniewski ve Wyatt, 1986b).
TD'nin varlığının kabulü, 1973 yılında George Crane ve Amerikan Nöropsikofarmakoloji Koleji - Gıda ve İlaç Dairesi Görev Gücü tarafından yayınlanan raporlarla yaygınlaştı. Aynı yıl, Doktorların Masa Referansı (FDR, bkz. Torazin), 'kalıcı diskinezileri, nöroleptik yan etkiler' arasına dahil etmeye başladı ve psikiyatri literatürü bu tür raporlarla dolmaya başladı.
1980 yılında APA, Görev Gücü Raporu : Tardif Diskinezi'de (Task Force Report: Tardive Dyskinesia) hastalığın ayrıntılı bir analizini yayınladı. TD'nin 'nöroleptiklerle tedaviden kaynaklanan, ciddi, genellikle geri döndürülemez, tedavi edilemez ve oldukça yaygın bir hastalık olduğunu' açıkça ortaya koydu. Görev Gücü, rutin tedavide (birkaç aydan iki yıla kadar) TD yaygınlık oranını minimal hastalıktan daha yüksek olanlar için en az %10-20 olarak tahmin etti. Yaşlı ve kronik olarak maruz kalan hastalarda, minimal hastalıktan daha yüksek olanlar için oran en az %40 idi.
Yaşlı huzurevi hastaları üzerinde yapılan yakın tarihli bir çalışma, 'hastaların %41'inin yalnızca yirmi dört aylık bir süre içinde tardif diskinezi geliştirdiğini ve hiçbirinin tamamen iyileşmediğini' ortaya koydu. (Yassa, Nastase, Camille ve Belzile, 1988). Uzun süreli çalışmalarda, 'yaşlılarda kendiliğinden diskinezi görülme sıklığının %1-5 arasında olduğu' bulunmuş olmasına rağmen, ilaç tedavisi almayan kontrollerin hiçbirinde iki yıl boyunca kendiliğinden diskinezi gelişmedi.
Görev Gücü oranları ne kadar yüksek olursa olsun, bir dizi çalışma, özellikle 'yaygınlığın %50'yi aşabileceği yaşlı ve uzun süreli hastalarda oranların aslında daha da yüksek olabileceğini' göstermektedir. (bkz. APA, 1980, Tablo 9, s. 50 [5]; Breggin, 1983'te incelenmiştir). Ayrıca, literatürde, 'bilinmeyen nedenlerle, tardif diskinezi genel oranlarının son yıllarda arttığı' konusunda genel bir fikir birliği vardır (Jeste ve Wyatt, 1980, s. 27); bu, Görev Gücü rakamlarının, 'artan oranlar tarafından gölgede bırakıldığını' göstermektedir.
Genellikle daha yüksek yaygınlık tahminlerine bir istisna olarak, Jeste ve Wyatt (1982) yalnızca %13'lük bir yaygınlık oranı tahmin ettiler; ancak bu düşük tahmini, verilerde oldukça 'sıra dışı iki manipülasyon' yaparak elde ettiler.
İlk olarak, tüm minimal ve hafif vakaları hariç tuttular ve yalnızca orta ve şiddetli vakaları dahil ettiler (s. 22-23), ancak çoğu çalışma vakaların büyük çoğunluğunun aslında minimal veya hafif olduğunu göstermektedir. (APA, 1980, s. 45). Bu nedenle çoğu vakayı, değerlendirme dışı bıraktılar.
İkinci olarak, yazarlar, 'kalan vakaların dörtte birinin, ilaca bağlı diskinezileri olmadığını' varsaydılar (s. 32), ancak kendileri de 'ilaç öncesi dönemde diskinezi oranının, %0,5 kadar düşük olduğunu' gösteren çalışmalara atıfta bulundular (s. 16).
Verileri ciddi şekilde budamasalardı, Jeste ve Wyatt'ın verilerinden elde edilen yaygınlık oranları %25'i önemli ölçüde aşacaktı. Öte yandan, 'orta ve ağır düzeyde tedaviye bağlı nörolojik hastalıkta %13'lük bir oran bile iatrojenik bir felaket' oluşturmaktadır.
Çocuklar, gövde tutulumuyla birlikte duruş ve hareketi etkileyebilen özellikle öldürücü bir TD formuna karşı hassastır. (Breggin, 1983; Gualtieri ve Barnhill, 1988; Gualtieri, Quade, Hicks, Mayo ve Schroeder, 1984; Gualtieri, Schroeder, Hicks ve Quade, 1986). 1985 yılında Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), 'tüm nöroleptik reklamlarıyla bağlantılı olarak 'özel olarak ifade edilmiş bir uyarı şartı koyarak' alışılmadık bir adım' attı. ("Nöroleptikler", 1985). Aynı yıl, APA, eşi benzeri görülmemiş bir hamleyle, tardif diskinezinin tüm üyelerine yönelik tehlikeleri hakkında bir uyarı mektubu gönderdi. Çeşitli yazarlar, 'nöroleptik dönemden önce psikiyatri hastaları arasında diskinezi vakalarının bildirildiğini 'belirtmiştir.
Ancak, APA'nın Tardif Diskinezi Görev Gücü (1980, s. 47-48), Jeste ve Wyatt (1982, s. 15-20) ve diğerleri, TD sendromunun 'ilaç çağının bir ürünü olduğu' sonucuna varmışlardır.
"Tüm çağdaş psikiyatri ders kitaplarında 'TD, nöroleptiklerin neden olduğu bir hastalık' olarak kabul edilmektedir. (örneğin, Nicholi, 1988; Talbott, Hales ve Yudofsky, 1988)."
TD vakalarının toplam sayısını belirlemek zordur. Van Putten (bkz. Lund, 1989), yakın zamanda Amerika Birleşik Devletleri'nde 400.000 - 1.000.000 vaka tahmininde bulunmuştur. Benim tahminim daha yüksek olup, birkaç milyon civarındadır. (Breggin, 1983). Tardif diskineziyi 'yaygın bir salgın ve muhtemelen tarihin en kötü tıbbi felaketi' olarak adlandırmak abartı olmaz.
-Nöroleptiklerin neden olduğu, beynin 'en yüksek merkezlerinde' kalıcı veya sürekli hasar.
Limbik sistem ve frontal loblarda hasar ve buna bağlı 'kalıcı zihinsel işlev bozukluğu' şeklinde TD'nin 'daha yüksek beyin ve zihinsel işlev eşdeğerleri' olduğuna dair kanıtlar birikmektedir.
-Beyin görüntüleme çalışmalarından elde edilen beyin atrofisi ve ilişkili zihinsel eksiklikler...
Nöroleptik tedavi gören şizofreni hastalarında 'serebral atrofiyi' ölçmeyi amaçlayan en eski çalışmalardan birinde, Sabuncu, Sabacin, Saygill, Kumral ve Ornek (1977), genişlemiş ventrikülleri göstermek için pnömoensefalografi (PEG "pneumoencephalography") kullanmışlardır. Diğer PEG çalışmaları da benzer bulgular göstermiştir, ancak biz daha yeni ve daha gelişmiş beyin görüntüleme tekniklerine odaklanacağız. Neredeyse tamamı nöroleptik tedavi gören şizofreni hastalarının bilgisayarlı aksiyel tomografisini (BT taramaları) içeren birçok çalışmada, 'genişlemiş lateral ventriküller' ve bazen de 'genişlemiş sulkuslar' bulunmuştur; bu da 'beynin, küçüldüğünü veya atrofisini' göstermektedir. Ventriküller, kafatası sınırları içindeki 'doku küçülmesine' orantılı olarak genişleme eğilimindedir. Sulkuslar, 'serebral korteks' küçüldüğünde derinleşir veya genişler. Şizofreni hastalarında ilaç tedavisi uygulanan BT çalışmalarında en sık görülen bulgu lateral ventrikül genişlemesidir.
Johnstone ve meslektaşları (Johnstone, Crow, Frith, Husband ve Kreel, 1976; Johnstone, Crow, Frith, Stevens, Kreel ve Husband, 1978), şizofreni hastalarının BT taramalarında 'ventrikül boyutunun arttığını' gösteren ilk araştırmacılar arasındaydı. Ayrıca Withers ve Hinton Testi ve Inglis Eşleştirilmiş İlişkilendirme Öğrenme Testi'nde 'zihinsel bozukluk' buldular. Weinberger, Cannon-Spoor, Potkin ve Wyatt (1980) ve Weinberger, Torrey, Neophytides ve Wyatt (1979), neredeyse tamamı ilaç tedavisi görmüş şizofreni hastalarında 'ventrikül boyutunun arttığını' buldular.
Jeste, Wagner, Weinberger, Reith ve Wyatt (1980), TD grubu ile TD'si olmayan nöroleptik tedavi görmüş hastalardan oluşan eşleştirilmiş kontrol grubu arasında BT taramasında hiçbir fark bulamadılar. Her iki grup da kronik hastalardı (ortalama süre 33,5 yıl) ve uzun yıllar nöroleptik tedavi görmüşlerdi. Famuyiwa, Eccleston, Donaldson ve Garside (1979), TD'li ve TD'siz şizofreni hastalarında BT taramasında 'serebral atrofi' bulmuş ve ayrıca özellikle TD hastalarında, kontrollerle karşılaştırıldığında 'demans' oranında artış' tespit etmişlerdir. Withers ve Hinton ve Inglis Eşleştirilmiş İlişkilendirme Öğrenme Testi'nde 'zihinsel işlev bozukluğunda artış' bulmuşlardır. Golden, Moses, Zelazowski, Graber, Zatz, Horvath ve Berger (1980), nöroleptik tedavi gören şizofreni hastalarında BT taramasında 'beyin atrofisi' bulmuş ve bunu Luria-Nebraska grubundaki 'zihinsel işlev bozukluğuyla' ilişkilendirmişlerdir.
DeMeyer, Gilmore, DeMeyer, Hendrie, Edwards ve Franco (1984), 'üçüncü ventrikül boyutunun, hem hastalık süresi hem de nöroleptik tedavi süresiyle ilişkili olduğunu' bulmuşlardır. İkinci bir çalışmada, DeMeyer, Gilmore, Hendrie, DeMeyer ve Franco (1984), ventrikül boyutundan ziyade beyin dokusu yoğunluğunun ölçümlerine ilişkin BT literatürünü incelemiş ve ilaç tedavisi gören şizofrenik hastalarda 'yoğunluk kaybı' olduğunu gösteren birkaç çalışma bulmuşlardır. Kendi araştırmalarında, nöroleptik tedavi gören şizofrenik hastalarda, ilaç kullanmayan hastane kontrollerine kıyasla 'yoğunluk kaybı ve psikolojik testlerle ölçülen zihinsel bozuklukla doğrudan bir korelasyon' bulmuşlardır.
Lawson, Waldman ve Weinberger (1988), BT ve WAIS ve Halstead-Reitan dahil nöropsikolojik testler kullanan yirmi yedi şizofreni hastasını incelemiştir. Hastaların on ikisinde genişlemiş ventriküller veya kortikal atrofi bulmuşlardır. Çalışmaları, 'psikolojik testlerdeki bilişsel bozukluk ile beyin hasarı arasında önemli bir korelasyon olduğunu' ortaya koymuştur. Beyin anormallikleri olan hastaların 'hastalık süreleri' ortalama dokuz yıldan uzundu ve nöroleptiklere ve diğer psikotrop ilaçlara uzun süre maruz kalmışlardı. Diğer çalışmalarda olduğu gibi, hasar ile şizofrenik patolojinin derecesi arasında bir korelasyon bulunamamıştır. Yine 1988'de Shelton, Karson, Doran, Pitkar, Bigelow ve Weinberger, şizofreni hastalarında 'prefrontal atrofi' bulmuşlardır.
Şimdiye kadar serebral atrofiyi gösteren neredeyse tüm çalışmalar, nöroleptiklerle ve bazen de elektroşok ve diğer beyin fonksiyonlarını engelleyen tedavilerle yoğun şekilde tedavi gören hastaları içeriyordu. (Elektroşok kaynaklı beyin hasarının bir incelemesi için bkz. Breggin, 1979). Nispeten genç ve nispeten tedavi görmemiş hastaları değerlendiren iki çalışma, genişlemiş ventriküller bulmuş, ancak birkaç çalışmada bu bulguya rastlanmamıştır. Weinberger, DeLisi, Perman, Targum ve Wyatt (1982), "ilk epizod şizofreniform bozukluklar"ın otuz beşinden yedisinde (35/7)(%20) genişlemiş ventriküller bildirmiştir.
Anormallikleri olan bu yedi hastadan beşinin,(7/5) nöroleptik ilaçlara ilk maruziyetlerinden sonraki iki hafta içinde, diğer ikisinin ise dört hafta içinde taramaları yapılmıştır. Çalışma, kronik şizofreni hastalarında da benzer bir 'ventriküler genişleme oranı' bulmuştur (on yedi hastadan dördü (17/4) veya %23,5). Deney grubundaki on iki hastaya "organisite" şüphesiyle BT taraması yapılmıştı. Bu durum, grubun yapısı hakkında soru işaretleri doğurabilirdi, ancak on iki hastadan yalnızca birinde (12/1) genişlemiş ventriküller vardı. Ventriküler genişleme ile tedavi veya hastalık süresi arasında bir ilişki yoktu. Araştırmacılar, BT kriterlerini "MSS anormalliğine işaret eden" olarak nitelendirdiler.
Schulz, Koller, Kishore, Hamer, Gehl ve Friedel (1983), on iki şizofreni hastası ve üç şizofreniform hastası da dahil olmak üzere 15 genç hastayı incelemiştir. Hastalar iki yıldan az bir süredir hastaydı. On beş hastadan sekizinde (15/8) genişlemiş ventriküller tespit edilmiştir. Hastaların onu (10) daha önce hiç nöroleptik kullanmamış ve bunlardan altısında (6) genişlemiş ventriküller vardı. Weinberger ve ark. (1982) çalışmasında olduğu gibi, tedavi süresi veya hastalık ile BT anormallikleri arasında bir ilişki bulunamamıştır. Yukarıdaki iki çalışma, 'tedavi edilmemiş hastalarda, genişlemiş ventriküllerin bulunduğuna ve bu nedenle anormalliklerin ilaçlardan kaynaklanmadığına' dair kesin kanıt olarak sıklıkla gösterilmektedir. İleride daha kapsamlı bir tartışma olacağı öngörülerek, üç noktaya değinilebilir.
İlk olarak, genç şizofreni hastaları üzerinde yapılan diğer çalışmalarda anormal BT bulgularına rastlanmamıştır. Tanaka, Hazama, Kawahara ve Kobayashi (1981), 21-40 yaş arası otuz iki (32) hastada genişlemiş ventriküller veya kortikal atrofi bulmazken, 41-60 yaş arası hastalarda anormallik tespit etmişlerdir. Benes, Sunderland, Jones, LeMay, Cohen ve Lipinski (1982), ortalama hastalık süresi 1,1 yıl olan bir grupta herhangi bir anormallik tespit etmemişlerdir. Jernigan, Zatz, Moses ve Cardellino (1982), 23 ila 58 yaş aralığındaki bir grupta herhangi bir anormallik tespit etmemişlerdir. Lacono, Smith, Moreau, Beiser, Fleming, Lin ve Flak (1988), ilk psikotik atak geçiren 85 bireyi incelemişlerdir. Yaşları 15 ila 40 arasında değişmekteydi. Lateral ventriküllerde ve sukkal genişlemede herhangi bir artış gözlenmemiştir ve bu nedenle Weinberger ve ark (1982) ile Schulz ve ark (1983) tarafından elde edilen bulgular doğrulanmamıştır. Yazarlar, hastalarında 'üçüncü ventrikülde, açıklanamayan bir genişleme' bulmuşlardır ve bunu şizofreniye bağlayabileceklerini düşünmemişlerdir.
İkinci olarak, iki çalışmadaki toplam hasta sayısı azdır ve sadece on (10) hasta nöroleptiklere hiç maruz kalmamıştır. (Schulz ve ark., 1983). Üçüncüsü, ventriküler genişleme (/genişlemiş ventriküller) ve serebral atrofi ile ilişkili, bazen demansa yol açan bir bozukluğun, ilerleyici olma olasılığı yüksektir. Weinberger ve ark.'nın (1982) ilk atak şizofreniform hastalarda ve kronik şizofreni hastalarında benzer oranlar bulması olası görünmemektedir. Daha sık olarak, çalışmalar daha uzun süreli tedavi ve hastalığa maruz kalan hastalarda 'oranların arttığını' göstermiştir. Weinberger ve ark.'nın (1982) tüm hastaları ve Schulz ve ark.'nın (1983) beşte biri (5/1) şizofreniformdu. Bu tanı, hastaların altı ay veya daha kısa süreli bir akut atak geçirip kötüleşme ve tekrarlama yaşamadığı anlamına gelir. Genişlemiş ventrikülleri içeren bir MSS patolojisinin, iyi sonuç veren bu kısa süreli bozukluğa neden olması özellikle düşük bir olasılık gibi görünmektedir.
Nyback, Weisel, Berggren ve Hindmarsh (1982) tarafından yapılan bir çalışma, 'zaman zaman nispeten genç ve tedavi görmemiş hastaların genişlemiş ventriküller ve beyin atrofisinden muzdarip olduğunu' gösterdiği şeklinde alıntılanmaktadır. Makalenin özetinde, katılımcılar "akut psikozlu nispeten genç hastalar" olarak tanımlanmıştır (s. 403). Ancak, "nispeten genç" ifadesinin genellikle 'birden fazla hastaneye yatışı olan kırk beş (45) yaşın altındaki hastalar' anlamına geldiği ortaya çıkmıştır.
Benzer şekilde, "akut psikoz" ifadesi ilk atağı değil, yalnızca 'hastaların, çalışma sırasında gerçekten psikotik olduklarını' göstermektedir. Son zamanlarda, manyetik rezonans görüntüleme (MRG), beyin dokusu yoğunluğunu belirlemek için BT taramasının yerini almaya başlamıştır. Kelsoe, Cadet, Pickar ve Weinberger tarafından 1988 yılında yapılan bir MR çalışması, birçok BT çalışmasındaki genel bulguları doğrulamaktadır.
Andreasen ve meslektaşları tarafından yayımlanmamış bir çalışma da aynı şeyi söylüyor. (Andreasen, 1988'de alıntılanmıştır). Kelsoe ve ark. (1988) tarafından incelenen sekiz çalışmada, birkaçı hiçbir anormallik göstermezken, çoğunluğu çeşitli tutarsız anormallikler gösterdi.
Ancak, çalışmaların ağırlığı, 'nöroleptik tedavi gören şizofreni hastalarının beyinlerinde, atrofi bulgusuna doğru eğilim' göstermektedir. Şaşırtıcı bir şekilde, BT taraması bulgularını TD varlığıyla ilişkilendirmeye çalışan çok az çalışma vardır. Bartels ve Themelis (1983), TD hastalarının 'bazal ganglionlarında anormallikler' bulmuşlardır; ancak genel olarak sonuçlar karışık ve kesin değildir. (bkz. Goetz ve van Kammen, 1986).
Son zamanlarda pozitron emisyon tomografisi (PET taraması), beynin çeşitli bölgelerindeki 'metabolizma hızını ve kan akışını' ölçmek için kullanılmaktadır. Bu cihaz, işlev bozukluğunu, belirgin bir patoloji olarak ortaya çıkmadan önce tespit edebilir. En eski çalışmalardan bu yana, 'nöroleptik tedavi gören şizofreni hastalarının frontal loblarında ve frontal kortekslerinde hipoaktiviteye' dair tutarlı bulgular mevcuttur. (Buchsbaum, Ingvar, Kessler, Waters, Cappelletti, van Kammen, King, Johnson, Manning, Flynn, Mann, Bunney ve Sokoloff, 1982; Farkas, Wolf, Jaeger, Brodie, Christman ve Fowler, 1984; Wolkin, Angrist, Wolf, Brodie, Wolkin, Jaeger, Cancro ve Rotrosen, 1988 [Andreasen, 1988'de incelenmiştir]; Wolkin, Jaeger, Brodie, Wolf, Fowler, Rotrosen, Gomez-Mont ve Cancro, 1985). Ancak, tüm raporlar frontal hipoaktivite bulgusunu doğrulamamaktadır. (Gur, Resnick, Alavi, Gur, Caroff, Dann, Silver, Saykin, Chawluk, Kushner ve Reivich, 1987; Gur, Resnick, Gur, Alavi, Caroff, Kushner ve Reivich, 1987). BT taramalarında atrofi ile tutarlı bir korelasyon bulunamamıştır. Her çalışmada, hastaların PET taramaları için geçici olarak çıkarılmadan önce uzun süreli nöroleptik tedavi geçmişleri vardı.
PET, nöroleptiklerin 'dopamin nörotransmitter sistemini bloke ederek işlev bozukluğuna' neden olduğu bilinen 'beynin, belirli bölgelerini incelemek' için kullanılmıştır; bunlara bazal gangliyonlar da dahildir (ileriye bakınız). Çeşitli çalışmalar, nöroleptik tedavi gören hastaların 'bazal gangliyonlarında, dopaminle ilişkili anormallikler gelişebileceğini' göstermektedir. (Farde, Wiesel, Halldin ve Sedvall, 1988).
Tedavi görmemiş şizofreni hastalarında yapılan PET çalışmaları çelişkili sonuçlar vermiştir (Andreasen, 1988 tarafından incelenmiştir). İlaç kullanmayan hastaları içeren bir PET çalışmasında frontal hipoaktivite bulunmamıştır. (Sheppard, Oruzelier, Manchanda, Hirsch, Wise, Frackowiak ve Jones, 1983). Çalışmaya, daha önce hiç nöroleptik almamış altı (6) hasta ve 1 ila 4 tek doz almış dört (4) hasta olmak üzere bir düzine hasta dahil edilmiştir. Ne PET, ne MRI ne de BT tarama çalışmaları, nöroleptik tedaviden önce 'beyin anormalliklerinin' varlığı konusunda henüz kesin bir sonuca varamamıştır.
Özellikle yaşam boyu nöroleptik alımını değerlendirmek amacıyla bir BT tarama projesi geliştirilmiştir. Lyon, Wilson, Golden, Graber, Coffman ve Bloch (1981), yaşam boyu alım ile beynin 'arka kadranlarının küçülmesi' arasında bir korelasyon bulmuş, ancak ön kadranlarda bu korelasyon görülmemiştir. Çalışmada nispeten küçük bir örneklem grubu (on altı (16) hasta) yer almaktadır; ancak bir ön çalışma olarak, büyük ölçüde ihmal edilmiş bir araştırma alanına işaret etmektedir.
Özetle, PET, MRI ve BT taramalarından elde edilen artan radyolojik kanıtlar, nöroleptik tedavi gören şizofreni hastalarında kronik beyin disfonksiyonu (PET taramaları) ve beyin atrofisi (MR ve BT taramaları) varlığını doğrulamaktadır. İlgili BT tarama çalışmalarının toplam sayısının 90'ın üzerinde olduğu tahmin edilmektedir (Kelsoe, Cadet, Pickar ve Weinberger, 1988) ve bunların çoğu 'hasarı' göstermektedir. Diğer çalışmalar, yaşam boyu toplam nöroleptik alım miktarını da hesaba katmaktadır (DeMeyer, Oilmore, DeMeyer ve ark. , 1984; Lyon ve ark. , 1981), ancak bu sıklıkla tekrarlanan bir bulgu değildir.
Hastaların BT taramalarında, hastalıklarının ve tedavilerinin 'erken dönemlerinde 'anormallik' gösterme eğiliminde olmadıklarına' ; ancak hastalığın ve tedavinin 'ilerleyen dönemlerinde, anormalliklerin daha sık görüldüğüne' dair bazı belirtiler vardır. TD'de serebral atrofi veya diğer anormalliklerin sürekli bulunup bulunmadığını belirlemek için yeterli veri yoktur, ancak bazı araştırmacılar 'serebral korteksin etkilendiğine dair elektroensefalografik kanıtlar' bulmuşlardır. (Koshino, Hiramatsu, Isaki ve Yamaguchi, 1986).
Yayımlanmış serilerde, ilaç tedavisi gören şizofreni hastalarının BT taramasında atrofi oranı sıfırdan %50'nin üzerine kadar değişmektedir. Herhangi bir hasta grubu için bir yaygınlık oranı belirlemek henüz erkendir, ancak bildirilen oranlar önemlidir ve genellikle %10-40 aralığındadır. Andreasen (1988) yakın zamanda literatürü incelemiş ve kontrol ortalamasından iki standart sapma daha büyük kriterini kullanarak %6-40 gibi oldukça benzer bir aralık bulmuştur. Andreasen, 'hastalığın şiddeti ve süresi arttıkça, daha yüksek oranların bildirildiğini' belirtmiştir. Bu durum aynı zamanda nöroleptiklerle tedavinin süresi ve yoğunluğuyla da ilişkilidir.
İncelediğimiz BT tarama çalışmalarının birçoğu, atrofi ile 'kalıcı bilişsel eksiklikler veya aşikar demans' arasında bir korelasyon bulmuştur. (DeMeyer, Gilmore, Hendrie ve ark. , 1984; Famuyiwa ve ark. , 1979; Golden ve ark. , 1980; Johnstone ve ark. , 1976; Lawson ve ark. , 1988). Bu materyal daha sonra incelenecektir.
-Kalıcı bilişsel eksiklikler ve tardif diskinezi için klinik çalışmalar ve nöropsikolojik testler...
Nöroleptik tedaviyle ilişkili zihinsel bozulmaya dair kanıtlar artmaktadır. Daha önceki bir inceleme (Breggin, 1983), TD'li birçok hastanın, aynı zamanda 'ciddi zihinsel bozulmadan da muzdarip olduğunu' ortaya koymuştur. (örneğin, Edwards, 1970; Hunter, Earl ve Thornicroft, 1964; Rosenbaum, 1979). Çalışmaların çoğu bu ilişkiyi makale içinde belirsizliğe ittiği için, veriler genellikle tablolardan ve dipnotlardan ayıklanmak zorunda kalmıştır. Diğer çalışmalar ise, herhangi bir kanıt olmaksızın, 'beyin hasarının, TD'den önce başlamış olması gerektiği' sonucuna varmıştır.
Ivnik (1979), Mayo Clinic'teki birçok TD hastasının, 'bunama' hastası olduğunu gözlemlemiş ve bir vakayı 'nöroleptik tedavinin sonlandırılmasından önce ve sonra bir dizi nöropsikolojik test kullanarak' ayrıntılı olarak inceleyerek sorunu araştırmaya karar vermiştir. Ivnik, Mayo Clinic'teki TD hastalarında sıklıkla gözlemlenen 'bunamanın kalıcı olmadığı' görüşünü savunmuştur; bu vaka, ilacın kesilmesiyle kısmen iyileşme eğilimindeydi. Ancak, etken madde ortadan kaldırıldıktan sonra demansta 'tam iyileşme olmaksızın' kısmi bir iyileşme beklenir. Hastanın psikolojik testlerinde ciddi ve kalıcı zihinsel bozukluğu devam etmiştir.
Ulusal bir araştırma projesi, sokak uyuşturucuları da dahil olmak üzere çoklu ilaç kullanımının neden olduğu beyin işlev bozukluğunu değerlendirdi. (Daha detaylı bir analiz için bkz. Breggin, 1983). Halstead-Reitan kullanılarak yapılan çalışma, beklenmedik bir şekilde şizofreni hastalarında genel beyin işlev bozukluğu ile toplam yaşam boyu psikiyatrik ilaç tüketimi arasında anlamlı bir korelasyon ortaya çıkardı. (Grant, Adams, Carlin, Rennick, Judd, Schooff ve Reed, 1978; Grant, Adams, Carlin, Rennick, Lewis ve Schooff, 1978).
Nöroleptik tedavi gören hastaların dörtte birinden fazlasında 'kalıcı beyin işlev bozukluğu' görüldü. İstatistiksel analiz, kronik beyin işlev bozukluğunu ,şizofreniden ziyade yaşam boyu nöroleptik alımıyla ilişkilendirdi: "Nöropsikolojik anormallik, daha fazla antipsikotik ilaç deneyimiyle ilişkiliydi". (Grant, Adams, Carlin, Rennick, Lewis ve Schooff, 1978, s. 1069). Gerçekten de nöroleptik kullanmak yerine sokak uyuşturucularını kötüye kullanan şizofreni hastalarında, şizofreni ile beyin işlev bozukluğunun artması arasında bir ilişki görülmedi. Hastaların hiçbiri beş yıldan uzun süredir nöroleptiklere maruz kalmamıştır.
Mesleki bir toplantıda sunulan makalenin yayımlanmamış bir versiyonunda (Grant, Adams, Carlin, Rennick, Judd ve Schooff, 1978), yazarlar tardif diskinezi ile bilişsel eksiklikler arasındaki bağlantıyı vurgulamış ve sonuç cümlelerinde şu uyarıda bulunmuşlardır: "Antipsikotik ilaçların aşırı tüketimlerinin genel serebral disfonksiyona neden olma olasılığı açısından incelenmeye devam edilmesi gerektiği de açıktır." (s. 31)
Genel Psikiyatri Arşivleri'nde (Archives of General Psychiatry) yayımlanan versiyon (Grant, Adams, Carlin, Rennick, Lewis ve Schooff, 1978), nöroleptik kullanımına bağlı uzun vadeli bilişsel eksiklikler olasılığı konusunda uyarıda bulunmuş, ancak bu uyarı daha az tehditkâr bir dille yapılmıştır.
Ancak, tehlike Amerikan Psikiyatri Dergisi (American Journal of Psychiatry) versiyonundan tamamen çıkarılmıştır. (Grant, Adams, Carlin, Rennick, Judd, Schooff ve Reed, 1978). Şizofreni ile yanıltıcı ilişki vurgulanmış ve psikiyatrik ilaç kullanımının yaygınlığıyla daha önemli olan ilişki, istatistiksel analizde gözden kaçırılmıştır. Nöroleptik kullanımına bağlı bilişsel eksiklikler hakkındaki çeşitli uyarılar çıkarılmıştır. Bu, 'hayati bilgilerin mesleğe ve kamuoyuna ulaşmasını engellemeye yönelik başarılı bir girişimin parçası' gibi görünmektedir. Nöroleptiklerden kaynaklanan 'beyin hasarı ve işlev bozukluğu' tartışmasında, atıfta bulunulan çalışmaları hiç görmedim.
Daha yakın zamanda, hastanede yatan ve ilaç tedavisi gören hastalar üzerinde yapılan bir klinik çalışmada, birçok hastanın kronik organik beyin sendromuna özgü 'zihinsel gerileme' yaşadığı tespit edilmiştir. (Wilson, Garbutt, Lanier, Moylan, Nelson ve Prange, 1983). Zihinsel anormallikler, AIMS'de ölçülen TD semptomlarıyla pozitif korelasyon göstermiştir. Ayrıca, nöroleptik tedavinin süresi, üç demans ölçütüyle - dengesiz ruh hali, yüksek sesle konuşma ve öfori - korelasyon göstermiştir.
Yazarlar şöyle demiştir: "Bizim hipotezimiz, şizofreni hastalarında zaman içinde gözlemlenen bazı davranış değişikliklerinin, tardif diskinezinin davranışsal eşdeğerini temsil ettiğidir; biz buna tardif dismansi (tardive dysmentia) diyeceğiz." (s. 188) Ancak, bu semptomlar genellikle birçok çalışmada bulunan bilişsel eksiklikleri de içeren daha kapsamlı bir organik beyin sendromunun parçasıdır ve tardif demans terimi daha uygun görünmektedir. Literatürde, belki de bir örtmece arayışında olan eğilim, tam gelişmiş bir "bunama sendromu" tanımlandığında bile tardif dismansi terimini kullanmak olmuştur.
Ayrıca, Şizofreni Bülteni, nöroleptiklerin neden olduğu "tardif dismansi"yi tartışan yorumlar içeren birkaç makale yayınlamıştır. (Goldberg, 1985; Jones, 1985; Mukherjee, 1984; Mukherjee ve Bilder, 1985; Myslobodsky, 1986).
Jones, bu tür ilaçların neden olduğu iki tür kalıcı beyin hasarı arasında ayrım yapmıştır: biri apatiye, diğeri öforiye neden olur. Goldberg de benzer bir mantık yürütmüş ve literatürü incelemiştir.
Beyin atrofisi üzerine yapılan birçok BT taraması çalışmasının, nöropsikolojik testlerde 'bilişsel kayba' dair ek bulgular bildirdiğini daha önce belirtmiştik. Ancak; bu korelasyon tamamen tutarlı değildir. (Goetz ve van Kammen, 1986). Zec ve Weinberger (1986) konuyu ayrıntılı olarak incelemiştir. Johnstone'un Withers ve Hinton Testi'ni kullanarak, BT taraması anormallikleri ile zihinsel işlev bozukluğu arasındaki ilk pozitif korelasyon, daha sonraki bazı çalışmalar tarafından doğrulanmamıştır. Ancak, beyin hasarı ve işlev bozukluğunu tespit etmede en hassas testler arasında kabul edilen Luria-Nebraska ve Halstead-Reitan testleri, ventriküler genişleme ile nöropsikolojik eksiklikler arasında bir ilişki olduğunu gösterme eğilimindedir. Genel olarak, eğilim kesinlikle BT taraması atrofi indeksleri ile 'kalıcı bilişsel işlev bozukluğu ve demans nöropsikolojik indeksleri' arasında bir korelasyona doğru ilerlemektedir.
Wilson ve ark. (1983) çalışmalarına ek olarak, çeşitli çalışmalar TD semptomları ile yaygın zihinsel işlev bozukluğu arasında bir ilişki olduğunu bildirmiştir. Itil, Reisberg, Huque ve Mehta (1981), TD hastalarında şiddetli organiklik gösteren bir klinik profil bulmuşlardır. Waddington ve Youssef (1986), TD ile 'zihinsel gerilik, künt duygulanım ve konuşma yoksulluğu' arasında bir korelasyon bulmuş, ancak bunu altta yatan şizofreniye bağlamışlardır. Struve ve Willner (1983), TD hastalarında, TD'si olmayan nöroleptik tedavi gören kontrollere kıyasla 'soyut muhakeme yeteneğinde bir kayıp' bulmuştur. Afektif bozukluk ve TD'si olan hastalar üzerinde yapılan bir çalışmada, Wolf, Ryan ve Mosnaim (1982), demans bulgularına ulaşmışlardır: "IQ puanları nispeten sağlam olsa da, anlık hafıza ve yeni öğrenme becerileri görevlerini yerine getirmede önemli bir bozulma, Huntington koresi hastalarının araştırma bulgularına benzerdir". (s. 477) DeWolfe, Ryan ve Wolf (1988), hafıza bozukluğu da dahil olmak üzere bilişsel eksiklikler ile yüz tardif diskinezisi arasında güçlü bir korelasyon bulmuşlardır. Yüz diskinezisi olan hastalarda eksiklik derecesinin, yaşam boyu toplam nöroleptik alımıyla ilişkili olduğunu öne sürmüşlerdir.
Wade, Taylor, Kasprisin, Rosenberg ve Fiducia (1987), Huntington ve Parkinson hastalıklarının, bilişsel bozuklukların gelişimi de dahil olmak üzere, tardif diskinezi için bir model oluşturabileceğini belirtmişlerdir. (Benzer tartışmalar için ileriye, Koshino ve ark., 1986; ve Breggin, 1983'e bakınız). Tardif diskinezisi olan 54 manik veya şizofreni hastasını incelediler. Parkinson ve Huntington hastalarında bilişsel eksiklikleri gösteren çeşitli testler kullanarak, tardif diskinezi vakalarında benzer bilişsel bozukluklar buldular. Daha şiddetli TD'si olan bireylerde daha şiddetli bilişsel kayıplar vardı. Tardif diskinezinin, daha büyük bir "kronik nöroleptik kaynaklı nörotoksik sürecin" bir ifadesi olduğu sonucuna vardılar. (s. 395).
Gualtieri ve meslektaşlarının raporları (Gualtieri ve Barnhill, 1988; Gualtieri, Quade, Hicks, Mayo ve Schroeder, 1984; Gualtieri, Schroeder, Hicks ve Quade, 1986), birçok kurum bakımı altındaki çocuk ve genç yetişkinin nöroleptik ilaçları bıraktıktan sonra psikiyatrik semptomlarında 'kötüleşme dönemi geçirdiğini' göstermiştir. Bu durum, şizofrenik bir sürecin komplikasyonu olmayan gelişimsel engelli hastalarda görülür.
Araştırmacılar, yoksunluk sorunlarını, ilaca bağlı bir bunama sürecine bağlamaktadır. Bazı hastalar ilaçsız kaldıklarında 'durumları stabilize' olur veya iyileşirken, bazıları ilaçlar nedeniyle kalıcı olarak kötüleşmiş gibi görünmekte ve yetişkin vakalarda olduğu gibi, ilaca bağlı semptomlarını kontrol altına almak için daha fazla ilaca ihtiyaç duymaktadır.
Gualtieri ve Barnhill (1988), çeşitli açıklamaları tartışmakta ve en olası hipotezin nöroleptiklerin üst düzey zihinsel işlevleri bozduğu sonucuna varmaktadır. "Bu soruyu ele alan hemen hemen her klinik araştırmada, TD hastalarının TD olmayan hastalara kıyasla demans açısından daha fazla risk taşıdığı bulunmuştur" diye belirtiyorlar. (s. 149).
Demansın, TD'de de görülen bazal gangliyon hasarından kaynaklandığına inanıyorlar. (aşağıya bakınız). Gualtieri ve Barnhill, "nöroleptik tedavinin, bu alandaki aydınlanmış uygulayıcılar tarafından olağanüstü bir müdahale olarak görüldüğünü" (s. 137) ve bunun ciddi bir gerekçelendirme gerektirdiğini belirtiyorlar.
"Özetle, ikna edici bir literatür, 'nöroleptiklerle uzun süreli tedavi gören' hastalarda 'kalıcı bilişsel eksiklikler ve demans geliştiğini' göstermektedir."
TD hastalarında, beyindeki yüksek merkezlerde hasara dair bir başka klinik kanıt kaynağı daha vardır: TD hastalarında inkar veya anosognoziye dair klinik raporlar. Literatür taraması, tardif diskinezi hastalarının çoğunun 'semptomlarından şikayet etmediğini ve hatta bunlarla karşı karşıya kaldıklarında varlıklarını kabul etmeyi reddettiğini' ortaya koymuştur." (Alexopoulos, 1979; Breggin, 1983; DeVeaugh-Geiss, 1979; Smith, Kuchorski, Oswald ve Waterman, 1979; Wojcik, Gelenberg, LaBrie, Mieske, 1980). Myslobodsky, Tomer, Holden, Kempler ve Sigol (1985), TD hastalarının %88'inin "istemsiz hareketleriyle ilgili olarak tamamen kayıtsız veya anosognozili" olduğunu bulmuşlardır. (s. 156). Çalışma ayrıca bu hastalarda bilişsel eksikliklere dair bazı belirtiler de buldu. Myslobodsky (1986), TD hastalarının %95'inde "duygusal kayıtsızlık veya anormal hareketlerde belirgin anosognozi" (s. 1) olduğunu bildirmiştir.
En olası nedenin, "muhtemelen dopaminerjik devrelerdeki nöroleptik kaynaklı bir eksiklikten kaynaklanan, bunama bozukluğuyla ilişkili bir tür bilişsel gerileme" olduğu sonucuna varmıştır. (s. 4). Myslobodsky'nin öne sürdüğü gibi, 'beyin işlev bozukluğunun 'belirgin semptomlarının' inkar edilmesi, beynin en yüksek merkezlerinde kronik hasarın' açık bir işareti olabilir. Örneğin, alkolizm (Wernicke ensefalopatisi) veya frengi kaynaklı ciddi beyin hastalıklarında görülür.
Genel olarak, nöroleptiklerin uzun süreli kullanımının, önemli ancak henüz belirlenemeyen bir hasta yüzdesinde kalıcı bilişsel eksikliklere ve bunamaya neden olduğu veya bunlarla güçlü bir şekilde ilişkili olduğu ve tardif diskinezi hastalarının, - belki de vakaların çoğunda -, özellikle etkilendiği' yönünde kanıtlar artmaktadır.
-Tardiv (geç) psikoz (Tardive psychosis)...
"Nöroleptik İlaçlarla İlişkili Beyin Hasarı, Demans (bunama) ve Kalıcı Bilişsel İşlev Bozukluğu: Kanıtlar, Etiyoloji, Sonuçlar (2)
Özet... Kuzey Amerika'da her yıl birkaç milyon kişi nöroleptik ilaçlarla (majör sakinleştiriciler veya antipsikotikler) tedavi edilmektedir. Bu hastaların büyük bir yüzdesi, 'istemli kasların anormal hareketleriyle karakterize kronik bir nörolojik bozukluk' olan 'tardif diskinezi' geliştirmektedir. Vakaların çoğu kalıcıdır ve bilinen bir tedavisi yoktur.
Nöroleptiklerin beynin en yüksek merkezlerine de zarar vererek 'kronik zihinsel işlev bozukluğu, tardif demans ve tardif psikoza' yol açtığına dair kanıtlar artmaktadır. Bu ilaç etkileri, tardif diskinezinin 'zihinsel bir eşdeğeri' olarak kabul edilebilir. İlgili veriler 'insan otopsilerinden, beyin görüntülemelerinden (BT, MR ve PET taramaları), nöropsikolojik testlerden ve klinik araştırmalardan' elde edilmiştir.
Nöroleptiklerin beynin daha yüksek merkezlerine zarar verebileceği, bilinen nörotoksisiteleri ve nörofizyolojik etkileri, 'hayvan otopsileri ve Huntington koresi ve letarjik ensefalit' gibi nöroleptik etkileri taklit eden hastalıklarla yapılan karşılaştırmalarla doğrulanmıştır. Hastalar ve halk, hem tardif diskinezi hem de tardif demansın tehlikeleri konusunda bilgilendirilmelidir. Akıl sağlığı uzmanları, nöroleptiklerin kullanımını ciddi şekilde sınırlamalı ve bu tehlikeli maddelere daha güvenli ve daha iyi alternatifler geliştirmelidir.
Giriş...
Nöroleptikler, aynı zamanda majör sakinleştiriciler veya antipsikotikler olarak da bilinir ve psikiyatride en yaygın kullanılan ilaçlar arasındadır. Yalnızca Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada'da, milyonlarca yetişkin ve çocuk bu ilaçları 'genel hastanelerde, özel ve kamu akıl hastanelerinde, pansiyon ve bakım evlerinde, gelişimsel engelliler kurumlarında, huzurevlerinde, hapishanelerde, kliniklerde ve özel muayenehanelerde' almaktadır. Bu ilaçlar çoğunlukla şizofreni veya mani teşhisi konmuş hastalar için önerilse de, aslında yaygın olarak bir 'sosyal kontrol yöntemi' olarak kullanılmaktadır. Birçok kurumda, mahkumların çoğu bu ilaçları almaktadır. (Breggin, 1983).
Nöroleptiklerin, önemli sayıda hastada, büyük ölçüde 'geri döndürülemez bir nörolojik hastalık olan tardif diskineziye neden olduğu' artık yaygın olarak kabul edilmektedir. Aynı ilaçların, beynin en yüksek merkezlerinde 'kalıcı hasara veya işlev bozukluğuna' yol açarak tardif demans ve tardif psikoz da dahil olmak üzere 'geri döndürülemez zihinsel ve duygusal bozukluklara' neden olabileceğine dair yeni kanıtlar birikmektedir.
Bu etkiler, tardif diskinezinin 'zihinsel eşdeğeri' olarak görülebilir. Nöroleptiklerin 'beynin en yüksek merkezlerinde neden olduğu hasara' ilişkin endişeler, on yıldan uzun süredir dile getirilse de (Marsden, 1976), konu ancak 1983 yılında derinlemesine incelenebilmiştir. (Breggin, 1983, s. 110-146). O zamandan beri, konuyla ilgili önemli miktarda kanıt yayınlanmıştır. Bu makalenin ilk bölümünde, nöroleptik tedavi gören hastalarda 'bilişsel eksiklikler, demans ve atrofiye' ilişkin kanıtları inceleyeceğim. İkinci bölümde ise 'etyolojiyi' inceleyeceğim.
Demans terimi, Zihinsel Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı'nda (üçüncü baskı, gözden geçirilmiş, Amerikan Psikiyatri Birliği [APA], 1987) [DSM-III-R] tanımlandığı şekilde kullanılacaktır: "Demansın temel özelliği, 'soyut düşünmede bozulma, yargılama bozukluğu, üst korteks işlevlerinde diğer bozukluklar veya kişilik değişikliği' ile ilişkili kısa ve uzun süreli hafıza bozukluğudur" (s. 103). DSM-III-R, "Tüm Organik Zihinsel Sendromlarda olduğu gibi, altta yatan organik bir etkenin her zaman varsayıldığı"nı belirtir (s. 103). Nöroleptik malign sendrom veya toksik psikozlar gibi 'beyin hasarına ve zihinsel işlevlerde bozulmaya' neden olabilen akut ilaç kaynaklı bozukluklar, nöroleptiklere kronik maruziyetle ilişkili giderek artan 'kalıcı beyin hasarı ve işlev bozukluğunu' ele alan bu makalede ele alınmayacaktır.
Akut şizofreni tedavisinde nöroleptiklere 'güvenmek' psikiyatride neredeyse evrensel bir durumdur ve çoğu psikiyatrist bu vakalarda ilk tedavi seçeneği olarak bunları kullanır. (örneğin, Nicholi, 1988; veya Talbott, Hales ve Yudofsky, 1988 gibi güncel psikiyatri ders kitaplarına bakınız). Kullanımlarına yönelik zaman zaman eleştiriler de yapılmıştır. (Breggin, 1983 [22]; Cohen ve Cohen, 1986; Mosher ve Burti, 1989).
Nöroleptiklerin, herhangi bir zihinsel bozukluk üzerinde 'spesifik bir iyileştirici etkisinin olmadığını ve kısmen limbik ve frontal lob yollarında dopamin nörotransmisyonunu bozarak 'kimyasal lobotomi' gerçekleştiren, spesifik olmayan beyni devre dışı bırakan (/beyin engelleyici) ajanlar olduklarını' belgeledim. (Breggin, 1983).
İlaçlar, bir rahatsızlığı tedavi etmez, bunun yerine 'duyguları yatıştırır, ilgisizlik veya duyarsızlık yaratır ve uysallığı güçlendirir.' Mosher ve Burti (1989), kontrollü bir çalışmada, 'ilk şizofreni atağı geçiren hastaların neredeyse tamamının... nöroleptikler olmadan, nöroleptiklerle olduğundan daha başarılı bir şekilde tedavi edilebileceğini' göstermiştir.
DSM- III veya DSM-III-R'ye dayanan şizofreni ve şizofreniform gibi terimler, incelenen çalışmaların çoğunda büyük ölçüde çekincesizce kullanılmaktadır ve ben de iletişim kolaylığı için bu dili benimsedim. Bu sınıflandırmanın ardındaki birkaç temel varsayım - hastalık modeli de dahil olmak üzere - sözde tıbbi bir hastalık olan 'şizofreninin, bu hastaların beyinlerinde bulunan fiziksel bozukluklara neden olduğuna' inanma yönünde bir önyargı yaratmaktadır. Bu yerleşik önyargı, hasarın etyolojisini doğru bir şekilde değerlendirmemizi engellememelidir.
Benim görüşüme göre şizofreni ne genetik ne de fiziksel kökenlidir. (Breggin, basımda). Bu psikososyal olgu için halk arasında kullanılan 'delilik (madness)' terimi daha uygundur. Başka yerlerde alternatif açıklamalar önerdim. (Breggin, 1980d, basımda).
-İlaç tedavisi gören hastalarla ilgili çalışmalardan elde edilen kanıtlar...
-Arka plan: tardif diskinezi...
Hastaların büyük bir yüzdesinde, 'nöroleptik ilaçlar, tardif diskinezi [TD] adı verilen nörolojik bir bozukluğa' neden olur. Anormal istemsiz hareketlerle karakterize olan hastalık, birkaç hafta veya ay sonra kendini gösterebilir. Daha sıklıkla altı ay ila iki yıl veya daha uzun süreli tedaviden sonra gelişir. Vakaların çoğunda 'geri döndürülemez ve etkili bir tedavisi' yoktur. Erken teşhis edilir ve ilaçlar kesilirse, hastaların yaklaşık %20-50'sinde önemli ölçüde iyileşme veya toparlanma görülebilir. (APA, 1980). Ancak yakın tarihli bir raporda, 5 yıl boyunca takip edilen kalıcı TD'li hastaların %82'sinde genel olarak anlamlı bir değişiklik görülmediği, %11'inde iyileşme ve %7'sinde kötüleşme olduğu belirtilmiştir. (Bergen, Eyland, Campbell, Jenkings, Kellehear, Richards ve Beumont, 1989).
TD genellikle 'dil, dudaklar, ağız ve yanaklar' dahil olmak üzere 'yüzün kontrolsüz hareketleriyle' başlar; ancak hemen hemen her kas grubunda başlayabilir. En yaygın erken belirti, 'dilin titremesi veya kıvrılmasıdır.' Dil çıkıntıları ve çiğneme hareketleri de yaygındır ve dişlere zarar verecek kadar ciddi olabilir. 'Eller ve ayaklar, kollar ve bacaklar, boyun, sırt ve gövde' etkilenebilir. Gösterilen hareketler oldukça değişkendir ve 'kıvranma, tikler, spazmlar ve titremeleri' içerir. Kişinin yürüyüşü, ciddi şekilde bozulabilir. Daha ince işlevler etkilenebilir ve kolayca gözden kaçabilir: solunum (diyaframı içerir), yutma (farenks ve yemek borusu kaslarını içerir), öğürme refleksi ve konuşma. (Yassa ve Jones, 1985). Hareketlerin uyku sırasında kaybolması. Bazen irade gücüyle kısmen bastırılabilirler ve sıklıkla kaygıyla daha da kötüleşirler. Zaman zaman değişiklik gösterebilirler.
Birçok TD vakası nispeten hafif seyreder ve genellikle 'dil, ağız, çene, yüz veya göz kapaklarının hareketleriyle' sınırlıdır. Yine de, şekil bozukluğuna yol açar ve çoğu zaman utanç vericidir. Nadir görülen bir vaka tamamen sakat bırakıcıdır ve hastaların intihar ettiği bilinmektedir. (Yassa ve Jones, 1985). Tardif distoni ve tardif akatizi olmak üzere TD'nin iki ilişkili varyantı hakkında farkındalık artmaktadır. Tardif distoni, "genellikle yavaş olan ve uzuvları, gövdeyi, boynu veya yüzü etkileyebilen, sürekli istemsiz bükülme hareketlerini" içerir. (Burke, Fahn, Jankovic, Marsden, Lang, Gollomp ve Ilson, 1982, s. 1335). Kişinin normal aktivitelerini geçici olarak yapmasını engelleyen kramp benzeri, ağrılı spazmlara neden olabilir. Tardif akatizi, bireyi volta atma gibi huzursuz aktivitelere iten içsel bir gerginlik veya kaygı hissini ifade eder. (Jeste, Wisniewski ve Wyatt, 1986b).
TD'nin varlığının kabulü, 1973 yılında George Crane ve Amerikan Nöropsikofarmakoloji Koleji - Gıda ve İlaç Dairesi Görev Gücü tarafından yayınlanan raporlarla yaygınlaştı. Aynı yıl, Doktorların Masa Referansı (FDR, bkz. Torazin), 'kalıcı diskinezileri, nöroleptik yan etkiler' arasına dahil etmeye başladı ve psikiyatri literatürü bu tür raporlarla dolmaya başladı.
1980 yılında APA, Görev Gücü Raporu : Tardif Diskinezi'de (Task Force Report: Tardive Dyskinesia) hastalığın ayrıntılı bir analizini yayınladı. TD'nin 'nöroleptiklerle tedaviden kaynaklanan, ciddi, genellikle geri döndürülemez, tedavi edilemez ve oldukça yaygın bir hastalık olduğunu' açıkça ortaya koydu. Görev Gücü, rutin tedavide (birkaç aydan iki yıla kadar) TD yaygınlık oranını minimal hastalıktan daha yüksek olanlar için en az %10-20 olarak tahmin etti. Yaşlı ve kronik olarak maruz kalan hastalarda, minimal hastalıktan daha yüksek olanlar için oran en az %40 idi.
Yaşlı huzurevi hastaları üzerinde yapılan yakın tarihli bir çalışma, 'hastaların %41'inin yalnızca yirmi dört aylık bir süre içinde tardif diskinezi geliştirdiğini ve hiçbirinin tamamen iyileşmediğini' ortaya koydu. (Yassa, Nastase, Camille ve Belzile, 1988). Uzun süreli çalışmalarda, 'yaşlılarda kendiliğinden diskinezi görülme sıklığının %1-5 arasında olduğu' bulunmuş olmasına rağmen, ilaç tedavisi almayan kontrollerin hiçbirinde iki yıl boyunca kendiliğinden diskinezi gelişmedi.
Görev Gücü oranları ne kadar yüksek olursa olsun, bir dizi çalışma, özellikle 'yaygınlığın %50'yi aşabileceği yaşlı ve uzun süreli hastalarda oranların aslında daha da yüksek olabileceğini' göstermektedir. (bkz. APA, 1980, Tablo 9, s. 50 [5]; Breggin, 1983'te incelenmiştir). Ayrıca, literatürde, 'bilinmeyen nedenlerle, tardif diskinezi genel oranlarının son yıllarda arttığı' konusunda genel bir fikir birliği vardır (Jeste ve Wyatt, 1980, s. 27); bu, Görev Gücü rakamlarının, 'artan oranlar tarafından gölgede bırakıldığını' göstermektedir.
Genellikle daha yüksek yaygınlık tahminlerine bir istisna olarak, Jeste ve Wyatt (1982) yalnızca %13'lük bir yaygınlık oranı tahmin ettiler; ancak bu düşük tahmini, verilerde oldukça 'sıra dışı iki manipülasyon' yaparak elde ettiler.
İlk olarak, tüm minimal ve hafif vakaları hariç tuttular ve yalnızca orta ve şiddetli vakaları dahil ettiler (s. 22-23), ancak çoğu çalışma vakaların büyük çoğunluğunun aslında minimal veya hafif olduğunu göstermektedir. (APA, 1980, s. 45). Bu nedenle çoğu vakayı, değerlendirme dışı bıraktılar.
İkinci olarak, yazarlar, 'kalan vakaların dörtte birinin, ilaca bağlı diskinezileri olmadığını' varsaydılar (s. 32), ancak kendileri de 'ilaç öncesi dönemde diskinezi oranının, %0,5 kadar düşük olduğunu' gösteren çalışmalara atıfta bulundular (s. 16).
Verileri ciddi şekilde budamasalardı, Jeste ve Wyatt'ın verilerinden elde edilen yaygınlık oranları %25'i önemli ölçüde aşacaktı. Öte yandan, 'orta ve ağır düzeyde tedaviye bağlı nörolojik hastalıkta %13'lük bir oran bile iatrojenik bir felaket' oluşturmaktadır.
Çocuklar, gövde tutulumuyla birlikte duruş ve hareketi etkileyebilen özellikle öldürücü bir TD formuna karşı hassastır. (Breggin, 1983; Gualtieri ve Barnhill, 1988; Gualtieri, Quade, Hicks, Mayo ve Schroeder, 1984; Gualtieri, Schroeder, Hicks ve Quade, 1986). 1985 yılında Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), 'tüm nöroleptik reklamlarıyla bağlantılı olarak 'özel olarak ifade edilmiş bir uyarı şartı koyarak' alışılmadık bir adım' attı. ("Nöroleptikler", 1985). Aynı yıl, APA, eşi benzeri görülmemiş bir hamleyle, tardif diskinezinin tüm üyelerine yönelik tehlikeleri hakkında bir uyarı mektubu gönderdi. Çeşitli yazarlar, 'nöroleptik dönemden önce psikiyatri hastaları arasında diskinezi vakalarının bildirildiğini 'belirtmiştir.
Ancak, APA'nın Tardif Diskinezi Görev Gücü (1980, s. 47-48), Jeste ve Wyatt (1982, s. 15-20) ve diğerleri, TD sendromunun 'ilaç çağının bir ürünü olduğu' sonucuna varmışlardır.
"Tüm çağdaş psikiyatri ders kitaplarında 'TD, nöroleptiklerin neden olduğu bir hastalık' olarak kabul edilmektedir. (örneğin, Nicholi, 1988; Talbott, Hales ve Yudofsky, 1988)."
TD vakalarının toplam sayısını belirlemek zordur. Van Putten (bkz. Lund, 1989), yakın zamanda Amerika Birleşik Devletleri'nde 400.000 - 1.000.000 vaka tahmininde bulunmuştur. Benim tahminim daha yüksek olup, birkaç milyon civarındadır. (Breggin, 1983). Tardif diskineziyi 'yaygın bir salgın ve muhtemelen tarihin en kötü tıbbi felaketi' olarak adlandırmak abartı olmaz.
-Nöroleptiklerin neden olduğu, beynin 'en yüksek merkezlerinde' kalıcı veya sürekli hasar.
Limbik sistem ve frontal loblarda hasar ve buna bağlı 'kalıcı zihinsel işlev bozukluğu' şeklinde TD'nin 'daha yüksek beyin ve zihinsel işlev eşdeğerleri' olduğuna dair kanıtlar birikmektedir.
-Beyin görüntüleme çalışmalarından elde edilen beyin atrofisi ve ilişkili zihinsel eksiklikler...
Nöroleptik tedavi gören şizofreni hastalarında 'serebral atrofiyi' ölçmeyi amaçlayan en eski çalışmalardan birinde, Sabuncu, Sabacin, Saygill, Kumral ve Ornek (1977), genişlemiş ventrikülleri göstermek için pnömoensefalografi (PEG "pneumoencephalography") kullanmışlardır. Diğer PEG çalışmaları da benzer bulgular göstermiştir, ancak biz daha yeni ve daha gelişmiş beyin görüntüleme tekniklerine odaklanacağız. Neredeyse tamamı nöroleptik tedavi gören şizofreni hastalarının bilgisayarlı aksiyel tomografisini (BT taramaları) içeren birçok çalışmada, 'genişlemiş lateral ventriküller' ve bazen de 'genişlemiş sulkuslar' bulunmuştur; bu da 'beynin, küçüldüğünü veya atrofisini' göstermektedir. Ventriküller, kafatası sınırları içindeki 'doku küçülmesine' orantılı olarak genişleme eğilimindedir. Sulkuslar, 'serebral korteks' küçüldüğünde derinleşir veya genişler. Şizofreni hastalarında ilaç tedavisi uygulanan BT çalışmalarında en sık görülen bulgu lateral ventrikül genişlemesidir.
Johnstone ve meslektaşları (Johnstone, Crow, Frith, Husband ve Kreel, 1976; Johnstone, Crow, Frith, Stevens, Kreel ve Husband, 1978), şizofreni hastalarının BT taramalarında 'ventrikül boyutunun arttığını' gösteren ilk araştırmacılar arasındaydı. Ayrıca Withers ve Hinton Testi ve Inglis Eşleştirilmiş İlişkilendirme Öğrenme Testi'nde 'zihinsel bozukluk' buldular. Weinberger, Cannon-Spoor, Potkin ve Wyatt (1980) ve Weinberger, Torrey, Neophytides ve Wyatt (1979), neredeyse tamamı ilaç tedavisi görmüş şizofreni hastalarında 'ventrikül boyutunun arttığını' buldular.
Jeste, Wagner, Weinberger, Reith ve Wyatt (1980), TD grubu ile TD'si olmayan nöroleptik tedavi görmüş hastalardan oluşan eşleştirilmiş kontrol grubu arasında BT taramasında hiçbir fark bulamadılar. Her iki grup da kronik hastalardı (ortalama süre 33,5 yıl) ve uzun yıllar nöroleptik tedavi görmüşlerdi. Famuyiwa, Eccleston, Donaldson ve Garside (1979), TD'li ve TD'siz şizofreni hastalarında BT taramasında 'serebral atrofi' bulmuş ve ayrıca özellikle TD hastalarında, kontrollerle karşılaştırıldığında 'demans' oranında artış' tespit etmişlerdir. Withers ve Hinton ve Inglis Eşleştirilmiş İlişkilendirme Öğrenme Testi'nde 'zihinsel işlev bozukluğunda artış' bulmuşlardır. Golden, Moses, Zelazowski, Graber, Zatz, Horvath ve Berger (1980), nöroleptik tedavi gören şizofreni hastalarında BT taramasında 'beyin atrofisi' bulmuş ve bunu Luria-Nebraska grubundaki 'zihinsel işlev bozukluğuyla' ilişkilendirmişlerdir.
DeMeyer, Gilmore, DeMeyer, Hendrie, Edwards ve Franco (1984), 'üçüncü ventrikül boyutunun, hem hastalık süresi hem de nöroleptik tedavi süresiyle ilişkili olduğunu' bulmuşlardır. İkinci bir çalışmada, DeMeyer, Gilmore, Hendrie, DeMeyer ve Franco (1984), ventrikül boyutundan ziyade beyin dokusu yoğunluğunun ölçümlerine ilişkin BT literatürünü incelemiş ve ilaç tedavisi gören şizofrenik hastalarda 'yoğunluk kaybı' olduğunu gösteren birkaç çalışma bulmuşlardır. Kendi araştırmalarında, nöroleptik tedavi gören şizofrenik hastalarda, ilaç kullanmayan hastane kontrollerine kıyasla 'yoğunluk kaybı ve psikolojik testlerle ölçülen zihinsel bozuklukla doğrudan bir korelasyon' bulmuşlardır.
Lawson, Waldman ve Weinberger (1988), BT ve WAIS ve Halstead-Reitan dahil nöropsikolojik testler kullanan yirmi yedi şizofreni hastasını incelemiştir. Hastaların on ikisinde genişlemiş ventriküller veya kortikal atrofi bulmuşlardır. Çalışmaları, 'psikolojik testlerdeki bilişsel bozukluk ile beyin hasarı arasında önemli bir korelasyon olduğunu' ortaya koymuştur. Beyin anormallikleri olan hastaların 'hastalık süreleri' ortalama dokuz yıldan uzundu ve nöroleptiklere ve diğer psikotrop ilaçlara uzun süre maruz kalmışlardı. Diğer çalışmalarda olduğu gibi, hasar ile şizofrenik patolojinin derecesi arasında bir korelasyon bulunamamıştır. Yine 1988'de Shelton, Karson, Doran, Pitkar, Bigelow ve Weinberger, şizofreni hastalarında 'prefrontal atrofi' bulmuşlardır.
Şimdiye kadar serebral atrofiyi gösteren neredeyse tüm çalışmalar, nöroleptiklerle ve bazen de elektroşok ve diğer beyin fonksiyonlarını engelleyen tedavilerle yoğun şekilde tedavi gören hastaları içeriyordu. (Elektroşok kaynaklı beyin hasarının bir incelemesi için bkz. Breggin, 1979). Nispeten genç ve nispeten tedavi görmemiş hastaları değerlendiren iki çalışma, genişlemiş ventriküller bulmuş, ancak birkaç çalışmada bu bulguya rastlanmamıştır. Weinberger, DeLisi, Perman, Targum ve Wyatt (1982), "ilk epizod şizofreniform bozukluklar"ın otuz beşinden yedisinde (35/7)(%20) genişlemiş ventriküller bildirmiştir.
Anormallikleri olan bu yedi hastadan beşinin,(7/5) nöroleptik ilaçlara ilk maruziyetlerinden sonraki iki hafta içinde, diğer ikisinin ise dört hafta içinde taramaları yapılmıştır. Çalışma, kronik şizofreni hastalarında da benzer bir 'ventriküler genişleme oranı' bulmuştur (on yedi hastadan dördü (17/4) veya %23,5). Deney grubundaki on iki hastaya "organisite" şüphesiyle BT taraması yapılmıştı. Bu durum, grubun yapısı hakkında soru işaretleri doğurabilirdi, ancak on iki hastadan yalnızca birinde (12/1) genişlemiş ventriküller vardı. Ventriküler genişleme ile tedavi veya hastalık süresi arasında bir ilişki yoktu. Araştırmacılar, BT kriterlerini "MSS anormalliğine işaret eden" olarak nitelendirdiler.
Schulz, Koller, Kishore, Hamer, Gehl ve Friedel (1983), on iki şizofreni hastası ve üç şizofreniform hastası da dahil olmak üzere 15 genç hastayı incelemiştir. Hastalar iki yıldan az bir süredir hastaydı. On beş hastadan sekizinde (15/8) genişlemiş ventriküller tespit edilmiştir. Hastaların onu (10) daha önce hiç nöroleptik kullanmamış ve bunlardan altısında (6) genişlemiş ventriküller vardı. Weinberger ve ark. (1982) çalışmasında olduğu gibi, tedavi süresi veya hastalık ile BT anormallikleri arasında bir ilişki bulunamamıştır. Yukarıdaki iki çalışma, 'tedavi edilmemiş hastalarda, genişlemiş ventriküllerin bulunduğuna ve bu nedenle anormalliklerin ilaçlardan kaynaklanmadığına' dair kesin kanıt olarak sıklıkla gösterilmektedir. İleride daha kapsamlı bir tartışma olacağı öngörülerek, üç noktaya değinilebilir.
İlk olarak, genç şizofreni hastaları üzerinde yapılan diğer çalışmalarda anormal BT bulgularına rastlanmamıştır. Tanaka, Hazama, Kawahara ve Kobayashi (1981), 21-40 yaş arası otuz iki (32) hastada genişlemiş ventriküller veya kortikal atrofi bulmazken, 41-60 yaş arası hastalarda anormallik tespit etmişlerdir. Benes, Sunderland, Jones, LeMay, Cohen ve Lipinski (1982), ortalama hastalık süresi 1,1 yıl olan bir grupta herhangi bir anormallik tespit etmemişlerdir. Jernigan, Zatz, Moses ve Cardellino (1982), 23 ila 58 yaş aralığındaki bir grupta herhangi bir anormallik tespit etmemişlerdir. Lacono, Smith, Moreau, Beiser, Fleming, Lin ve Flak (1988), ilk psikotik atak geçiren 85 bireyi incelemişlerdir. Yaşları 15 ila 40 arasında değişmekteydi. Lateral ventriküllerde ve sukkal genişlemede herhangi bir artış gözlenmemiştir ve bu nedenle Weinberger ve ark (1982) ile Schulz ve ark (1983) tarafından elde edilen bulgular doğrulanmamıştır. Yazarlar, hastalarında 'üçüncü ventrikülde, açıklanamayan bir genişleme' bulmuşlardır ve bunu şizofreniye bağlayabileceklerini düşünmemişlerdir.
İkinci olarak, iki çalışmadaki toplam hasta sayısı azdır ve sadece on (10) hasta nöroleptiklere hiç maruz kalmamıştır. (Schulz ve ark., 1983). Üçüncüsü, ventriküler genişleme (/genişlemiş ventriküller) ve serebral atrofi ile ilişkili, bazen demansa yol açan bir bozukluğun, ilerleyici olma olasılığı yüksektir. Weinberger ve ark.'nın (1982) ilk atak şizofreniform hastalarda ve kronik şizofreni hastalarında benzer oranlar bulması olası görünmemektedir. Daha sık olarak, çalışmalar daha uzun süreli tedavi ve hastalığa maruz kalan hastalarda 'oranların arttığını' göstermiştir. Weinberger ve ark.'nın (1982) tüm hastaları ve Schulz ve ark.'nın (1983) beşte biri (5/1) şizofreniformdu. Bu tanı, hastaların altı ay veya daha kısa süreli bir akut atak geçirip kötüleşme ve tekrarlama yaşamadığı anlamına gelir. Genişlemiş ventrikülleri içeren bir MSS patolojisinin, iyi sonuç veren bu kısa süreli bozukluğa neden olması özellikle düşük bir olasılık gibi görünmektedir.
Nyback, Weisel, Berggren ve Hindmarsh (1982) tarafından yapılan bir çalışma, 'zaman zaman nispeten genç ve tedavi görmemiş hastaların genişlemiş ventriküller ve beyin atrofisinden muzdarip olduğunu' gösterdiği şeklinde alıntılanmaktadır. Makalenin özetinde, katılımcılar "akut psikozlu nispeten genç hastalar" olarak tanımlanmıştır (s. 403). Ancak, "nispeten genç" ifadesinin genellikle 'birden fazla hastaneye yatışı olan kırk beş (45) yaşın altındaki hastalar' anlamına geldiği ortaya çıkmıştır.
Benzer şekilde, "akut psikoz" ifadesi ilk atağı değil, yalnızca 'hastaların, çalışma sırasında gerçekten psikotik olduklarını' göstermektedir. Son zamanlarda, manyetik rezonans görüntüleme (MRG), beyin dokusu yoğunluğunu belirlemek için BT taramasının yerini almaya başlamıştır. Kelsoe, Cadet, Pickar ve Weinberger tarafından 1988 yılında yapılan bir MR çalışması, birçok BT çalışmasındaki genel bulguları doğrulamaktadır.
Andreasen ve meslektaşları tarafından yayımlanmamış bir çalışma da aynı şeyi söylüyor. (Andreasen, 1988'de alıntılanmıştır). Kelsoe ve ark. (1988) tarafından incelenen sekiz çalışmada, birkaçı hiçbir anormallik göstermezken, çoğunluğu çeşitli tutarsız anormallikler gösterdi.
Ancak, çalışmaların ağırlığı, 'nöroleptik tedavi gören şizofreni hastalarının beyinlerinde, atrofi bulgusuna doğru eğilim' göstermektedir. Şaşırtıcı bir şekilde, BT taraması bulgularını TD varlığıyla ilişkilendirmeye çalışan çok az çalışma vardır. Bartels ve Themelis (1983), TD hastalarının 'bazal ganglionlarında anormallikler' bulmuşlardır; ancak genel olarak sonuçlar karışık ve kesin değildir. (bkz. Goetz ve van Kammen, 1986).
Son zamanlarda pozitron emisyon tomografisi (PET taraması), beynin çeşitli bölgelerindeki 'metabolizma hızını ve kan akışını' ölçmek için kullanılmaktadır. Bu cihaz, işlev bozukluğunu, belirgin bir patoloji olarak ortaya çıkmadan önce tespit edebilir. En eski çalışmalardan bu yana, 'nöroleptik tedavi gören şizofreni hastalarının frontal loblarında ve frontal kortekslerinde hipoaktiviteye' dair tutarlı bulgular mevcuttur. (Buchsbaum, Ingvar, Kessler, Waters, Cappelletti, van Kammen, King, Johnson, Manning, Flynn, Mann, Bunney ve Sokoloff, 1982; Farkas, Wolf, Jaeger, Brodie, Christman ve Fowler, 1984; Wolkin, Angrist, Wolf, Brodie, Wolkin, Jaeger, Cancro ve Rotrosen, 1988 [Andreasen, 1988'de incelenmiştir]; Wolkin, Jaeger, Brodie, Wolf, Fowler, Rotrosen, Gomez-Mont ve Cancro, 1985). Ancak, tüm raporlar frontal hipoaktivite bulgusunu doğrulamamaktadır. (Gur, Resnick, Alavi, Gur, Caroff, Dann, Silver, Saykin, Chawluk, Kushner ve Reivich, 1987; Gur, Resnick, Gur, Alavi, Caroff, Kushner ve Reivich, 1987). BT taramalarında atrofi ile tutarlı bir korelasyon bulunamamıştır. Her çalışmada, hastaların PET taramaları için geçici olarak çıkarılmadan önce uzun süreli nöroleptik tedavi geçmişleri vardı.
PET, nöroleptiklerin 'dopamin nörotransmitter sistemini bloke ederek işlev bozukluğuna' neden olduğu bilinen 'beynin, belirli bölgelerini incelemek' için kullanılmıştır; bunlara bazal gangliyonlar da dahildir (ileriye bakınız). Çeşitli çalışmalar, nöroleptik tedavi gören hastaların 'bazal gangliyonlarında, dopaminle ilişkili anormallikler gelişebileceğini' göstermektedir. (Farde, Wiesel, Halldin ve Sedvall, 1988).
Tedavi görmemiş şizofreni hastalarında yapılan PET çalışmaları çelişkili sonuçlar vermiştir (Andreasen, 1988 tarafından incelenmiştir). İlaç kullanmayan hastaları içeren bir PET çalışmasında frontal hipoaktivite bulunmamıştır. (Sheppard, Oruzelier, Manchanda, Hirsch, Wise, Frackowiak ve Jones, 1983). Çalışmaya, daha önce hiç nöroleptik almamış altı (6) hasta ve 1 ila 4 tek doz almış dört (4) hasta olmak üzere bir düzine hasta dahil edilmiştir. Ne PET, ne MRI ne de BT tarama çalışmaları, nöroleptik tedaviden önce 'beyin anormalliklerinin' varlığı konusunda henüz kesin bir sonuca varamamıştır.
Özellikle yaşam boyu nöroleptik alımını değerlendirmek amacıyla bir BT tarama projesi geliştirilmiştir. Lyon, Wilson, Golden, Graber, Coffman ve Bloch (1981), yaşam boyu alım ile beynin 'arka kadranlarının küçülmesi' arasında bir korelasyon bulmuş, ancak ön kadranlarda bu korelasyon görülmemiştir. Çalışmada nispeten küçük bir örneklem grubu (on altı (16) hasta) yer almaktadır; ancak bir ön çalışma olarak, büyük ölçüde ihmal edilmiş bir araştırma alanına işaret etmektedir.
Özetle, PET, MRI ve BT taramalarından elde edilen artan radyolojik kanıtlar, nöroleptik tedavi gören şizofreni hastalarında kronik beyin disfonksiyonu (PET taramaları) ve beyin atrofisi (MR ve BT taramaları) varlığını doğrulamaktadır. İlgili BT tarama çalışmalarının toplam sayısının 90'ın üzerinde olduğu tahmin edilmektedir (Kelsoe, Cadet, Pickar ve Weinberger, 1988) ve bunların çoğu 'hasarı' göstermektedir. Diğer çalışmalar, yaşam boyu toplam nöroleptik alım miktarını da hesaba katmaktadır (DeMeyer, Oilmore, DeMeyer ve ark. , 1984; Lyon ve ark. , 1981), ancak bu sıklıkla tekrarlanan bir bulgu değildir.
Hastaların BT taramalarında, hastalıklarının ve tedavilerinin 'erken dönemlerinde 'anormallik' gösterme eğiliminde olmadıklarına' ; ancak hastalığın ve tedavinin 'ilerleyen dönemlerinde, anormalliklerin daha sık görüldüğüne' dair bazı belirtiler vardır. TD'de serebral atrofi veya diğer anormalliklerin sürekli bulunup bulunmadığını belirlemek için yeterli veri yoktur, ancak bazı araştırmacılar 'serebral korteksin etkilendiğine dair elektroensefalografik kanıtlar' bulmuşlardır. (Koshino, Hiramatsu, Isaki ve Yamaguchi, 1986).
Yayımlanmış serilerde, ilaç tedavisi gören şizofreni hastalarının BT taramasında atrofi oranı sıfırdan %50'nin üzerine kadar değişmektedir. Herhangi bir hasta grubu için bir yaygınlık oranı belirlemek henüz erkendir, ancak bildirilen oranlar önemlidir ve genellikle %10-40 aralığındadır. Andreasen (1988) yakın zamanda literatürü incelemiş ve kontrol ortalamasından iki standart sapma daha büyük kriterini kullanarak %6-40 gibi oldukça benzer bir aralık bulmuştur. Andreasen, 'hastalığın şiddeti ve süresi arttıkça, daha yüksek oranların bildirildiğini' belirtmiştir. Bu durum aynı zamanda nöroleptiklerle tedavinin süresi ve yoğunluğuyla da ilişkilidir.
İncelediğimiz BT tarama çalışmalarının birçoğu, atrofi ile 'kalıcı bilişsel eksiklikler veya aşikar demans' arasında bir korelasyon bulmuştur. (DeMeyer, Gilmore, Hendrie ve ark. , 1984; Famuyiwa ve ark. , 1979; Golden ve ark. , 1980; Johnstone ve ark. , 1976; Lawson ve ark. , 1988). Bu materyal daha sonra incelenecektir.
-Kalıcı bilişsel eksiklikler ve tardif diskinezi için klinik çalışmalar ve nöropsikolojik testler...
Nöroleptik tedaviyle ilişkili zihinsel bozulmaya dair kanıtlar artmaktadır. Daha önceki bir inceleme (Breggin, 1983), TD'li birçok hastanın, aynı zamanda 'ciddi zihinsel bozulmadan da muzdarip olduğunu' ortaya koymuştur. (örneğin, Edwards, 1970; Hunter, Earl ve Thornicroft, 1964; Rosenbaum, 1979). Çalışmaların çoğu bu ilişkiyi makale içinde belirsizliğe ittiği için, veriler genellikle tablolardan ve dipnotlardan ayıklanmak zorunda kalmıştır. Diğer çalışmalar ise, herhangi bir kanıt olmaksızın, 'beyin hasarının, TD'den önce başlamış olması gerektiği' sonucuna varmıştır.
Ivnik (1979), Mayo Clinic'teki birçok TD hastasının, 'bunama' hastası olduğunu gözlemlemiş ve bir vakayı 'nöroleptik tedavinin sonlandırılmasından önce ve sonra bir dizi nöropsikolojik test kullanarak' ayrıntılı olarak inceleyerek sorunu araştırmaya karar vermiştir. Ivnik, Mayo Clinic'teki TD hastalarında sıklıkla gözlemlenen 'bunamanın kalıcı olmadığı' görüşünü savunmuştur; bu vaka, ilacın kesilmesiyle kısmen iyileşme eğilimindeydi. Ancak, etken madde ortadan kaldırıldıktan sonra demansta 'tam iyileşme olmaksızın' kısmi bir iyileşme beklenir. Hastanın psikolojik testlerinde ciddi ve kalıcı zihinsel bozukluğu devam etmiştir.
Ulusal bir araştırma projesi, sokak uyuşturucuları da dahil olmak üzere çoklu ilaç kullanımının neden olduğu beyin işlev bozukluğunu değerlendirdi. (Daha detaylı bir analiz için bkz. Breggin, 1983). Halstead-Reitan kullanılarak yapılan çalışma, beklenmedik bir şekilde şizofreni hastalarında genel beyin işlev bozukluğu ile toplam yaşam boyu psikiyatrik ilaç tüketimi arasında anlamlı bir korelasyon ortaya çıkardı. (Grant, Adams, Carlin, Rennick, Judd, Schooff ve Reed, 1978; Grant, Adams, Carlin, Rennick, Lewis ve Schooff, 1978).
Nöroleptik tedavi gören hastaların dörtte birinden fazlasında 'kalıcı beyin işlev bozukluğu' görüldü. İstatistiksel analiz, kronik beyin işlev bozukluğunu ,şizofreniden ziyade yaşam boyu nöroleptik alımıyla ilişkilendirdi: "Nöropsikolojik anormallik, daha fazla antipsikotik ilaç deneyimiyle ilişkiliydi". (Grant, Adams, Carlin, Rennick, Lewis ve Schooff, 1978, s. 1069). Gerçekten de nöroleptik kullanmak yerine sokak uyuşturucularını kötüye kullanan şizofreni hastalarında, şizofreni ile beyin işlev bozukluğunun artması arasında bir ilişki görülmedi. Hastaların hiçbiri beş yıldan uzun süredir nöroleptiklere maruz kalmamıştır.
Mesleki bir toplantıda sunulan makalenin yayımlanmamış bir versiyonunda (Grant, Adams, Carlin, Rennick, Judd ve Schooff, 1978), yazarlar tardif diskinezi ile bilişsel eksiklikler arasındaki bağlantıyı vurgulamış ve sonuç cümlelerinde şu uyarıda bulunmuşlardır: "Antipsikotik ilaçların aşırı tüketimlerinin genel serebral disfonksiyona neden olma olasılığı açısından incelenmeye devam edilmesi gerektiği de açıktır." (s. 31)
Genel Psikiyatri Arşivleri'nde (Archives of General Psychiatry) yayımlanan versiyon (Grant, Adams, Carlin, Rennick, Lewis ve Schooff, 1978), nöroleptik kullanımına bağlı uzun vadeli bilişsel eksiklikler olasılığı konusunda uyarıda bulunmuş, ancak bu uyarı daha az tehditkâr bir dille yapılmıştır.
Ancak, tehlike Amerikan Psikiyatri Dergisi (American Journal of Psychiatry) versiyonundan tamamen çıkarılmıştır. (Grant, Adams, Carlin, Rennick, Judd, Schooff ve Reed, 1978). Şizofreni ile yanıltıcı ilişki vurgulanmış ve psikiyatrik ilaç kullanımının yaygınlığıyla daha önemli olan ilişki, istatistiksel analizde gözden kaçırılmıştır. Nöroleptik kullanımına bağlı bilişsel eksiklikler hakkındaki çeşitli uyarılar çıkarılmıştır. Bu, 'hayati bilgilerin mesleğe ve kamuoyuna ulaşmasını engellemeye yönelik başarılı bir girişimin parçası' gibi görünmektedir. Nöroleptiklerden kaynaklanan 'beyin hasarı ve işlev bozukluğu' tartışmasında, atıfta bulunulan çalışmaları hiç görmedim.
Daha yakın zamanda, hastanede yatan ve ilaç tedavisi gören hastalar üzerinde yapılan bir klinik çalışmada, birçok hastanın kronik organik beyin sendromuna özgü 'zihinsel gerileme' yaşadığı tespit edilmiştir. (Wilson, Garbutt, Lanier, Moylan, Nelson ve Prange, 1983). Zihinsel anormallikler, AIMS'de ölçülen TD semptomlarıyla pozitif korelasyon göstermiştir. Ayrıca, nöroleptik tedavinin süresi, üç demans ölçütüyle - dengesiz ruh hali, yüksek sesle konuşma ve öfori - korelasyon göstermiştir.
Yazarlar şöyle demiştir: "Bizim hipotezimiz, şizofreni hastalarında zaman içinde gözlemlenen bazı davranış değişikliklerinin, tardif diskinezinin davranışsal eşdeğerini temsil ettiğidir; biz buna tardif dismansi (tardive dysmentia) diyeceğiz." (s. 188) Ancak, bu semptomlar genellikle birçok çalışmada bulunan bilişsel eksiklikleri de içeren daha kapsamlı bir organik beyin sendromunun parçasıdır ve tardif demans terimi daha uygun görünmektedir. Literatürde, belki de bir örtmece arayışında olan eğilim, tam gelişmiş bir "bunama sendromu" tanımlandığında bile tardif dismansi terimini kullanmak olmuştur.
Ayrıca, Şizofreni Bülteni, nöroleptiklerin neden olduğu "tardif dismansi"yi tartışan yorumlar içeren birkaç makale yayınlamıştır. (Goldberg, 1985; Jones, 1985; Mukherjee, 1984; Mukherjee ve Bilder, 1985; Myslobodsky, 1986).
Jones, bu tür ilaçların neden olduğu iki tür kalıcı beyin hasarı arasında ayrım yapmıştır: biri apatiye, diğeri öforiye neden olur. Goldberg de benzer bir mantık yürütmüş ve literatürü incelemiştir.
Beyin atrofisi üzerine yapılan birçok BT taraması çalışmasının, nöropsikolojik testlerde 'bilişsel kayba' dair ek bulgular bildirdiğini daha önce belirtmiştik. Ancak; bu korelasyon tamamen tutarlı değildir. (Goetz ve van Kammen, 1986). Zec ve Weinberger (1986) konuyu ayrıntılı olarak incelemiştir. Johnstone'un Withers ve Hinton Testi'ni kullanarak, BT taraması anormallikleri ile zihinsel işlev bozukluğu arasındaki ilk pozitif korelasyon, daha sonraki bazı çalışmalar tarafından doğrulanmamıştır. Ancak, beyin hasarı ve işlev bozukluğunu tespit etmede en hassas testler arasında kabul edilen Luria-Nebraska ve Halstead-Reitan testleri, ventriküler genişleme ile nöropsikolojik eksiklikler arasında bir ilişki olduğunu gösterme eğilimindedir. Genel olarak, eğilim kesinlikle BT taraması atrofi indeksleri ile 'kalıcı bilişsel işlev bozukluğu ve demans nöropsikolojik indeksleri' arasında bir korelasyona doğru ilerlemektedir.
Wilson ve ark. (1983) çalışmalarına ek olarak, çeşitli çalışmalar TD semptomları ile yaygın zihinsel işlev bozukluğu arasında bir ilişki olduğunu bildirmiştir. Itil, Reisberg, Huque ve Mehta (1981), TD hastalarında şiddetli organiklik gösteren bir klinik profil bulmuşlardır. Waddington ve Youssef (1986), TD ile 'zihinsel gerilik, künt duygulanım ve konuşma yoksulluğu' arasında bir korelasyon bulmuş, ancak bunu altta yatan şizofreniye bağlamışlardır. Struve ve Willner (1983), TD hastalarında, TD'si olmayan nöroleptik tedavi gören kontrollere kıyasla 'soyut muhakeme yeteneğinde bir kayıp' bulmuştur. Afektif bozukluk ve TD'si olan hastalar üzerinde yapılan bir çalışmada, Wolf, Ryan ve Mosnaim (1982), demans bulgularına ulaşmışlardır: "IQ puanları nispeten sağlam olsa da, anlık hafıza ve yeni öğrenme becerileri görevlerini yerine getirmede önemli bir bozulma, Huntington koresi hastalarının araştırma bulgularına benzerdir". (s. 477) DeWolfe, Ryan ve Wolf (1988), hafıza bozukluğu da dahil olmak üzere bilişsel eksiklikler ile yüz tardif diskinezisi arasında güçlü bir korelasyon bulmuşlardır. Yüz diskinezisi olan hastalarda eksiklik derecesinin, yaşam boyu toplam nöroleptik alımıyla ilişkili olduğunu öne sürmüşlerdir.
Wade, Taylor, Kasprisin, Rosenberg ve Fiducia (1987), Huntington ve Parkinson hastalıklarının, bilişsel bozuklukların gelişimi de dahil olmak üzere, tardif diskinezi için bir model oluşturabileceğini belirtmişlerdir. (Benzer tartışmalar için ileriye, Koshino ve ark., 1986; ve Breggin, 1983'e bakınız). Tardif diskinezisi olan 54 manik veya şizofreni hastasını incelediler. Parkinson ve Huntington hastalarında bilişsel eksiklikleri gösteren çeşitli testler kullanarak, tardif diskinezi vakalarında benzer bilişsel bozukluklar buldular. Daha şiddetli TD'si olan bireylerde daha şiddetli bilişsel kayıplar vardı. Tardif diskinezinin, daha büyük bir "kronik nöroleptik kaynaklı nörotoksik sürecin" bir ifadesi olduğu sonucuna vardılar. (s. 395).
Gualtieri ve meslektaşlarının raporları (Gualtieri ve Barnhill, 1988; Gualtieri, Quade, Hicks, Mayo ve Schroeder, 1984; Gualtieri, Schroeder, Hicks ve Quade, 1986), birçok kurum bakımı altındaki çocuk ve genç yetişkinin nöroleptik ilaçları bıraktıktan sonra psikiyatrik semptomlarında 'kötüleşme dönemi geçirdiğini' göstermiştir. Bu durum, şizofrenik bir sürecin komplikasyonu olmayan gelişimsel engelli hastalarda görülür.
Araştırmacılar, yoksunluk sorunlarını, ilaca bağlı bir bunama sürecine bağlamaktadır. Bazı hastalar ilaçsız kaldıklarında 'durumları stabilize' olur veya iyileşirken, bazıları ilaçlar nedeniyle kalıcı olarak kötüleşmiş gibi görünmekte ve yetişkin vakalarda olduğu gibi, ilaca bağlı semptomlarını kontrol altına almak için daha fazla ilaca ihtiyaç duymaktadır.
Gualtieri ve Barnhill (1988), çeşitli açıklamaları tartışmakta ve en olası hipotezin nöroleptiklerin üst düzey zihinsel işlevleri bozduğu sonucuna varmaktadır. "Bu soruyu ele alan hemen hemen her klinik araştırmada, TD hastalarının TD olmayan hastalara kıyasla demans açısından daha fazla risk taşıdığı bulunmuştur" diye belirtiyorlar. (s. 149).
Demansın, TD'de de görülen bazal gangliyon hasarından kaynaklandığına inanıyorlar. (aşağıya bakınız). Gualtieri ve Barnhill, "nöroleptik tedavinin, bu alandaki aydınlanmış uygulayıcılar tarafından olağanüstü bir müdahale olarak görüldüğünü" (s. 137) ve bunun ciddi bir gerekçelendirme gerektirdiğini belirtiyorlar.
"Özetle, ikna edici bir literatür, 'nöroleptiklerle uzun süreli tedavi gören' hastalarda 'kalıcı bilişsel eksiklikler ve demans geliştiğini' göstermektedir."
TD hastalarında, beyindeki yüksek merkezlerde hasara dair bir başka klinik kanıt kaynağı daha vardır: TD hastalarında inkar veya anosognoziye dair klinik raporlar. Literatür taraması, tardif diskinezi hastalarının çoğunun 'semptomlarından şikayet etmediğini ve hatta bunlarla karşı karşıya kaldıklarında varlıklarını kabul etmeyi reddettiğini' ortaya koymuştur." (Alexopoulos, 1979; Breggin, 1983; DeVeaugh-Geiss, 1979; Smith, Kuchorski, Oswald ve Waterman, 1979; Wojcik, Gelenberg, LaBrie, Mieske, 1980). Myslobodsky, Tomer, Holden, Kempler ve Sigol (1985), TD hastalarının %88'inin "istemsiz hareketleriyle ilgili olarak tamamen kayıtsız veya anosognozili" olduğunu bulmuşlardır. (s. 156). Çalışma ayrıca bu hastalarda bilişsel eksikliklere dair bazı belirtiler de buldu. Myslobodsky (1986), TD hastalarının %95'inde "duygusal kayıtsızlık veya anormal hareketlerde belirgin anosognozi" (s. 1) olduğunu bildirmiştir.
En olası nedenin, "muhtemelen dopaminerjik devrelerdeki nöroleptik kaynaklı bir eksiklikten kaynaklanan, bunama bozukluğuyla ilişkili bir tür bilişsel gerileme" olduğu sonucuna varmıştır. (s. 4). Myslobodsky'nin öne sürdüğü gibi, 'beyin işlev bozukluğunun 'belirgin semptomlarının' inkar edilmesi, beynin en yüksek merkezlerinde kronik hasarın' açık bir işareti olabilir. Örneğin, alkolizm (Wernicke ensefalopatisi) veya frengi kaynaklı ciddi beyin hastalıklarında görülür.
Genel olarak, nöroleptiklerin uzun süreli kullanımının, önemli ancak henüz belirlenemeyen bir hasta yüzdesinde kalıcı bilişsel eksikliklere ve bunamaya neden olduğu veya bunlarla güçlü bir şekilde ilişkili olduğu ve tardif diskinezi hastalarının, - belki de vakaların çoğunda -, özellikle etkilendiği' yönünde kanıtlar artmaktadır.
-Tardiv (geç) psikoz (Tardive psychosis)...
Bazı
raporlar, nöroleptik tedavi gören bazı hastalarda, başlangıçtaki
psikiyatrik bozukluklarından daha şiddetli hale gelebilen, ilaca bağlı
geç psikozlar geliştiğini göstermektedir. (Chouinard ve Jones, 1980;
Chouinard ve Jones, 1982; Chouinard, Jones ve Annable, 1978; Csernansky
ve Hollister, 1982; ayrıca Jancin'in 1979 tarihli haberlerine ve
"Süperduyarlılık Psikozu", 1983'e bakınız). Ne yazık ki, hastalar çok
daha kısa bir doğal geçmişi olabilecek bir bozukluk için ömür boyu ilaç
tedavisine ihtiyaç duyabilirler.
İki çalışmanın yazarları (Chouinard ve Jones, 1980; Csernansky ve Hollister, 1982), 'ilaçların bırakılmasından sonra psikotik semptomların alevlenmesinin, ilaçların beyinde oluşturduğu hasardan kaynaklandığına' inanmaktadır. Hastalığa, TD ile paralelliğini vurgulamak için tardif psikoz adını vermişlerdir. Geri döndürülemez (/tersine çevrilemez) olabilir ve TD gibi, ilacın neden olduğu semptomları bastırmak için 'sürekli artan dozda ilaç kullanımı' gerektirebilir.
Günümüzde tardif psikoz tartışmalı bir klinik tablo olarak kabul edilmektedir ve yaygınlık oranını belirlemek için yeterli sayıda çalışma bulunmamaktadır. Chouinard ve Jones ("Süperduyarlılık Psikozu", 1983) %30-40'lık bir yaygınlık bulmuş olsalar da, Hunt, Singh ve Simpson (1988) 265 hastanın kayıtlarını inceleyerek 12 olası tardif psikoz vakası tespit etmiş ve kesin bir vaka bulamamışlardır.
Geç psikoz, klinik olarak daha yerleşik bir durum olan geç demansla örtüşmektedir. Gualtieri ve meslektaşlarının (1984, 1986) çalışmaları, hastalarının 'artmış disfori, psikotik semptomlar ve demans karışımından muzdarip olduğunu' göstermektedir.
Klinisyenler, kısmen geç psikoz gibi görünen bir durum nedeniyle, hastaları nöroleptiklerden ayırmanın zorluğunun giderek daha fazla farkına varmaktadır.
"İlaçların kesilmesi ayrıca geçici veya kalıcı diskinezilere, disforiye ve otonomik dengesizliklere yol açarak 'mide bulantısı ve kilo kaybına' neden olabilir."
Nöroleptik yoksunluğuna verilen bu tepkiler, bu ilaçların "bağımlılık yapıcı" olarak sınıflandırılması konusunda tartışmalara yol açmıştır. (Breggin, 1989a, 1989b).
- Beynin doğrudan incelenmesi...
İki çalışmanın yazarları (Chouinard ve Jones, 1980; Csernansky ve Hollister, 1982), 'ilaçların bırakılmasından sonra psikotik semptomların alevlenmesinin, ilaçların beyinde oluşturduğu hasardan kaynaklandığına' inanmaktadır. Hastalığa, TD ile paralelliğini vurgulamak için tardif psikoz adını vermişlerdir. Geri döndürülemez (/tersine çevrilemez) olabilir ve TD gibi, ilacın neden olduğu semptomları bastırmak için 'sürekli artan dozda ilaç kullanımı' gerektirebilir.
Günümüzde tardif psikoz tartışmalı bir klinik tablo olarak kabul edilmektedir ve yaygınlık oranını belirlemek için yeterli sayıda çalışma bulunmamaktadır. Chouinard ve Jones ("Süperduyarlılık Psikozu", 1983) %30-40'lık bir yaygınlık bulmuş olsalar da, Hunt, Singh ve Simpson (1988) 265 hastanın kayıtlarını inceleyerek 12 olası tardif psikoz vakası tespit etmiş ve kesin bir vaka bulamamışlardır.
Geç psikoz, klinik olarak daha yerleşik bir durum olan geç demansla örtüşmektedir. Gualtieri ve meslektaşlarının (1984, 1986) çalışmaları, hastalarının 'artmış disfori, psikotik semptomlar ve demans karışımından muzdarip olduğunu' göstermektedir.
Klinisyenler, kısmen geç psikoz gibi görünen bir durum nedeniyle, hastaları nöroleptiklerden ayırmanın zorluğunun giderek daha fazla farkına varmaktadır.
"İlaçların kesilmesi ayrıca geçici veya kalıcı diskinezilere, disforiye ve otonomik dengesizliklere yol açarak 'mide bulantısı ve kilo kaybına' neden olabilir."
Nöroleptik yoksunluğuna verilen bu tepkiler, bu ilaçların "bağımlılık yapıcı" olarak sınıflandırılması konusunda tartışmalara yol açmıştır. (Breggin, 1989a, 1989b).
- Beynin doğrudan incelenmesi...
Kronik nöroleptik tedaviyi takiben
şaşırtıcı derecede az sayıda otopsi raporu bulunmaktadır ve bunlar da
bir dereceye kadar kesin sonuçlar vermemiştir. (aşağıda incelenmiştir:
Bracha ve Kleinman, 1986; Breggin, 1983, s. 103-105; Brown, Colter,
Corsellis, Crow, Frith, Jagoe, Johnstone ve Marsh, 1986; Jeste, Iager ve
Wyatt, 1986; Rupniak ve ark. , 1983).
Ancak, bazı çalışmalar nöroleptik tedaviden beklenen patolojik değişiklikleri göstermiştir: bazal gangliyonlarda hücresel kayıp veya dejenerasyon. Bazal gangliyon terimi, striatum (kaudat, putamen ve globus pallidus) ve nöroleptiklerden güçlü bir şekilde etkilendiği bilinen kara maddeyi (substantia nigra) belirtmek için kullanılacaktır. (aşağıya bakınız).
Nöroleptiklerin, hem TD hem de tardif demansın oluşumunda 'potansiyel olarak kritik bölgeler olan bazal ganglionlara zarar verebileceğine' dair otopsi kanıtları mevcuttur. Roizin, True ve Knight, 1959 gibi erken bir tarihte, nöroleptik tedavi gören birkaç hastanın 'bazal ganglionlarında, ölüm sonrası dejenerasyon' bildirmiş ve bu bulguları 'ilaçların neden olduğu ilgili nörolojik işlev bozukluklarıyla' ilişkilendirmiştir. Forrest, Forrest ve Roizin (1963), uzun süreli nöroleptik tedavisi gören bir vakanın otopsi değerlendirmesini bildirmiş ve bu vakada serebral kortekste nöron kaybı ve substantia nigra'da dejeneratif değişiklikler 'görülmüştür. En çarpıcı değişiklikler, bazal ganglionların putamenindeydi. Hastaya ayrıca şok tedavisi de uygulanmıştı.
Gross ve Kaltenbach (1968), üç otopsiden 'kaudat çekirdeğinde 'onarılamaz hasara' dair kanıtlar' elde ettiler. Nöroleptik tedavinin 'geri dönüşümlü doku lezyonlarına ve kaudat çekirdeğinde onarılamaz hasara yol açabileceğini' öne sürdüler. Christensen, Moller ve Faurbye (1970), TD'li hastalarda, kontrollerine kıyasla substantia nigra'da ve diğer patolojik bulgularda önemli ölçüde daha yüksek derecede hücre dejenerasyonu buldular. Jellinger (1977), literatürü inceledi ve kendi araştırmasında, kronik nöroleptik tedaviye tabi tutulan hastaların %46'sında "kaudat çekirdeğindeki büyük nöronlarda hasar, artan satellitoz ve hafif glial reaksiyon" (s. 38) buldu. Patolojik değişiklik gösteren hastaların yüzdesi, tardif diskineziden muzdarip olanlarda daha yüksekti (%57'ye karşı %37,5). Etkilenen bölgeler, nöroleptiklerden en doğrudan etkilenen bölgeler arasındaydı.
Brown ve arkadaşları (1986), 41 şizofreni hastası üzerinde postmortem incelemeler gerçekleştirmiştir. Kontrollerle karşılaştırıldığında, hastaların 'beyinlerinin daha hafif (%6) olduğunu ve temporal lob atrofisiyle ilişkili ventriküler genişleme sergilediğini' bulmuşlardır. Yazarlar, bulgularının BT taramalarında bulunan atrofiyi desteklediğine inanmaktadır. "İnsülin, fenotiyazin tedavisi veya elektrokonvülsif tedavinin burada bildirilen sonuçlar üzerinde önemli bir etkisi yoktur" (s. 38) demişler, ancak destekleyici veri sunmamışlardır. Bu sonuç, 'insülin tedavisinin (bkz. Breggin, 1979, s. 137; Kalinowsky ve Hippius, 1969, s. 288-289) ve şok tedavisinin, hücre ölümü ve dejenerasyonunu gösterdiğini' gösteren kanıtlarla çelişmektedir. (Breggin, 1979, s. 38-62). Brown ve ark. (1986, s. 38) tarafından hazırlanan bir tabloya göre, hastaların %23'ü şok tedavisi, %28'i insülin tedavisi ve %41'i nöroleptik tedavi görmüştür. Bir notta, 'şok tedavisi sıklığının olduğundan düşük tahmin edilmiş olabileceği' belirtilmiştir. Kombine tedavi uygulanan hasta sayısı belirtilmemiştir.
Hastaların ortalama hastalık süresi 31 yıl olduğu ve birçoğu kurum dışılaştırmadan önceki dönemde hastanede öldüğü için, çoğu veya tamamı - muhtemelen kafa travması ve tespit edilemeyen hastalıklar da dahil olmak üzere - beyin hasarına neden olabilecek, çok sayıda başka strese maruz kalmış uzun süreli mahkûmlardı.
Görünüşe göre neredeyse tüm hastalar o kadar çok zararlı strese maruz kalmıştı ki, bulguları şizofreniye bağlamak veya tedavi de dahil olmak üzere diğer nedenleri dışlamak imkansızdı. ('Kronik mahkûmlar arasında bulunan beyin hasarıyla ilgili benzer gözlemler' için bkz. Marsden, 1976). Son olarak, Brown ve diğerlerinin (1986) inceleme çizelgesinin de gösterdiği gibi, ilaç kullanmayan şizofrenikler üzerinde yapılan tek modern postmortem çalışmada (Wildi, Linder ve Costoulas, 1967) beyin atrofisi saptanmamıştır.
Hunter, Blackwood, Smith ve Cumings (1968), nöroleptik tedavi görmüş hastalar üzerinde yapılan üç postmortem çalışmada herhangi bir patoloji bulamadıkları sonucuna varmışlardır. Ancak, üç bireyin de substantia nigra'sında patolojik değişiklikler vardı ve bunlar iki vakada 'yaşlanmaya bağlı olarak normal' yorumlanırken, diğer vakada 'etiyolojisi bilinmeyen' olarak reddedilmiştir. Her üç denek de yaşlıydı ve bu durum bulguların yorumlanmasını zorlaştırıyordu. Arai, Amano, Iseki, Yokoi, Saito, Takekawa ve Misugi (1987), dört oral TD vakasında bazal gangliyonlar yerine 'serebellar dentat çekirdeğinde, nöronal dejenerasyon' bulmuşlardır.
Kesin olmasa da, ölüm sonrası bulgular nöroleptik tedaviden beklenen etkileri doğrulama eğilimindedir: bazal gangliyonlarda ve substantia nigra'da bozulma ve daha genel bir patoloji. Hayvan araştırmaları ayrıca 'nöroleptik tedavinin kalıcı beyin hasarına yol açabileceğini' güçlü bir şekilde göstermektedir. (aşağıya bakınız). Tedavi görmüş tiroid ile ilişkili beyindeki yapısal değişiklikler üzerine yakın zamanda yapılan bir incelemede Krishnan, Ellinwood ve Rayasam (1988), "Özetle, nöropatolojik, BT ve MRI çalışmaları, TD hastalarının 'beyninde, nöroanatomik ve fiziko - kimyasal değişiklikler' ortaya koymaktadır, ancak bu değişikliklerin kesin doğası ve önemi hala bir muammadır" sonucuna varmıştır. (s. 173). Ancak, TD ile ilişkili spesifik değişiklikler bir bilmece olmaya devam ederken, genel olarak nöroleptik tedaviyle ilişkili çeşitli patolojik değişikliklerin bulunması giderek daha iyi anlaşılıyor ve birçok çalışma, bulguları - en büyük etkinin beklenebileceği - bazal gangliyonlarda lokalize ediyor.
-İnsan Çalışmalarından Elde Edilen Kanıtların Özeti...
Nöroleptik tedavi gören hastalarda 'kalıcı bilişsel eksiklikler, beyin işlev bozukluğu, demans ve beyin hasarı - özellikle atrofi -' varlığını doğrulayan önemli kanıtlar bulunmaktadır. En tutarlı ve ikna edici kanıtlar, yeni beyin görüntüleme teknikleri (BT, MR ve PET taramaları) tarafından elde edilmiştir.
Beyin hasarı olan hastaların %10-40'ı arasında bir aralık, en tutarlı şekilde rapor edilmektedir. Bu oranlar, tedavi süresi ve hastanın yaşıyla birlikte artmaktadır. Çok sayıda klinik ve nöropsikolojik çalışma, nöroleptik tedavi gören şizofreni hastalarında 'kalıcı bilişsel işlev bozukluğu, tardif psikoz ve tardif demans' bildirmiştir.
Tardif demans giderek daha fazla tanınan bir sendrom haline gelmektedir. Bazal ganglion bozulmasının yanı sıra yaygın nöropatolojiye dair bazı postmortem kanıtlar mevcuttur. Bu hastalar üzerinde yakın zamanda yapılan en az bir postmortem çalışmada beyin atrofisi de bulunmuştur, ancak bu konuda az sayıda çalışma mevcuttur. TD ile ilişkili olarak, bazen bazal gangliyonlarda lokalize olan çeşitli patolojiler de bulunmuştur.
Genel olarak, 'beyin görüntüleme, klinik değerlendirmeler, nöropsikolojik testler ve insan ölümlerinden' elde edilen kanıtlar, 'nöroleptiklerin birçok hastada bulunan bilişsel işlev bozukluğu ve beyin hasarının olası nedeni olduğunu' göstermektedir. Analizimiz, etiyolojiye ilişkin daha fazla kanıt ve bu bulguların akıl sağlığı meslekleri için çıkarımlarının tartışılmasıyla devam etmektedir.
-Neden Olarak Nöroleptikler...
Önceki bölümde incelendiği gibi, insan çalışmalarından elde edilen veriler, - çeşitli araştırmalarda bildirilen - 'nöroleptiklerin, üst beyin ve zihin hasarının nedeni olduğunu' göstermektedir. Bu bölüm, "Nöroleptik ilaç tedavisi gören birçok hastada görülen kalıcı zihinsel işlev bozukluğunun ve beyin hasarının nedeni nöroleptik ilaçlar mı yoksa şizofreni mi?" sorusuna daha kesin bir yanıt arayacaktır.
Letarjik Ensefalit ve Subkortikal Demansın (ubcortical Dementia) Dersleri...
Klinik olarak gözlemlenen nöroleptik ilaç etkisi, I. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında bildirilen letarjik ensefalitin "lethargic encephalitis" (ensefalit lethargica "encephalitis lethargica" veya von Economo hastalığı "Economo's disease") etkilerine oldukça benzemektedir.
Hem nöroleptikler hem de viral hastalık, 'zihinsel apati ve kayıtsızlığın' yanı sıra 'parkinson sendromu, distoniler ve titremeler' de dahil olmak üzere çeşitli akut diskinezilere neden olur. On binlerce kişiyi etkileyen ensefalit salgını, 1950'lerde nörologlar ve psikiyatristler tarafından iyi biliniyordu. Bunlar arasında, nöroleptikleri psikiyatrik amaçlarla ilk kullananlar arasında yer alan Fransa'daki Delay ve Deniker de vardı. 1970 tarihli bir retrospektifte Deniker şunları gözlemlemiştir:
"Nöroleptiklerin, letarjik ensefalitin neredeyse tüm semptomlarını deneysel olarak yeniden üretebildiği bulundu. Aslında, yeni ilaçlarla gerçek ensefalit salgınlarına neden olmak mümkündü. Semptomlar, geri dönüşümlü (/geri dönüşümü olan "reversible") uyuşukluktan her türlü diskinezi ve hiperkineziye ve sonunda parkinsonizme doğru ilerledi. İlacın kesilmesiyle, semptomlar geri dönüşümlü görünüyordu." (s. 160)
Semptomlar başlangıçta geri dönüşümlü görünse de, Deniker bazı vakalarda 'kalıcı (permanent) hale geldiklerini' fark etti: “Dahası, ensefalit ve parkinsonizmle karşılaştırılabilir etkiye sahip bu ilaçların, sonunda 'geri dönüşümsüz (/geri dönüşümü olmayan "irreversible") sekonder nörolojik sendromlara neden olabileceğinden' endişe edilmiş olabilir. Bu tür etkiler inkar edilemez: Kalıcı diskinezilerin ortaya çıkabileceği yıllardır biliniyor.” (s. 163)
Letarjik ensefalit ile nöroleptik toksisite arasındaki paralellik, birçok açıdan dikkat çekiciydi. Her iki hasta grubunda da başlangıçta 'ilgisizlik veya duyarsızlık' görüldü, ardından çeşitli diskineziler ortaya çıktı; ve her iki hasta grubunda da, bir gecikmeden sonra, diskineziler bazen kalıcı hale geldi. Letarjik ensefalit söz konusu olduğunda, birçok hasta iyileşmiş gibi görünse de, yıllar sonra 'yıkıcı nörolojik bozukluklara' geri döndüler.
Parkinson hastalığının birçok vakası, yıllar sonra, 'daha önce letarjik ensefalite maruz kalınmasına' bağlandı. Parkinson hastalığı, 'letarjik ensefalit ile ilişkili en yaygın "tardif" veya gecikmiş motor bozukluk' olsa da, ilaca bağlı TD'ye (aşağıya bakınız) daha benzer 'başka diskinezilerin' de geliştiği bilinmektedir.
Viral hastalık ile ilaca bağlı hastalık arasında daha da tehdit edici bir potansiyel paralellik vardı. Post-ensefalitik hastaların çoğu, belirgin bir iyileşmenin ardından, daha sonra 'şiddetli psikozlar ve bunama' geliştirdi. (Abrahamson, 1935; Matheson Komisyonu, 1939). Bu nedenle, letarjik ensefalit ile nöroleptik etkiler arasındaki paralelliğin tamamlanması, nöroleptiklere maruz kalmanın 'TD'ye ek olarak, tardif psikoz ve tardif bunama gibi komplikasyonlara yol açabileceğinin' keşfedilmesini bekliyordu.
İlaçların etkileri ile viral ensefalopatik etkiler arasındaki paralellik, ilaçların zihinsel bozulmaya da yol açacağının kanıtı değildi; ancak benzer mekanizmaların ve dolayısıyla benzer olumsuz sonuçların mümkün olduğuna dair bir uyarı niteliğindeydi.
Bu endişe, Paulson (1959) tarafından erken dönemde dile getirilmiş ve şöyle yazmıştır: "Ensefalitin sonuçları arasında birçok kas, psişik ve otonomik tepki bulunur; ve fenotiyazinlerden kaynaklanan nörolojik komplikasyonların çoğu, ensefalit sonrası parkinsonizm aralığındadır." (s. 800) Paulson, "kas, psişik ve otonomik tepkilere" karşılık gelen "kalıcı lezyonların" henüz keşfedilmediğini, ancak endişesinin haklı olduğunu belirtmiştir.
Aynı yıl, Brill (1959), letarjik ensefalit ile nöroleptikler arasındaki benzerliğe de değinerek, "tam dozda kullanıldıklarında kronik ensefalitik sendromun en göze çarpan özelliklerinin çoğunu yeniden üretebilen..." yorumunu yapmıştır. (s. 1166). Brill, hem viral hastalığın hem de ilaç reaksiyonunun benzer nörolojik ve zihinsel etkilere yol açtığını, bunların arasında "akut ensefalitin uyandırılabilir uyuşukluğunun" da bulunduğunu belirtmiştir.
Kalıcı diskinezilere ilişkin ilk raporlardan pek etkilenmemiş görünen Brill, nöroleptiklerin etkilerinin "kontrol edilebilir, geri döndürülebilir ve ilerleyici olmadığına" inanmıştır. Birkaç yıl sonra, Hunter ve arkadaşları (1964), salgın viral hastalık ile ilaç etkisi arasındaki paralelliği tekrar fark etmiş ve 'nöroleptiklerin, kimyasal olarak tetiklenen 'bir ensefalite' neden olduğunu' öne sürmüşlerdir.
Letarjik ensefalitin etkisi ile nöroleptiklerin etkisi arasındaki klinik benzerlik göz önüne alındığında, her ikisinin de beyin patolojisinde benzerlikler olup olmadığı merak konusu olabilir. Brill (1959), letarjik ensefalit hastalarının otopsi bulgularını özetlemiştir. (ayrıca bkz. Abrahamson, 1935; Brodal, 1969). Hücre kaybı, bazal ganglionlarda ve özellikle substantia nigra'da belirgindi. Brill'e göre hasar "olağanüstüydü ve taze kesilmiş örneklerde bile muayene ile görülebilirdi." (s. 1165).
Letarjik ensefalitten en çok etkilenen bölgeler olan bazal gangliyon ve substantia nigra hücreleri, aynı zamanda TD üretiminde 'nöroleptik ilaçlardan en çok etkilenen 'bölgelerdir. Substantia nigra ve bazal gangliyonlar (kaudat ve putamen), nigra-striatal yolu oluşturur. Bu yol, TD gelişiminde nöroleptiklerin geri dönüşümsüz bir şekilde etkilediği görülen dopamin nöronları içerir. (aşağıya bakınız). Daha önce de belirtildiği gibi, 'bu bölgeler, bazen nöroleptik tedavi edilen hastaların ve hayvanların otopsilerinde hasarlı olarak' bulunur. (ileriye bakınız).
Letarjik ensefalitin, bazen diskinezilerin yanı sıra demansa da neden olduğunu daha önce görmüştük. Diskinezilere neden olan diğer bazı hastalıklar da demansa yol açma eğilimindedir. Diskinezileri bir şekilde TD'yi taklit eden Huntington koresi, genellikle ciddi zihinsel bozulmaya neden olur. En karakteristik patoloji bazal ganglionlarda (kaudat ve putamen) bulunurken, frontal ve temporal loblarda daha az şiddetli doku kaybı görülür. (Adams ve Victor, 1985). Huntington hastalığındaki otopsi bulguları, nöroleptik tedavi gören bazı hastalarda yapılan otopsi çalışmalarında bulunan bulgulara benzerdir, ancak daha şiddetlidir. (Brown ve ark. , 1986).
İlgili literatürün incelenmesi ve kendi elektroensefalografi çalışmalarına dayanarak, Koshino ve arkadaşları (1986) bizimle aynı sonuca varmıştır: "TD ve Huntington koresinin EEG benzerlikleri tartışılmış ve sadece bazal gangliyonun değil, aynı zamanda serebral korteksin de TD gelişiminde rol oynayabileceği öne sürülmüştür." (s. 34) Motor kontrolünü etkileyen Parkinson hastalığı da sıklıkla zihinsel yeteneklerin kademeli olarak kaybıyla ilişkilendirilir ve bazen demansa yol açar. Nöroleptik tedavi gibi, Parkinson hastalığı da sıklıkla 'duygusal tepkilerde körelmeye veya yavaşlamaya' neden olur. Parkinson hastalığının karakteristik lezyonları, substantia nigra'da bulunur. (Adams ve Victor, 1985).
Zihinsel bozulmanın, 'bazal gangliyon ve substantia nigra hastalıklarıyla' ilişkilendirilmesi, 'subkortikal demans' kavramının ortaya çıkmasına yol açmıştır. (Huber ve Paulson, 1985). Bu formülasyona göre, bir demans türü, serebral korteks yerine, 'bazal gangliyon ve çevresindeki yapıların hasar görmesinden' kaynaklanabilir. Subkortikal demans hastaları, kortikal demans hastalarına çok benzerler; ancak 'konuşma' gibi daha yüksek 'kortikal işlevlerde bozulmaya' dair çok fazla kanıt olmadan, 'daha depresif ve ilgisiz olma' eğilimindedirler. Subkortikal demans hastaları, 'zihinsel işlevlerde yavaşlama ve ilerleyici hafıza bozukluğu' gösterirler. Huber ve Paulson bağlantıyı kuramasa da, nöroleptiklerin kalıcı zihinsel işlev bozukluğu ve bozulmaya yol açmasının olası mekanizmalarından biri de subkortikal demanstır; ancak başka olası mekanizmalar da mevcuttur. (aşağıya bakınız).
Letarjik ensefalitten ve Huntington ve Parkinson hastalıkları gibi diğer hastalıklardaki subkortikal demanstan önemli bir ders çıkarılabilir.
Bazal gangliyonlar ve substantia nigra'daki dopamin nörotransmisyonundaki uzun vadeli farmakolojik değişiklikler, yalnızca hareket bozukluklarına değil, aynı zamanda demans da dahil olmak üzere ciddi ve potansiyel olarak geri döndürülemez bilişsel işlev bozukluklarına da yol açma potansiyeline sahiptir. Bu gözlemler, nöroleptiklerin ilaç kullanan hastalarda kalıcı zihinsel işlev bozukluğuna ve beyin hasarına neden olup olamayacağına karar vermede son derece önemlidir.
-Nöroleptik Nörotoksisite...
Deniker (1970, 1971), kendisinin ve Delay'in ilk nöroleptiklerin nörotoksisitesinin gayet iyi farkında olduklarını belirtmektedir. Literatürdeki birçok kaynakta ilaçların "nörotoksisitesinden" de bahsedilmektedir. (örneğin, DiMascio ve Shader, 1970; Famuyiwa ve ark. , 1979; van Sweden, 1984). Rutin tedavide çoğu hastada 'parkinson sendromu, distoni, akatizi ve titreme' gibi nörotoksisite belirtilerinden biri veya birkaçı görülür. Dozajla az çok orantılı olarak gelişen 'ilgisizlik, ilgisizlik (/kayıtsızlık) ve uyuşukluk' da toksik reaksiyonlara bağlanabilir. (Breggin, 1983).
Nöroleptik malign sendrom gibi ilaçlara karşı zaman zaman görülen şiddetli reaksiyonlar, bir zamanlar korkulan letarjik ensefalitin tanımlanan akut fazını yakından taklit eder. Nöroleptik malign sendrom, 'aşırı diskineziler, kas hipertonisitesi, bilinç bozukluğu, hipertansiyon ve otonom sinir sistemi instabilitesi ile birlikte şiddetli merkezi sinir sistemi zehirlenmesi 'belirtilerini içerir. (Guze ve Baxter, 1985; Levenson, 1985). Vakaların %10-20'si ölümcüldür. Hastaların küçük bir yüzdesinde bile (tahmini %1-2 veya daha az) böylesine aşırı toksik bir reaksiyonun görülmesi, bu ilaçların, 'zarar verici potansiyelini' bir kez daha göstermektedir.
Nöroleptiklerin beyindeki protein sentezi, 'mitokondriyal aktivite, membran yapısı ve çoğu enzim' dahil olmak üzere birçok biyokimyasal süreç üzerindeki 'olumsuz etkileri', kapsamlı bir çalışma bütününde açıklanmıştır. (Matsubara ve Hagihara, 1968; Teller ve Denber, 1970). Dopamin, 'gama-aminobütirik asit (GABA) ve asetilkolin dahil olmak üzere çeşitli nörotransmitter sistemleri' etkilenir. (APA, 1980, s. 75-79). Protein sentezi, bazal ganglionlarda maksimum düzeyde inhibe edilir (Sellinger ve Azcurra, 1970). Bu bulgu, nöroleptiklerin beynin bu bölgesi üzerindeki etkisini gösteren birçok kaynaktan gelen kanıtlarla tutarlıdır. (aşağıya bakınız).
Dikkatler 'dopaminerjik nöronların blokajına 'odaklansa da, nöroleptiklerin, 'beyindeki birçok süreci bozduğu' unutulmamalıdır. Bu ilaçların birçok olumsuz etkisinin, etkilerinin karmaşıklığı ve mevcut yöntemlerimizle tespit edilmesinin zorluğu nedeniyle dikkatimizden kaçabileceğini öngörmeliyiz. Nöroleptiklerin genel nörotoksik etkisi, beyin ve zihin işlevlerine yönelik potansiyel tehlikeler konusunda bir uyarı daha sunmaktadır.
-Nöroleptikler, Tardif Diskinezi ve Dopamin Nöronları...
TD, kısmen 'substantia nigra'nın A9 bölgesindeki dopaminerjik nöronların nöroleptik kaynaklı kronik inhibisyonu sonucu' oluşur. Bu A9 nöronları, 'dopamin salınımını uyardıkları striatal çekirdeklere (kaudat ve putamen), projeksiyon' yapar. A9 nöronlarının 'nöroleptik blokajının' ardından, striatumdaki 'postsinaptik dopamin reseptör' hedefleri, hem 'dopamin reseptörlerinin sayısında hem de duyarlılıklarında' telafi edici bir artışa uğrar. Striatumdaki bu dopamin reseptörü aşırı duyarlılığı veya hiperreaktivitesi, TD'ye neden olur. (Chiodo ve Bunney, 1983; Jenner ve Marsden, 1983; Jeste, lager ve Wyatt, 1986). Son zamanlarda ilgi çeken bir nokta da, putamen'deki dopamin reseptörlerinin 'nöroleptik blokajının' PET taramasında gösterilmiş olmasıdır. (Farde, Wiesel, Halldin ve Sedvall, 1988).
TD için dopamin modeli, nöroleptiklerin ilk etkisinin 'Parkinson hastalığını (motor yavaşlama) taklit ederken, ilaçların gecikmiş etkilerinin (hiperkineziler) Huntington koresini taklit ettiğini' göstermektedir. Parkinson hastalığının 'karakteristik lezyonları' substantia nigra'da bulunur. (Adams ve Victor, 1985). Substantia nigra, nöroleptikler tarafından 'işlevi hızla engellenen, dopamin nöronlarının bulunduğu' yerdir. Huntington koresinin karakteristik lezyonları striatumda [kaudat ve putamen] bulunur. (Adams ve Victor, 1985). Striatum, 'kronik nöroleptik inhibisyondan kaynaklanan gecikmiş TD aşırı duyarlılığının ortaya çıktığı' yerdir. Bu, daha önce belirttiğimiz bir noktayı vurgular: nöroleptik etkiler, 'hem motor bozukluğa hem de ciddi bilişsel işlev bozukluğuna neden olan nörolojik hastalıklarla' paralellik gösterir.
En yüksek zihinsel merkezlere yönelik nöroleptik tehdit, benzer nöroleptik inhibisyona duyarlı dopaminerjik nöronların, 'duygusal ve zihinsel aktiviteleri düzenleyen mezolimbik sistem ve korteks de dahil olmak üzere beynin en yüksek merkezlerinde bulunduğu' fark edildiğinde belirginleşir. Bu nöronların gövdeleri ventral orta beyin tegmentumundan (A10) kaynaklanır ve aksonlarını, 'nucleus accumbens (çekirdek akumbens), septal çekirdekler, amgydala ve frontal ve singulat korteks' dahil olmak üzere limbik ve kortikal yapılara yansıtır ve burada dopamin salınımını uyarır. (Adams ve Victor, 1985; Chiodo ve Bunney, 1983; White ve Wang, 1983).
Marsden (1976), beynin en yüksek merkezlerinde geri döndürülemez nöroleptik kaynaklı hasarın - tardif diskineziye benzer şekilde - tehlikesine işaret eden az sayıdaki kişiden biriydi. Lancet'e yazdığı bir mektupta, "Uzun süreli nöroleptik tedavi, striatal dopamin reseptörü etkisinde görünüşte kalıcı bir değişikliğe neden olabiliyorsa, aynı şeyin mezolimbik kortikal dopamin reseptörlerinde de meydana gelebileceği varsayılmalıdır" diye belirtmiştir. (s. 1079).
Hayvan araştırmaları, 'dopamin reseptörlerinin aşırı duyarlılığının, - striatumda olduğu gibi - mezolimbik ve serebral korteks bölgelerinde' de geliştiğini (Chiodo ve Bunney, 1983; White ve Wang, 1983) ve nöroleptik tedavinin sonlandırılmasından sonra kronikleşebileceğini doğrulamıştır. (Jenner ve Marsden, 1983; Rupniak, Jenner ve Marsden, 1983).
Tardif diskinezinin hayvanlarda yeniden üretilmesi zor olsa da, Gunne ve Haggstrom (1985), 'maymun ve sıçanlarda hem akut hem de geri dönüşümsüz diskineziler' oluşturabilmişlerdir. Kalıcı diskinezilerde, 'bazal gangliyonlarda ve ilgili bölgelerde (substantia nigra, medial globus pallidus ve nükleus subtalamicus), geri dönüşümsüz biyokimyasal değişikliklere' dair kanıtlar göstermişlerdir. Değişikliklerin, dopamin sisteminin baskılanmasını ve buna bağlı olarak hiperreaktivite veya aşırı duyarlılığı yansıttığı düşünülüyordu. Yazarlar, dopamin sistemlerinin 'limbik bir bileşeninin 'dahil olduğunu buldular.
Birçok araştırmacı, mezolimbik ve kortikal dopamin sisteminin inhibisyonu ile klinik körelme veya apati oluşumu arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir. (White ve Wang, 1983; Breggin, 1983'te incelenmiştir). Nöroleptikleri 1954'te Kuzey Amerika'ya getiren Lehmann (1975), şu basit gözlemi sunmuştur: "Nöroleptik ilaçlar, 'yükselen retiküler aktive edici oluşum' üzerindeki etkileriyle karakterize edilir ve bu da dış ve iç uyaranlara karşı tepkiselliğin ve spontan aktivitenin azalmasına neden olur. Ayrıca, limbik sistem üzerindeki etkileri duygusal uyarılmanın körelmesine yol açar." (s. 28)
Nöroleptiklerin şu anda A10 bölgesindeki nöronların aktivitesini, daha yüksek beyin merkezlerine projeksiyonlarıyla baskıladığı, rutin klinik kullanımda nöroleptiklerin ürettiği 'ilgisizlik, kayıtsızlık veya apati' ile klinik olarak doğrulanmaktadır. Daha önce ayrıntılı olarak analiz edildiği gibi (Breggin, 1983), bu etki, lobotomi ve yeni psikocerrahi yöntemleriyle limbik sistem liflerinin, cerrahi olarak kesilmesinin klinik etkisiyle yakından paralellik göstermektedir. Nöroleptiklerin etkisini 'kimyasal lobotomi' olarak nitelendirmek abartı olmaz.
Özetle, dopamin nöronları 'bazal gangliyonların, limbik ve serebral kortikal bölgelerin' işleyişinde önemli bir rol oynar ve bireyin en yüksek zihinsel yaşamında kritik öneme sahiptir. İnsan ve hayvan araştırmalarından elde edilen kanıtlar, nöroleptiklerin dopamin nörotransmitter sistemlerini baskıladığını doğrulamaktadır. Nöroleptiklerin zihin üzerindeki etkisi, bu nöronal sistemlerin inhibisyonuyla açıklanabilir.
Son olarak, hayvan deneyleri, kronik nöroleptik tedavisinin 'limbik-kortikal sistemi, striatumda olduğu gibi etkilediğini ve dopamin reseptörlerinde kalıcı bir reaktif aşırı duyarlılık yarattığını' ortaya koymaktadır. Bu tür gözlemlerden, nöroleptik tedavi edilen hastalarda 'kalıcı bilişsel eksikliklere, tardif demansa ve beyin atrofisine' neden olabilen tardif diskinezinin 'limbik ve kortikal eşdeğerini' bekleyebiliriz.
Ek olarak, substantia nigra'daki (A9) bazı dopamin nöronları, striatum yerine kortekse projeksiyon yapar. Bu nöronlar, nöroleptikler tarafından bloke edilir ve bu kortikal projeksiyonlardaki işlev bozukluğunun, en üst düzey zihinsel işlevler üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olması beklenebilir. Ayrıca, striatumun 'kendisinin salt motor bir alan olmadığı ve daha üst düzey zihinsel işlevlerle ilişkili olduğu' bir süredir bilinmektedir. (örneğin, Adams ve Victor, 1985; Brodal, 1969). Striatum, limbik sistem ve serebral korteks arasında birden fazla bağlantı vardır. Gualtieri ve Barnhill (1988) yakın zamanda bu gözlemleri doğrulamıştır:
"Kalıcı TD, muhtemelen geri döndürülemez striatal hasarın bir sonucudur. Ancak korpus striatum, motor kontrolünden daha fazlasından sorumludur; çok çeşitli karmaşık insan davranışlarını etkileyen karmaşık bir organdır. Striatal dokuyu etkileyen hiçbir hastalığın, yalnızca motor sonuçları olduğu bilinmemektedir; Parkinson ve Huntington hastalıkları bunlardan sadece iki örnektir." [alıntılar silindi] (s. 150)
Striatum ile zihinsel işlev arasındaki ilişkiyi vurgulayan bir diğer gerçek ise, striatumun memeli evriminde beynin en yüksek merkezlerinin gelişimiyle yakından ilişkili olmasıdır. Striatum, korteksin gelişimiyle paralel olarak boyut olarak artar. Striatumun kaudat ve putamen kısımları, embriyonik gelişimin en ön segmenti olan ve frontal loblar ve serebral korteks de dahil olmak üzere serebral yarımkürelerin de ortaya çıktığı telensefalondan evrimleşir. Striatum ayrıca, 'bireyin uyarılmasında ve genel duygusal enerji seviyesinde' kilit rol oynayan retiküler aktive edici sistemle de bağlantılıdır. Striatum ve ilgili yapıların hasar görmesi, yeterince şiddetliyse, Huber ve Paulson (1985) tarafından tanımlanan subkortikal demans da dahil olmak üzere kalıcı bilişsel eksikliklere ve demansa yol açması beklenir. [yukarıya bakınız].
Dolayısıyla, nöroleptik kaynaklı 'kalıcı bilişsel işlev bozukluğu, geç psikoz ve geç demansın' gelişiminde birkaç ilişkili mekanizma vardır: Dopamin nöronlarında hasar ve mezo-limbik ve kortikal bölgelerdeki dopamin reseptörlerinin aşırı duyarlılığı ve beynin en üst kısımlarıyla zengin bağlantıları olan striatumun kendisinde benzer hasar ve işlev bozukluğu. Nöroleptiklerin, lobotomi benzeri apati veya ilgisizlik de dahil olmak üzere, daha yüksek zihinsel işlevlere kalıcı zarar vermesi kaçınılmaz görünmektedir.
-Nöroleptik Maruziyetinden Kaynaklanan Beyin Yapısal Hasarı...
Hayvanlarda nöroleptik tedavinin bir sonucu olarak ortaya çıkan kalıcı biyokimyasal değişikliklere (dopamin aşırı duyarlılığı) dair kanıtları kısaca inceledik. Sinir hücrelerinde kalıcı hasara dair de benzer kanıtlar mevcuttur.
Hayvanlarda kronik nöroleptik uygulamasından sonra bazal gangliyonlarda 'hücre dejenerasyonu ve ölümü' de dahil olmak üzere 'yapısal beyin hasarına' dair kanıtlar bulunmuştur. (Pakkenberg, Fog ve Nilakantan, 1973'te incelenmiştir). Pakkenberg ve arkadaşları (1973), bir yıl boyunca sıçanlara uzun süreli küçük dozlarda perfenazin (30,9 mg) uygulamış ve bazal gangliyonlardaki hücre sayısında önemli bir azalma bulmuş, ancak kortekste bu azalmaya rastlanmamıştır. Bulgularını nöroleptik tedavi gören hastalarda görülen atrofiye bağlamışlar ancak "Ancak, fenotiyazin türevleriyle tedavinin de buna neden olup olamayacağı şüphelidir, çünkü bu ilaçlarla tedavi uygulanmaya başlamadan önce şizofreni hastalarında da serebral atrofi bulunmuştur." iddiasında bulunmuşlardır.
Sonuçları mantıklı değildir: Şizofreni serebral atrofiye neden olsun ya da olmasın, nöroleptikler de buna neden olabilir. Ayrıca, daha önce de belirtildiği gibi, nöroleptik öncesi otopsiler, ilaç döneminden önceki şizofreni hastalarında tutarlı bir atrofi bulgusu ortaya koymamıştır. Nielsen ve Lyon (1978), otuz altı haftalık nöroleptik tedaviden sonra sıçanların striatumunda hücre kaybı tespit etmişlerdir. "Sonuçlar ayrıca, uzun süreli nöroleptik tedavinin kalıcı, geri dönüşümsüz anatomik değişikliklere yol açabileceğini göstermektedir" sonucuna varmışlardır. (s. 85).
Genellikle daha kısa süreli bazı hayvan çalışmalarında bazal gangliyonlarda hasar bildirilmemiştir; ancak bunların neredeyse tamamı, daha yaygın nitelikte ciddi ve kalıcı hasar tespit etmiştir. Sıçan korteksinde, 1-5 haftalık trifluoperazin uygulamasından sonra değişiklikler tespit edilmiştir. (Romasenko ve Jacobson, 1969). "Bazı damarların duvarlarında homojenleşme" ve "hiperkromik ve buruşuk sinir hücrelerinin" sayısında artış gibi birçok anormallik tespit edilmiştir. (s. 26).
Tedavinin kesilmesinden bir ay sonra, bazı hayvanlarda herhangi bir anormallik görülmemiştir; ancak sayısı belirtilmeyen bazı hayvanlarda görülmüştür: "Bazı deney hayvanlarında kontrol grubuna göre daha fazla hiperkromik sinir hücresi bulunmuştur." (s. 29). Buna karşılık gelen biyokimyasal anormallikler de vardı. Özette, "sadece hafif değişiklikler olduğu ve morfo-histokimyasal çalışmamıza göre bunların geri döndürülebilir olduğu" belirtiliyordu. (s. 23). Bu sonuç, başlangıçtaki ciddi değişiklikleri ve tedavinin kesilmesinden bir ay sonra bazı kalıcı patolojileri doğrulayan verilerle desteklenmiyordu.
Kobaylarda, günde 10 mg klorpromazin ile 4-13 haftalık tedaviden sonra hücre ölümü de dahil olmak üzere yaygın nöropatoloji tespit edildi. (Mackiewicz ve Gershon, 1964). "Nöronlarda kronik değişikliklerin oldukça yaygın olduğu" ve "hücre gövdesinde vakuolizasyon, nöronofaji ve eşlik eden glial reaksiyon"u içerdiği bulundu. (s. 168). Retiküler formasyon özellikle etkilenmiş ve hasar, tedavi süresiyle birlikte artmıştır.
Kilogram başına 0,5 ila 5 mg'lık "nispeten düşük" bir klorpromazin dozundan sonra, Popova (1967), sıçan beyinlerinde 'duyusal-motor korteks, orta beyin, hipotalamus, talamus ve retiküler formasyon' da dahil olmak üzere birçok bölgede "sinir hücresi gövdelerinin şişmesi, kromatoliz ve vakuolizasyonu" (s. 87) gibi yapısal değişiklikler bulmuştur. Retiküler formasyondaki değişiklikler, fizyologlar tarafından fark edilen işlevlerinin inhibisyonuyla ilişkiliydi.
Coin (1975), dört haftalık bir tedavinin sona ermesinden iki ay sonra sıçanlarda kortikal beyin hücrelerinin nükleer hacminde bir azalma bulmuştur. Haloperidol ile tedavi süresi. Hasarın, serebral korteksin ötesinde lokalize edilmesi için herhangi bir girişimde bulunulmadı.
Hayvan çalışmaları üzerine yapılan incelemeler yanıltıcı olabilir. Örneğin, APA Görev Gücü'nün TD Raporu'nda (APA, 1980), "hayvanlara akut veya uzun süreli antipsikotik ilaç uygulamasını takiben yapılan nöropatolojik çalışmalar, beyinde spesifik veya lokalize patolojik değişiklikleri ikna edici ve tutarlı bir şekilde göstermemiştir" ifadesi yer almaktadır. (s. 57). Rapor, yukarıdaki paragrafta incelediğimiz dört çalışmayı kanıt olarak listelemiştir. APA yorumuna rağmen, dört çalışma da önemli bir açıdan ikna edici ve tutarlıydı: nöronal hasar ve ölüm şeklinde yaygın, şiddetli ve geri döndürülemez değişikliklerin bulunması.
Dahası, Görev Gücü tarafından listelenen çalışmalar, beklenen bölgede, yani bazal gangliyonlarda tutarlı lokalize hasar göstermemiş olsa da, nöroleptiklere maruz kalma süresi çok kısa olmuş ve tek dozdan on üç haftalık tedaviye kadar değişmiştir. Önemli olan, nöroleptiklere daha uzun süreli maruz kalma içeren hayvan çalışmaları - bir yıl (Pakkenberg, Fog ve Nilakantan, 1973) ve 36 hafta (Nielsen ve Lyon, 1978) - bazal gangliyonlarda beklenen nöronal bozulmayı göstermiştir. Bu bulgular, nöroleptiklerin kronik uygulamadan sonra bazal gangliyon fonksiyonunda kalıcı değişiklikler üretme kapasitesini ortaya koymaktadır.
Tüm sıçan çalışmaları, kalıcı hasar göstermemektedir. Pakkenberg grubunun (Fog, Pakkenberg, Juul, Bock, Jorgensen ve Andersen, 1976) yaptığı bir takip çalışması, 4 ila 6 aylık daha kısa süreli tedavilerde sıçan beyninde geri döndürülemez bir değişiklik tespit etmemiş ve zaman faktörünün anahtar rol oynadığı sonucuna varmıştır. Benzer şekilde, Gerlach (1975), 6 ve 12 aylık tedaviden sonra herhangi bir değişiklik tespit etmemiş ve "nöroleptiklerin, nigro-striatal sistem üzerinde geri döndürülemez bir nörotoksik etki gösterebileceği varsayılabilir" (s. 53) sonucuna varmıştır; ancak bu etkinin yaşlanma veya daha uzun süreli maruziyet gerektirdiği ve ışık mikroskobuyla fark edilemeyen birçok değişikliğin meydana gelebileceği sonucuna varmıştır.
Özetle, çoğu hayvan çalışması, nöroleptiklere nispeten kısa süreli maruziyetten sonra hücre ölümü de dahil olmak üzere geri döndürülemez nöronal hasar bildirmektedir. Nöroleptiklere daha uzun süreli maruziyetten sonra, hasarın beklenen lokalizasyonu genellikle bazal gangliyonlarda ve substantia nigra'da görülür. Hayvan çalışmalarındaki bu bulgular, tedavi sürelerinin nispeten kısa olması ve bazı raporlardaki nispeten düşük dozlar göz önüne alındığında özellikle dikkat çekicidir.
Bir yıl "uzun vadeli" olarak kabul edilir. İnsanlar genellikle nöroleptiklere 'uzun yıllar, bazen on yıllarca, bazen de çok yüksek dozlarda' maruz kalmaktadır. Ayrıca, küçük kemirgenlerin beyinlerinin, çoğu toksik ajanın neden olduğu hasara karşı büyük memelilere göre 'çok daha dirençli olduğu' iyi bilinmektedir.
-Tardif Psikoz (/geç psikoz "Tardive Psychosis"), Tardif Demans (Tardive Dementia) ve Yaşlılık Psikozu (Senile Psychosis)...
Daha önce tartışılan tardif psikozun tanımlanması, 'nöroleptiklerin, kalıcı bilişsel işlev bozukluğuna neden olabileceğine' dair daha sağlam kanıtlar desteklemektedir. Bu çalışmaların yazarları (Chouinard ve Jones, 1980; Csernansky ve Hollister, 1982), nedenselliği şizofreniye değil, nöroleptiklere bağlamaktadır. Tardif psikozun 'ilaç tedavisinin uzunluğu ve ilaç kesilmesiyle' ilişkisi ikna edicidir. Ayrıca, bu hastalar sıklıkla 'toksik ilaç reaksiyonlarından kaynaklandığı bilinen ancak şizofreniden kaynaklanmayan, organik bir beyin sendromundan' muzdariptir.
Yaygın 'bilişsel işlev bozukluğu ve bunama' genellikle toksik ilaçlar gibi 'beyne, organik bir hasar verilmesinden' kaynaklandığından, bilişsel işlev bozukluğu ve bunama üzerine çalışmalar yapanlar, genellikle şizofreni yerine 'nöroleptikleri' olası neden olarak tanımlarlar. (DeWolfe ve ark., 1988; Goldberg, 1985; Grant, Adams, Carlin, Rennick, Lewis ve Schooff, 1978; Grant, Adams, Carlin, Rennick, Judd ve Schooff, 1978; Gualtieri ve Barnhill, 1988; Gualtieri ve ark., 1984, 1986; Ivnik, 1979; Jones, 1985; Myslobodsky, 1986; Wade ve ark., 1987; Wilson ve ark., 1983 dahil olmak üzere önceki incelemelere bakınız).
Yaşlılıkta psikoz bazen hareket bozukluklarıyla birlikte kendiliğinden ortaya çıkar ve ikisi arasındaki ilişki muhtemelen beyindeki dopamin sisteminin bozulmasıyla ilişkilidir. (Lohr ve Bracha, 1988). Bu bozukluklar, ilaçlardan ziyade yaşlanmayla ortaya çıksa da, bu bulgu 'dopamin sistemindeki anormalliklerin hem hareket bozukluklarına hem de zihinsel işlev bozukluğuna neden olduğu' gerçeğini daha da doğruluyor ve nöroleptik tedavinin de 'dopamin nörotransmisyonu bozukluklarına' yol açtığını ve aynı 'olumsuz kombinasyonun' makul bir şekilde beklenebileceğini gösteriyor.
-Beyin Görüntüleme Çalışmaları...
CAT, MRI ve PET taramalarının yanı sıra PEG'e (Bölüm I) dayalı çalışmalar, nöroleptiklerle tedavi edilen şizofreni hastalarında atrofi bulgularının nedeni olarak şizofreni ile nöroleptikler arasında ayrım yapmada çok yararlı olmadığını kanıtlamıştır. Bu çalışmaların yazarları, etiyoloji konusundaki sonuçlarında bölünmüştür; bazıları şizofreniyi (Golden ve ark. , 1980; Johnstone, Crow, Frith, Husband ve Kreel, 1976; Johnstone, Crow, Frith, Stevens, Kreel ve Husband, 1978; Shelton ve ark. , 1988; Weinberger ve ark. , 1979, 1980) desteklerken, diğerleri nöroleptikleri desteklemektedir. (DeMeyer, Gilmore, DeMeyer, Hendrie, Edwards ve Franco, 1984; DeMeyer, Gilmore, Hendrie, DeMeyer ve Franco, 1984; Famuyiwa ve ark. , 1979; Sabuncu ve ark. , 1977). Famuyiwa ve ark., bulgularının başka çalışmalarla doğrulanması halinde "ilaç tedavisi politikasında köklü değişikliklere ihtiyaç duyulduğunu" öne sürmüşlerdir. (s. 504).
Bazen, bir veya daha fazla çalışmanın 'ilaçsız veya nispeten ilaçsız şizofreni hastalarında atrofi gösterdiği' iddiaları ortaya atılmıştır; ancak inceleme, bu çalışmalardan bazılarının yetersiz veya yanlış yorumlandığını ve daha fazla sayıda çalışmanın 'şizofreni hastalarında tedavilerinin erken dönemlerinde atrofiyi tespit edemediğini' ortaya koymuştur. Beyin görüntüleme çalışmalarının bazı yazarları tarafından şizofreni etiyolojisi lehine kullanılan argümanlar, aşağıdaki bölümde daha ayrıntılı olarak değerlendirilecektir.
-Nedeni olarak şizofreni...
Şizofreninin neden olduğuna dair alternatif görüşü destekleyen herhangi bir çelişkili neden veya kanıt var mı? Weinberger (1984) ve diğerleri, 'nöroleptiklerin, beyin atrofisine ve ilişkili bilişsel kayıplara neden olmadığını' savunmuşlardır. Bu argümanın temel dayanağı, 'yaşam boyu nöroleptik alımı ile atrofi ve bilişsel değişikliklerin derecesi veya varlığı' arasında varsayılan bir korelasyon eksikliğidir. Ancak araştırmacılar, yaşam boyu nöroleptik alımını 'ayrı bir değişken olarak doğrudan ölçmüş' değillerdir. Bunun yerine, psikiyatrik bozukluğun süresini ölçerler ve 'nöroleptiklere toplam maruziyetin, psikiyatrik bozukluğun süresiyle birlikte arttığını' varsayarlar.
Bu argümanın ciddi kusurları vardır. İlk olarak, şizofreniye karşı da bir neden olarak kullanılabilir. Psikiyatrik bozukluğun süresi (aslında ölçülen değişken!) ile hasar arasında bir korelasyon yoksa, psikiyatrik bozukluğun neden olması pek olası görünmemektedir.
İkinci olarak, bu önermeleri tamamen doğru değildir. Şizofreninin atrofiye neden olduğunu savunanlar, tedavi edilmeyen şizofreni hastalarının da 'atrofi' gösterdiği iddialarını savunmak için bazen bir veya iki çalışmaya (Schulz vd. , 1983; Weinberger vd. , 1982) atıfta bulunurlar. Bu çalışmaları inceledik ve ikna edici olmadıklarını ve birkaç başka çalışmayla çeliştiklerini gördük. (Benes vd. , 1982; Iacono vd. , 1988; Jernigan vd. , 1982; Tanaka vd. , 1981). Nispeten tedavi görmemiş hastalarda atrofiyi gösterdiği zaman zaman belirtilen bir başka çalışmanın (Nyback vd. , 1982), çoğu birden fazla hastaneye yatış geçirmiş ve uzun yıllar tedavi görmüş kırk beş yaşın altındaki hastaları kapsadığı ortaya çıktı. Ayrıca, bu argüman beyin bozukluklarının nedenine dair pek fazla ışık tutmuyor, çünkü nöroleptiklere maruz kalmanın veya şizofreninin zararlı etkisini göstermesi muhtemelen zaman alacaktır.
Üçüncüsü, yaşam boyu nöroleptik alımı ile tardif diskinezi arasında hiçbir zaman iyi bir korelasyon kurulmamış olsa da, nöroleptiklerin 'tardif diskineziye neden olduğunu' biliyoruz. (APA, 1980; Fann ve ark. , 1980; Jenner ve Marsden, 1983; Jeste ve Wyatt, 1982). Bu nedenle, yaşam boyu nöroleptik alımı ile atrofi veya demans arasında daha kesin bir korelasyon kurmanın zorlaşması şaşırtıcı değildir.
Genel olarak, 'şizofreninin, beyin atrofisine ve kalıcı bilişsel kayıplara neden olduğunu' varsayan araştırmacılar, ikna edici bir kanıt veya rasyonel bir gerekçe sunmamaktadır. Öte yandan, BT taramalarında bulunan 'atrofinin, şizofreninin ürünü olamayacağına' inanmak için oldukça ikna edici bir neden bulunmaktadır. Beyin atrofisi, BT taramasına kıyasla doğrudan postmortem patolojik incelemede çok daha doğru ve kesin bir şekilde değerlendirilir. Gerçek patoloji, eğer varsa, doğrudan gözlem ve mikroskobik çalışmalarla daha kolay tanımlanabilir ve doğru bir şekilde ölçülebilir. Ancak nöroleptik kullanımından önce şizofreni hastaları üzerinde yapılan yüzlerce otopsi çalışmasında tutarlı bir beyin atrofisi bulgusuna rastlanmamıştır.
Adams ve Victor'un (1985, s. 1150) bakış açısına göre, şizofrenik beynin BT incelemeleri, - doğrulayıcı post-mortem patolojik çalışmalar olmadan - şüpheli bir değere sahip olacak kadar çıkarımsaldır. BT, MR ve PET beyin taramalarının birleşiminden elde edilen artan kanıtların, incelediğimiz diğer birçok bulguyla örtüşen bir beyin anormalliğine işaret ettiğine inanıyorum. BT taramaları Adams ve Victor'un öne sürdüğü gibi kesin sonuç vermese bile, kalan kanıtlar yine de nöroleptiklerin neden olduğu 'kronik bilişsel işlev bozukluğu ve bunamanın' varlığını doğrulayacaktır. Daha da önemlisi, BT taramasının göreceli duyarsızlığı, nöroleptik öncesi dönemde otopside benzer bulguların tespit edilememesinin önemini vurgulamaktadır.
Beyin atrofisi gibi belirgin bir bulgunun tutarlı bir şekilde araştırılması, nöroleptik öncesi dönemde doğrudan ölüm sonrası patolojik incelemeyle reddedilmişti. Weinberger ve Kleinman (1986), 1950 yılına gelindiğinde 250'den fazla çalışmanın şizofrenide ciddi bir patolojik kusur bulduğunu ve "bu iddiaların büyük çoğunluğunun ya hiç tekrarlanmadığını, tekrarlanamayacağını ya da yapay olgular olduğunun gösterildiğini" tahmin etmiştir. Bu görev o kadar sinir bozucuydu ki, "çaba 1950'lerde sekteye uğradı". (s. 52).
Noyes ve Kolb'un Modern Klinik Psikiyatri "Modem Clinical Psychiatry" (1958, s. 387-389) adlı eserinde, nöroleptik öncesi çalışmalara dayanarak, beyin atrofisi gibi ciddi bir sorundan bahsetmeye bile gerek kalmadan, herhangi bir türde tutarlı bir nöropatolojik sorun bulunamaması incelenmiş ve "mevcut görüş eğiliminin" şizofreniyi "yaşam koşullarına verilen hatalı bir tepkiye" bağladığı sonucuna varılmıştır. Yine nöroleptik öncesi çalışmalara dayanarak, Amerikan Psikiyatri El Kitabı "The American Handbook of Psychiatry" (1959) adlı eserinde Arieti, şizofreninin nöropatolojisine dair umutların "yetersiz kaldığını" tespit etmiştir. (s. 488).
Daha sonraki ders kitapları, şizofreniklerin 'beyinlerinde büyük patolojik değişiklikler' olma olasılığından bahsetmeye tenezzül etmeyecektir, çünkü bu soru, herhangi bir bulguya ulaşılamaması nedeniyle rafa kaldırılmıştır. (örneğin, Nicholi'nin Harvard Modern Psikiyatri Rehberi, 1978).
Tardif Diskinezi Görev Gücü (APA, 1980), nöroleptik tedavi gören hastalarda beyin atrofisinin ilk BT taraması bulgularına kısaca değindiğinde, "bu gözlem oldukça şaşırtıcıdır çünkü kronik şizofreniklerin daha önceki nörolojik değerlendirmeleriyle tutarlı değildir; daha ileri düzeyde eleştirel değerlendirme gerektirmektedir" demiştir. (s. 59).
"Şizofren hastalarda serebral atrofi, genişlemiş ventriküller, nörolojik defisitler veya bunama var mıdır?" sorusuna yanıt olarak Lidz (1981) şunu gözlemlemiştir: “...100 yıldır araştırmacılar, şizofreninin nöropatolojik veya fizyopatolojik bir nedenini bildirmektedir. Sorun şu ki, böyle bir bulgu tekrarlanmamıştır. Hasta bunamadan muzdaripse, tanı şizofreni değildir.” (s. 854) Lidz, BT tarama çalışmalarını aynı araştırmacıların şizofreninin fiziksel bir temelini bulmaya yönelik diğer ateşli girişimleriyle ilişkilendirmiştir. Lidz bunun yerine 'ilaçların ve şok tedavisinin, beyin üzerindeki etkisinin hesaba katılmasını' önermiştir.
"İlaç döneminden önce postmortem incelemede tutarlı serebral atrofi bulgularına ulaşılamaması, BT taramalarında son zamanlarda görülen atrofi bulgularının şizofreninin değil, şizofreniklerin beynine yönelik yeni bir tehdidin sonucu olduğunu güçlü bir şekilde göstermektedir. Tek önemli yeni tehdit, halihazırda bir beyin hastalığı olan tardif diskineziye neden olduğu bilinen nöroleptik ilaçların yaygın kullanımıdır."
Şizofreni hastalarının kötüleşen bir beyin bozukluğuna sahip olduğundan şüphe etmek için diğer nedenler, Manfred Bleuler tarafından Şizofrenik Bozukluklar " The Schizophrenic Disorders" (1978) adlı kitabında incelenmiştir. Bleuler'in analizi, aşağıdaki özetin bazı temellerini oluşturmaktadır.
İlk olarak, beyin atrofisi ve bunama ile karakterize organik bozukluklar genellikle geri döndürülemezdir. Aksine, çoğunlukla ilerleyicidirler. Yine de Bleuler ve diğerleri tarafından, birçok şizofreni hastasının zamanla 'iyileştiği'; hastaların üçte biri veya yarısına kadarının yıllar içinde önemli ölçüde 'iyileşme gösterdiği' iyi belgelenmiştir.
İkincisi, bunama bozukluğu bir kez ilerledikten sonra, nadiren kendiliğinden düzelir. Yine de, bazı şizofreniklerin 'hastanede çıkan yangın gibi akut acil durumlara, geçici olarak büyük bir berraklık ve sorumluluk duygusuyla tepki verme yeteneklerine' dair çok sayıda klinik gözlem mevcuttur. Eugen Bleuler'in (1924) dediği gibi, "Çok heyecanlı, özellikle de kafası karışık bir hasta, bir dakikadan diğerine tamamen normal görünebilir, ancak saatler veya günler sonra önceki durumuna geri dönebilir." (s. 435).
Üçüncüsü, Manfred Bleuler'in bize hatırlattığı gibi, şizofreni hastaları klasik hastalık belirtileri göstermezler; hayatlarının en parlak döneminde psikotik olma eğilimindedirler. Zaman içinde, genellikle ilerleyici nörolojik kayıplarla ilişkilendirilen 'erken yaşlanma, halsizlik, nöbetler veya nörolojik belirti ve semptomlar' gibi fiziksel bozulma belirtileri gösterme eğiliminde değillerdir. Normal insanları etkileyen aynı hastalıklardan ölürler. - Bleuler, 208 hastayı onlarca yıl boyunca takip ederek, çoğunun "ileri yaşlarına rağmen" genel olarak sağlıklı kaldığını bulmuştur. (s. 450).
Dördüncüsü, şizofreni hastaları, kısa süreli hafıza sorunları da dahil olmak üzere, bunama bozukluğunun erken evrelerinin tipik belirtilerinden muzdarip değildir. Örneğin, 'Alzheimer hastalığı, multienfarkt demans ve Parkinson hastalığı, Huntington koresi veya multipl sklerozla ilişkili demans hastalarından' ayırt edilmeleri genellikle kolaydır. M. Bleuler'in (1978) belirttiği gibi, "Ancak şizofrenik psikozlarda, her ciddi hastalık durumunun arkasında 'eski entelektüel yeterlilik, sıcaklık ve duygusal derinlik' defalarca fark edilebilir." (s. 453).
Beşincisi, şizofrenik iletişimler, atrofi ve bunamaya yol açan genel bir beyin hastalığıyla ilişkili zihinsel bozulmadan çok farklı bir süreci işaret eder. Şizofrenlerin zihinsel işlevleri bozulmaz, aksine yanlış yönlendirilir veya psikolojik ve ruhsal olarak dengesizleşirler. Şizofrenler genellikle 'aşk, yaşam veya Tanrı'nın anlamı' üzerine psikolojik ve ruhsal çatışmaları ele alan alışılmadık ve karmaşık metaforlar kullanırlar. Çoğunlukla, varsayılan 'kötü veya yüce doğaları' kavramı etrafında büyük bir tutku sergilerler. Normal bir zihinsel yaşamda genellikle yalnızca bir veya iki belirli yanlış fikir (sanrı) ortaya çıkar ve bunlar, 'genel beyin işlevinin, normal olduğunu gösteren entelektüel bir canlılık ve yüksek derecede zihinsel keskinlikle 'savunulur.
"Bu noktalar, şizofreniye yol açan gizli bir biyokimyasal nedenin gelecekte keşfedilmesi olasılığını ortadan kaldırmaz, ancak 'şizofreninin beyin atrofisi ve bunamaya yol açan daha ciddi bir nörolojik bozukluğun nedeni olma olasılığını ortadan kaldırma' eğilimindedir. Beyin atrofisi ve bunama bulgularının şizofreniden kaynaklandığına inanmak için neredeyse hiçbir neden yoktur, ancak nöroleptik tedaviyi suçlamak için önemli nedenler vardır."
-Zihinsel Bozulma ve Beyin Hasarının Diğer Nedenleri...
Psikiyatri hastalarında, özellikle de uzun süreli akıl hastanelerinde yatanlarda 'zihinsel bozulma' çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir ve bu da belirli bir vakada 'kesin nedenler' bulma girişimlerini karmaşıklaştırır.
İlk olarak, akıl hastanelerinde ve bakım evlerinde uzun süreli kalışlar, tamamen psikososyal temelde ciddi ve kısmen 'geri döndürülemez zihinsel kapasite kayıplarına' neden olabilir.
İkinci olarak, psikoaktif ilaçlar zihinsel işlevleri uzun bir süre boyunca baskıladığında, birey beyninde hasar olmadan zihinsel işlevlerini geliştiremeyebilir veya kaybedebilir. Gelişimsel geriliği olanlarla ilgilenenler, özellikle nöroleptik tedaviden kaynaklanan kalıcı olgunlaşma baskılanması konusunda endişe duymaktadır. (Kuehnel ve Slama, 1984; Plotkin ve Rigling, 1979'daki kapsamlı incelemeler; ayrıca bkz. Breggin, 1983; Hartlage, 1965).
Üçüncüsü, kronik psikiyatri hastalarında zihinsel kayıplar ve hatta beyin hastalıkları, Marsden (1976), Jellineck (1976) ve diğerlerinin de belirttiği gibi, çeşitli gizli fiziksel nedenlerden kaynaklanabilir. Bu nedenler arasında 'yetersiz beslenme ve öz ihmal veya personel ihmali nedeniyle yetersiz tıbbi bakım, dayaktan kaynaklanan kafa travması, yetersiz hijyen ve fark edilmeyen kronik hastalıklar' yer alır. Birçok kronik hasta, 'sigara, alkol, kafein ve uyuşturucu maddelerin' aşırı derecede bağımlısıdır.
Zamanın geçmesi ve kayıtların yetersiz veya kayıp olması nedeniyle, birçok kronik hasta, 'metrazol, insülin ve elektrik şoku' gibi beyin hasarına neden olabilecek bir veya daha fazla 'fiziksel tedavinin; psikocerrahinin; ve önceki on yıllarda psikiyatride kullanılan çeşitli toksik ajanların' beklenmedik alıcıları olabilir. (Breggin, 1979, 1980a, 1980b, 1980c).
Şizofreniyi 'beyin hasarı veya bunama' ile ilişkilendirdiği belirtilen birçok çalışma (örneğin, Brown ve ark. , 1986; Jeste ve ark. , 1980; Johnstone ve ark. , 1976, 1978j Waddington ve Youssef, 1986), deneklerini kronik hastalar arasından seçmiştir. Şizofreninin etkilerini, bu hastaların 'yaşamlarındaki diğer birçok stresten' tam olarak ayıramazlar.
-Tartışma...
Dismansi terimi, nöroleptiklere uzun süreli maruz kalmayla ilişkili yaygın beyin bozukluğuna atıfta bulunurken literatürde ara sıra kullanılmıştır. Söz konusu hastalar genellikle DSM-III-R'de tanımlandığı gibi demansa sahip olduğundan, bu tür bir adlandırma gereksiz görünmektedir. Demansın iatrojenik kökenli olması, yanıltıcı bir örtmeceyle tabloyu bulandırmamıza yol açmamalıdır.
Günümüzde bazı otoriteler, nöroleptiklerin, 'kalıcı bilişsel eksikliklere, bunamaya ve beyin atrofisine' neden olduğuna dair artan kanıtları dikkate alma konusunda belirgin bir isteksizlik göstermektedir. Örneğin, hiçbir ders kitabı veya başka kaynak, bu incelemede derlenen ve analiz edilen geniş kanıt yelpazesini bir araya getirmemektedir.
Hastanede yatan hastaların büyük bir kısmını etkilemesine rağmen, psikiyatrinin tardif diskineziyi 'iatrojenik bir hastalık' olarak tanıması yirmi yıl sürmüştür. (German, 1984, s. 1753). Tardif (geç) diskinezi ile uygun şekilde başa çıkma konusundaki direnç devam etmektedir. (Brown ve Funk, 1986; Wolf ve Brown, 1987).
Tardif (geç) demans ve beyin atrofisini fark etme konusunda daha da büyük bir isteksizlik muhtemeldir, çünkü hasar daha da yıkıcıdır. Ayrıca, 'bilişsel kusurları ve demansı göz ardı etmek, diskinezileri görmezden gelmekten' daha kolaydır ve 'eksiklikleri, yanlışlıkla hastanın psikiyatrik bozukluğuna bağlamak' da daha kolaydır.
Klozapin gibi diğer nöroleptikler kadar akut diskineziye neden olmayan ajanlar konusunda son bir uyarıda bulunmak gerekir. Klozapin, mezolimbik sisteme ve serebral kortekse lifler gönderen 'A10 dopaminerjik nöronlarında, tipik bir nöroleptik baskılanma ve reaktif süper duyarlılık' oluşturur. (Chiodo ve Bunney, 1983).
'Daha az tardif diskinezi vakasına neden olma' yönündeki doğrulanmamış umutla bu tür ilaçları daha özgürce kullanmaya aldanmamalıyız. A10 nöronlarına özgüllükleri nedeniyle, bu nöroleptikler muhtemelen 'kalıcı bilişsel eksiklikler, demans ve atrofiye' neden olmada eşit veya daha büyük bir tehdit oluşturmaktadır.
-Sonuç ve Öneriler...
Nöroleptik ilaçlarla uzun süreli tedavinin, sıklıkla 'kalıcı bilişsel eksikliklere, bunamaya ve beynin en yüksek merkezlerinde atrofiye' yol açtığını gösteren ikna edici kanıtlar mevcuttur. Ayrıca, nöroleptiklerin 'reaktif tardif psikoza da neden olduğuna' dair bazı kanıtlar mevcuttur.
Şizofreninin, özellikle demans ve beyin atrofisi olmak üzere, 'bu olumsuz etkilerden herhangi birine neden olduğuna inanmak' için çok az neden vardır veya hiç yoktur. Yaygınlık hakkında en tutarlı bilgiler, beyin atrofisini ölçen beyin taramaları ile elde edilmiştir.
Nöroleptik tedavi gören hastalarda %10-40 arasında bir yaygınlık tahmin edebiliriz; bu oran tedavi süresi ve yaşla birlikte artmaktadır. Bu oran daha düşük aralıkta olsa bile, ciddi sonuçları olan büyük oranda 'iatrojenik beyin hasarı salgınıyla' karşı karşıyayız. Tardif diskinezisi olan ve olmayan milyonlarca hastada, 'yüksek beyin ve zihinsel süreçlerde' ilaca bağlı hasar gelişmiştir. Aşağıdaki adımlar önerilmektedir.
İlk olarak, nöroleptik kaynaklı 'kalıcı bilişsel eksiklikler, geç demans ve beyin atrofisi' tehdidi, PDR'de ve ilaç şirketlerinin reklamlarında dikkate alınmalıdır.
İkinci olarak, TD ile birlikte kalıcı bilişsel eksiklikler, geç demans ve beyin atrofisi, nöroleptik tedaviye başlamadan önce hastalara ve ailelerine verilen standart bilgilendirilmiş onam uyarısının bir parçası haline getirilmelidir. Genel halk da bu yaygın kullanılan ilaçların tehlikeleri konusunda uyarılmalıdır.
Üçüncü olarak, psikiyatri ders kitapları (Nicholi, 1988; Talbot ve ark. , 1988) ve derlemeler, konuyla ilgili tartışmaları artık şizofreni bölümlerine indirgememeli, bunun yerine nöroleptik yan etkiler arasında uygun bağlamına yerleştirmelidir. Ders kitapları ve derlemeler konuyu tartışmalı bulsalar bile, yine de sorunu 'büyük önem taşıyan bir sorun' olarak sunmalıdırlar.
Dördüncüsü, gelecekteki araştırmalar 'doğrudan nöroleptiklerin beyin ve zihinde neden olduğu hasara' odaklanmalıdır.
Beşinci olarak, sağlık meslekleri, iatrojenik beyin hasarı olan kişilerin rehabilitasyonu için her türlü yöntemi bulmak ve uygulamakla yükümlüdür. Bunun bir parçası olarak, kafa travması mağdurlarının rehabilitasyonunu çevreleyen büyüyen hareket, 'nöroleptik tedaviyle yaralanan hastaları da kapsayacak şekilde genişletilmelidir.'
Altıncı olarak, beynin en üst merkezlerine zarar verme tehdidi, nöroleptiklerin kullanımının arkasındaki varsayımların, kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesi için bir neden daha oluşturmaktadır. Kullanımlarını azaltmak için her türlü çaba gösterilmelidir.
Yedinci olarak, profesyonellerden (Breggin, 1980d; Karon ve Vandenbos, 1981; Mosher ve Burti, 1989j, Walkenstein, 1972) ve öz yardım gruplarından (Chamberlin, 1978; Low, 1950; Zinman ve ark. , 1987) yararlanan 'farmakolojik olmayan tedavi alternatiflerine' daha fazla önem verilmelidir.
Son olarak, genel tıpta köklü bir yer edinen hastanın 'tedaviyi reddetme hakkı', psikiyatriye de daha kapsamlı bir şekilde genişletilmelidir. İlaçların kötüye kullanılmasına karşı en iyi koruma, bilgilendirilmiş onama dayalı gönüllü bir psikiyatridir.
"Tarihte daha önce hiçbir zaman psikiyatri ve tıp mesleği, nöroleptik kaynaklı 'tardif diskinezi, kalıcı bilişsel eksiklikler, tardif demans ve beyin atrofisi salgını' gibi boyutlarda bir 'iatrojenik trajediyle' karşı karşıya kalmamıştır. Mesleğin, dünya çapında milyonlarca hastaya verdiği zararın sorumluluğunu üstlenmesinin zamanı geldi." -Peter R. Breggin, MD (Psikiyatri Çalışmaları Merkezi ve George Mason Üniversitesi) (66)
Ancak, bazı çalışmalar nöroleptik tedaviden beklenen patolojik değişiklikleri göstermiştir: bazal gangliyonlarda hücresel kayıp veya dejenerasyon. Bazal gangliyon terimi, striatum (kaudat, putamen ve globus pallidus) ve nöroleptiklerden güçlü bir şekilde etkilendiği bilinen kara maddeyi (substantia nigra) belirtmek için kullanılacaktır. (aşağıya bakınız).
Nöroleptiklerin, hem TD hem de tardif demansın oluşumunda 'potansiyel olarak kritik bölgeler olan bazal ganglionlara zarar verebileceğine' dair otopsi kanıtları mevcuttur. Roizin, True ve Knight, 1959 gibi erken bir tarihte, nöroleptik tedavi gören birkaç hastanın 'bazal ganglionlarında, ölüm sonrası dejenerasyon' bildirmiş ve bu bulguları 'ilaçların neden olduğu ilgili nörolojik işlev bozukluklarıyla' ilişkilendirmiştir. Forrest, Forrest ve Roizin (1963), uzun süreli nöroleptik tedavisi gören bir vakanın otopsi değerlendirmesini bildirmiş ve bu vakada serebral kortekste nöron kaybı ve substantia nigra'da dejeneratif değişiklikler 'görülmüştür. En çarpıcı değişiklikler, bazal ganglionların putamenindeydi. Hastaya ayrıca şok tedavisi de uygulanmıştı.
Gross ve Kaltenbach (1968), üç otopsiden 'kaudat çekirdeğinde 'onarılamaz hasara' dair kanıtlar' elde ettiler. Nöroleptik tedavinin 'geri dönüşümlü doku lezyonlarına ve kaudat çekirdeğinde onarılamaz hasara yol açabileceğini' öne sürdüler. Christensen, Moller ve Faurbye (1970), TD'li hastalarda, kontrollerine kıyasla substantia nigra'da ve diğer patolojik bulgularda önemli ölçüde daha yüksek derecede hücre dejenerasyonu buldular. Jellinger (1977), literatürü inceledi ve kendi araştırmasında, kronik nöroleptik tedaviye tabi tutulan hastaların %46'sında "kaudat çekirdeğindeki büyük nöronlarda hasar, artan satellitoz ve hafif glial reaksiyon" (s. 38) buldu. Patolojik değişiklik gösteren hastaların yüzdesi, tardif diskineziden muzdarip olanlarda daha yüksekti (%57'ye karşı %37,5). Etkilenen bölgeler, nöroleptiklerden en doğrudan etkilenen bölgeler arasındaydı.
Brown ve arkadaşları (1986), 41 şizofreni hastası üzerinde postmortem incelemeler gerçekleştirmiştir. Kontrollerle karşılaştırıldığında, hastaların 'beyinlerinin daha hafif (%6) olduğunu ve temporal lob atrofisiyle ilişkili ventriküler genişleme sergilediğini' bulmuşlardır. Yazarlar, bulgularının BT taramalarında bulunan atrofiyi desteklediğine inanmaktadır. "İnsülin, fenotiyazin tedavisi veya elektrokonvülsif tedavinin burada bildirilen sonuçlar üzerinde önemli bir etkisi yoktur" (s. 38) demişler, ancak destekleyici veri sunmamışlardır. Bu sonuç, 'insülin tedavisinin (bkz. Breggin, 1979, s. 137; Kalinowsky ve Hippius, 1969, s. 288-289) ve şok tedavisinin, hücre ölümü ve dejenerasyonunu gösterdiğini' gösteren kanıtlarla çelişmektedir. (Breggin, 1979, s. 38-62). Brown ve ark. (1986, s. 38) tarafından hazırlanan bir tabloya göre, hastaların %23'ü şok tedavisi, %28'i insülin tedavisi ve %41'i nöroleptik tedavi görmüştür. Bir notta, 'şok tedavisi sıklığının olduğundan düşük tahmin edilmiş olabileceği' belirtilmiştir. Kombine tedavi uygulanan hasta sayısı belirtilmemiştir.
Hastaların ortalama hastalık süresi 31 yıl olduğu ve birçoğu kurum dışılaştırmadan önceki dönemde hastanede öldüğü için, çoğu veya tamamı - muhtemelen kafa travması ve tespit edilemeyen hastalıklar da dahil olmak üzere - beyin hasarına neden olabilecek, çok sayıda başka strese maruz kalmış uzun süreli mahkûmlardı.
Görünüşe göre neredeyse tüm hastalar o kadar çok zararlı strese maruz kalmıştı ki, bulguları şizofreniye bağlamak veya tedavi de dahil olmak üzere diğer nedenleri dışlamak imkansızdı. ('Kronik mahkûmlar arasında bulunan beyin hasarıyla ilgili benzer gözlemler' için bkz. Marsden, 1976). Son olarak, Brown ve diğerlerinin (1986) inceleme çizelgesinin de gösterdiği gibi, ilaç kullanmayan şizofrenikler üzerinde yapılan tek modern postmortem çalışmada (Wildi, Linder ve Costoulas, 1967) beyin atrofisi saptanmamıştır.
Hunter, Blackwood, Smith ve Cumings (1968), nöroleptik tedavi görmüş hastalar üzerinde yapılan üç postmortem çalışmada herhangi bir patoloji bulamadıkları sonucuna varmışlardır. Ancak, üç bireyin de substantia nigra'sında patolojik değişiklikler vardı ve bunlar iki vakada 'yaşlanmaya bağlı olarak normal' yorumlanırken, diğer vakada 'etiyolojisi bilinmeyen' olarak reddedilmiştir. Her üç denek de yaşlıydı ve bu durum bulguların yorumlanmasını zorlaştırıyordu. Arai, Amano, Iseki, Yokoi, Saito, Takekawa ve Misugi (1987), dört oral TD vakasında bazal gangliyonlar yerine 'serebellar dentat çekirdeğinde, nöronal dejenerasyon' bulmuşlardır.
Kesin olmasa da, ölüm sonrası bulgular nöroleptik tedaviden beklenen etkileri doğrulama eğilimindedir: bazal gangliyonlarda ve substantia nigra'da bozulma ve daha genel bir patoloji. Hayvan araştırmaları ayrıca 'nöroleptik tedavinin kalıcı beyin hasarına yol açabileceğini' güçlü bir şekilde göstermektedir. (aşağıya bakınız). Tedavi görmüş tiroid ile ilişkili beyindeki yapısal değişiklikler üzerine yakın zamanda yapılan bir incelemede Krishnan, Ellinwood ve Rayasam (1988), "Özetle, nöropatolojik, BT ve MRI çalışmaları, TD hastalarının 'beyninde, nöroanatomik ve fiziko - kimyasal değişiklikler' ortaya koymaktadır, ancak bu değişikliklerin kesin doğası ve önemi hala bir muammadır" sonucuna varmıştır. (s. 173). Ancak, TD ile ilişkili spesifik değişiklikler bir bilmece olmaya devam ederken, genel olarak nöroleptik tedaviyle ilişkili çeşitli patolojik değişikliklerin bulunması giderek daha iyi anlaşılıyor ve birçok çalışma, bulguları - en büyük etkinin beklenebileceği - bazal gangliyonlarda lokalize ediyor.
-İnsan Çalışmalarından Elde Edilen Kanıtların Özeti...
Nöroleptik tedavi gören hastalarda 'kalıcı bilişsel eksiklikler, beyin işlev bozukluğu, demans ve beyin hasarı - özellikle atrofi -' varlığını doğrulayan önemli kanıtlar bulunmaktadır. En tutarlı ve ikna edici kanıtlar, yeni beyin görüntüleme teknikleri (BT, MR ve PET taramaları) tarafından elde edilmiştir.
Beyin hasarı olan hastaların %10-40'ı arasında bir aralık, en tutarlı şekilde rapor edilmektedir. Bu oranlar, tedavi süresi ve hastanın yaşıyla birlikte artmaktadır. Çok sayıda klinik ve nöropsikolojik çalışma, nöroleptik tedavi gören şizofreni hastalarında 'kalıcı bilişsel işlev bozukluğu, tardif psikoz ve tardif demans' bildirmiştir.
Tardif demans giderek daha fazla tanınan bir sendrom haline gelmektedir. Bazal ganglion bozulmasının yanı sıra yaygın nöropatolojiye dair bazı postmortem kanıtlar mevcuttur. Bu hastalar üzerinde yakın zamanda yapılan en az bir postmortem çalışmada beyin atrofisi de bulunmuştur, ancak bu konuda az sayıda çalışma mevcuttur. TD ile ilişkili olarak, bazen bazal gangliyonlarda lokalize olan çeşitli patolojiler de bulunmuştur.
Genel olarak, 'beyin görüntüleme, klinik değerlendirmeler, nöropsikolojik testler ve insan ölümlerinden' elde edilen kanıtlar, 'nöroleptiklerin birçok hastada bulunan bilişsel işlev bozukluğu ve beyin hasarının olası nedeni olduğunu' göstermektedir. Analizimiz, etiyolojiye ilişkin daha fazla kanıt ve bu bulguların akıl sağlığı meslekleri için çıkarımlarının tartışılmasıyla devam etmektedir.
-Neden Olarak Nöroleptikler...
Önceki bölümde incelendiği gibi, insan çalışmalarından elde edilen veriler, - çeşitli araştırmalarda bildirilen - 'nöroleptiklerin, üst beyin ve zihin hasarının nedeni olduğunu' göstermektedir. Bu bölüm, "Nöroleptik ilaç tedavisi gören birçok hastada görülen kalıcı zihinsel işlev bozukluğunun ve beyin hasarının nedeni nöroleptik ilaçlar mı yoksa şizofreni mi?" sorusuna daha kesin bir yanıt arayacaktır.
Letarjik Ensefalit ve Subkortikal Demansın (ubcortical Dementia) Dersleri...
Klinik olarak gözlemlenen nöroleptik ilaç etkisi, I. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında bildirilen letarjik ensefalitin "lethargic encephalitis" (ensefalit lethargica "encephalitis lethargica" veya von Economo hastalığı "Economo's disease") etkilerine oldukça benzemektedir.
Hem nöroleptikler hem de viral hastalık, 'zihinsel apati ve kayıtsızlığın' yanı sıra 'parkinson sendromu, distoniler ve titremeler' de dahil olmak üzere çeşitli akut diskinezilere neden olur. On binlerce kişiyi etkileyen ensefalit salgını, 1950'lerde nörologlar ve psikiyatristler tarafından iyi biliniyordu. Bunlar arasında, nöroleptikleri psikiyatrik amaçlarla ilk kullananlar arasında yer alan Fransa'daki Delay ve Deniker de vardı. 1970 tarihli bir retrospektifte Deniker şunları gözlemlemiştir:
"Nöroleptiklerin, letarjik ensefalitin neredeyse tüm semptomlarını deneysel olarak yeniden üretebildiği bulundu. Aslında, yeni ilaçlarla gerçek ensefalit salgınlarına neden olmak mümkündü. Semptomlar, geri dönüşümlü (/geri dönüşümü olan "reversible") uyuşukluktan her türlü diskinezi ve hiperkineziye ve sonunda parkinsonizme doğru ilerledi. İlacın kesilmesiyle, semptomlar geri dönüşümlü görünüyordu." (s. 160)
Semptomlar başlangıçta geri dönüşümlü görünse de, Deniker bazı vakalarda 'kalıcı (permanent) hale geldiklerini' fark etti: “Dahası, ensefalit ve parkinsonizmle karşılaştırılabilir etkiye sahip bu ilaçların, sonunda 'geri dönüşümsüz (/geri dönüşümü olmayan "irreversible") sekonder nörolojik sendromlara neden olabileceğinden' endişe edilmiş olabilir. Bu tür etkiler inkar edilemez: Kalıcı diskinezilerin ortaya çıkabileceği yıllardır biliniyor.” (s. 163)
Letarjik ensefalit ile nöroleptik toksisite arasındaki paralellik, birçok açıdan dikkat çekiciydi. Her iki hasta grubunda da başlangıçta 'ilgisizlik veya duyarsızlık' görüldü, ardından çeşitli diskineziler ortaya çıktı; ve her iki hasta grubunda da, bir gecikmeden sonra, diskineziler bazen kalıcı hale geldi. Letarjik ensefalit söz konusu olduğunda, birçok hasta iyileşmiş gibi görünse de, yıllar sonra 'yıkıcı nörolojik bozukluklara' geri döndüler.
Parkinson hastalığının birçok vakası, yıllar sonra, 'daha önce letarjik ensefalite maruz kalınmasına' bağlandı. Parkinson hastalığı, 'letarjik ensefalit ile ilişkili en yaygın "tardif" veya gecikmiş motor bozukluk' olsa da, ilaca bağlı TD'ye (aşağıya bakınız) daha benzer 'başka diskinezilerin' de geliştiği bilinmektedir.
Viral hastalık ile ilaca bağlı hastalık arasında daha da tehdit edici bir potansiyel paralellik vardı. Post-ensefalitik hastaların çoğu, belirgin bir iyileşmenin ardından, daha sonra 'şiddetli psikozlar ve bunama' geliştirdi. (Abrahamson, 1935; Matheson Komisyonu, 1939). Bu nedenle, letarjik ensefalit ile nöroleptik etkiler arasındaki paralelliğin tamamlanması, nöroleptiklere maruz kalmanın 'TD'ye ek olarak, tardif psikoz ve tardif bunama gibi komplikasyonlara yol açabileceğinin' keşfedilmesini bekliyordu.
İlaçların etkileri ile viral ensefalopatik etkiler arasındaki paralellik, ilaçların zihinsel bozulmaya da yol açacağının kanıtı değildi; ancak benzer mekanizmaların ve dolayısıyla benzer olumsuz sonuçların mümkün olduğuna dair bir uyarı niteliğindeydi.
Bu endişe, Paulson (1959) tarafından erken dönemde dile getirilmiş ve şöyle yazmıştır: "Ensefalitin sonuçları arasında birçok kas, psişik ve otonomik tepki bulunur; ve fenotiyazinlerden kaynaklanan nörolojik komplikasyonların çoğu, ensefalit sonrası parkinsonizm aralığındadır." (s. 800) Paulson, "kas, psişik ve otonomik tepkilere" karşılık gelen "kalıcı lezyonların" henüz keşfedilmediğini, ancak endişesinin haklı olduğunu belirtmiştir.
Aynı yıl, Brill (1959), letarjik ensefalit ile nöroleptikler arasındaki benzerliğe de değinerek, "tam dozda kullanıldıklarında kronik ensefalitik sendromun en göze çarpan özelliklerinin çoğunu yeniden üretebilen..." yorumunu yapmıştır. (s. 1166). Brill, hem viral hastalığın hem de ilaç reaksiyonunun benzer nörolojik ve zihinsel etkilere yol açtığını, bunların arasında "akut ensefalitin uyandırılabilir uyuşukluğunun" da bulunduğunu belirtmiştir.
Kalıcı diskinezilere ilişkin ilk raporlardan pek etkilenmemiş görünen Brill, nöroleptiklerin etkilerinin "kontrol edilebilir, geri döndürülebilir ve ilerleyici olmadığına" inanmıştır. Birkaç yıl sonra, Hunter ve arkadaşları (1964), salgın viral hastalık ile ilaç etkisi arasındaki paralelliği tekrar fark etmiş ve 'nöroleptiklerin, kimyasal olarak tetiklenen 'bir ensefalite' neden olduğunu' öne sürmüşlerdir.
Letarjik ensefalitin etkisi ile nöroleptiklerin etkisi arasındaki klinik benzerlik göz önüne alındığında, her ikisinin de beyin patolojisinde benzerlikler olup olmadığı merak konusu olabilir. Brill (1959), letarjik ensefalit hastalarının otopsi bulgularını özetlemiştir. (ayrıca bkz. Abrahamson, 1935; Brodal, 1969). Hücre kaybı, bazal ganglionlarda ve özellikle substantia nigra'da belirgindi. Brill'e göre hasar "olağanüstüydü ve taze kesilmiş örneklerde bile muayene ile görülebilirdi." (s. 1165).
Letarjik ensefalitten en çok etkilenen bölgeler olan bazal gangliyon ve substantia nigra hücreleri, aynı zamanda TD üretiminde 'nöroleptik ilaçlardan en çok etkilenen 'bölgelerdir. Substantia nigra ve bazal gangliyonlar (kaudat ve putamen), nigra-striatal yolu oluşturur. Bu yol, TD gelişiminde nöroleptiklerin geri dönüşümsüz bir şekilde etkilediği görülen dopamin nöronları içerir. (aşağıya bakınız). Daha önce de belirtildiği gibi, 'bu bölgeler, bazen nöroleptik tedavi edilen hastaların ve hayvanların otopsilerinde hasarlı olarak' bulunur. (ileriye bakınız).
Letarjik ensefalitin, bazen diskinezilerin yanı sıra demansa da neden olduğunu daha önce görmüştük. Diskinezilere neden olan diğer bazı hastalıklar da demansa yol açma eğilimindedir. Diskinezileri bir şekilde TD'yi taklit eden Huntington koresi, genellikle ciddi zihinsel bozulmaya neden olur. En karakteristik patoloji bazal ganglionlarda (kaudat ve putamen) bulunurken, frontal ve temporal loblarda daha az şiddetli doku kaybı görülür. (Adams ve Victor, 1985). Huntington hastalığındaki otopsi bulguları, nöroleptik tedavi gören bazı hastalarda yapılan otopsi çalışmalarında bulunan bulgulara benzerdir, ancak daha şiddetlidir. (Brown ve ark. , 1986).
İlgili literatürün incelenmesi ve kendi elektroensefalografi çalışmalarına dayanarak, Koshino ve arkadaşları (1986) bizimle aynı sonuca varmıştır: "TD ve Huntington koresinin EEG benzerlikleri tartışılmış ve sadece bazal gangliyonun değil, aynı zamanda serebral korteksin de TD gelişiminde rol oynayabileceği öne sürülmüştür." (s. 34) Motor kontrolünü etkileyen Parkinson hastalığı da sıklıkla zihinsel yeteneklerin kademeli olarak kaybıyla ilişkilendirilir ve bazen demansa yol açar. Nöroleptik tedavi gibi, Parkinson hastalığı da sıklıkla 'duygusal tepkilerde körelmeye veya yavaşlamaya' neden olur. Parkinson hastalığının karakteristik lezyonları, substantia nigra'da bulunur. (Adams ve Victor, 1985).
Zihinsel bozulmanın, 'bazal gangliyon ve substantia nigra hastalıklarıyla' ilişkilendirilmesi, 'subkortikal demans' kavramının ortaya çıkmasına yol açmıştır. (Huber ve Paulson, 1985). Bu formülasyona göre, bir demans türü, serebral korteks yerine, 'bazal gangliyon ve çevresindeki yapıların hasar görmesinden' kaynaklanabilir. Subkortikal demans hastaları, kortikal demans hastalarına çok benzerler; ancak 'konuşma' gibi daha yüksek 'kortikal işlevlerde bozulmaya' dair çok fazla kanıt olmadan, 'daha depresif ve ilgisiz olma' eğilimindedirler. Subkortikal demans hastaları, 'zihinsel işlevlerde yavaşlama ve ilerleyici hafıza bozukluğu' gösterirler. Huber ve Paulson bağlantıyı kuramasa da, nöroleptiklerin kalıcı zihinsel işlev bozukluğu ve bozulmaya yol açmasının olası mekanizmalarından biri de subkortikal demanstır; ancak başka olası mekanizmalar da mevcuttur. (aşağıya bakınız).
Letarjik ensefalitten ve Huntington ve Parkinson hastalıkları gibi diğer hastalıklardaki subkortikal demanstan önemli bir ders çıkarılabilir.
Bazal gangliyonlar ve substantia nigra'daki dopamin nörotransmisyonundaki uzun vadeli farmakolojik değişiklikler, yalnızca hareket bozukluklarına değil, aynı zamanda demans da dahil olmak üzere ciddi ve potansiyel olarak geri döndürülemez bilişsel işlev bozukluklarına da yol açma potansiyeline sahiptir. Bu gözlemler, nöroleptiklerin ilaç kullanan hastalarda kalıcı zihinsel işlev bozukluğuna ve beyin hasarına neden olup olamayacağına karar vermede son derece önemlidir.
-Nöroleptik Nörotoksisite...
Deniker (1970, 1971), kendisinin ve Delay'in ilk nöroleptiklerin nörotoksisitesinin gayet iyi farkında olduklarını belirtmektedir. Literatürdeki birçok kaynakta ilaçların "nörotoksisitesinden" de bahsedilmektedir. (örneğin, DiMascio ve Shader, 1970; Famuyiwa ve ark. , 1979; van Sweden, 1984). Rutin tedavide çoğu hastada 'parkinson sendromu, distoni, akatizi ve titreme' gibi nörotoksisite belirtilerinden biri veya birkaçı görülür. Dozajla az çok orantılı olarak gelişen 'ilgisizlik, ilgisizlik (/kayıtsızlık) ve uyuşukluk' da toksik reaksiyonlara bağlanabilir. (Breggin, 1983).
Nöroleptik malign sendrom gibi ilaçlara karşı zaman zaman görülen şiddetli reaksiyonlar, bir zamanlar korkulan letarjik ensefalitin tanımlanan akut fazını yakından taklit eder. Nöroleptik malign sendrom, 'aşırı diskineziler, kas hipertonisitesi, bilinç bozukluğu, hipertansiyon ve otonom sinir sistemi instabilitesi ile birlikte şiddetli merkezi sinir sistemi zehirlenmesi 'belirtilerini içerir. (Guze ve Baxter, 1985; Levenson, 1985). Vakaların %10-20'si ölümcüldür. Hastaların küçük bir yüzdesinde bile (tahmini %1-2 veya daha az) böylesine aşırı toksik bir reaksiyonun görülmesi, bu ilaçların, 'zarar verici potansiyelini' bir kez daha göstermektedir.
Nöroleptiklerin beyindeki protein sentezi, 'mitokondriyal aktivite, membran yapısı ve çoğu enzim' dahil olmak üzere birçok biyokimyasal süreç üzerindeki 'olumsuz etkileri', kapsamlı bir çalışma bütününde açıklanmıştır. (Matsubara ve Hagihara, 1968; Teller ve Denber, 1970). Dopamin, 'gama-aminobütirik asit (GABA) ve asetilkolin dahil olmak üzere çeşitli nörotransmitter sistemleri' etkilenir. (APA, 1980, s. 75-79). Protein sentezi, bazal ganglionlarda maksimum düzeyde inhibe edilir (Sellinger ve Azcurra, 1970). Bu bulgu, nöroleptiklerin beynin bu bölgesi üzerindeki etkisini gösteren birçok kaynaktan gelen kanıtlarla tutarlıdır. (aşağıya bakınız).
Dikkatler 'dopaminerjik nöronların blokajına 'odaklansa da, nöroleptiklerin, 'beyindeki birçok süreci bozduğu' unutulmamalıdır. Bu ilaçların birçok olumsuz etkisinin, etkilerinin karmaşıklığı ve mevcut yöntemlerimizle tespit edilmesinin zorluğu nedeniyle dikkatimizden kaçabileceğini öngörmeliyiz. Nöroleptiklerin genel nörotoksik etkisi, beyin ve zihin işlevlerine yönelik potansiyel tehlikeler konusunda bir uyarı daha sunmaktadır.
-Nöroleptikler, Tardif Diskinezi ve Dopamin Nöronları...
TD, kısmen 'substantia nigra'nın A9 bölgesindeki dopaminerjik nöronların nöroleptik kaynaklı kronik inhibisyonu sonucu' oluşur. Bu A9 nöronları, 'dopamin salınımını uyardıkları striatal çekirdeklere (kaudat ve putamen), projeksiyon' yapar. A9 nöronlarının 'nöroleptik blokajının' ardından, striatumdaki 'postsinaptik dopamin reseptör' hedefleri, hem 'dopamin reseptörlerinin sayısında hem de duyarlılıklarında' telafi edici bir artışa uğrar. Striatumdaki bu dopamin reseptörü aşırı duyarlılığı veya hiperreaktivitesi, TD'ye neden olur. (Chiodo ve Bunney, 1983; Jenner ve Marsden, 1983; Jeste, lager ve Wyatt, 1986). Son zamanlarda ilgi çeken bir nokta da, putamen'deki dopamin reseptörlerinin 'nöroleptik blokajının' PET taramasında gösterilmiş olmasıdır. (Farde, Wiesel, Halldin ve Sedvall, 1988).
TD için dopamin modeli, nöroleptiklerin ilk etkisinin 'Parkinson hastalığını (motor yavaşlama) taklit ederken, ilaçların gecikmiş etkilerinin (hiperkineziler) Huntington koresini taklit ettiğini' göstermektedir. Parkinson hastalığının 'karakteristik lezyonları' substantia nigra'da bulunur. (Adams ve Victor, 1985). Substantia nigra, nöroleptikler tarafından 'işlevi hızla engellenen, dopamin nöronlarının bulunduğu' yerdir. Huntington koresinin karakteristik lezyonları striatumda [kaudat ve putamen] bulunur. (Adams ve Victor, 1985). Striatum, 'kronik nöroleptik inhibisyondan kaynaklanan gecikmiş TD aşırı duyarlılığının ortaya çıktığı' yerdir. Bu, daha önce belirttiğimiz bir noktayı vurgular: nöroleptik etkiler, 'hem motor bozukluğa hem de ciddi bilişsel işlev bozukluğuna neden olan nörolojik hastalıklarla' paralellik gösterir.
En yüksek zihinsel merkezlere yönelik nöroleptik tehdit, benzer nöroleptik inhibisyona duyarlı dopaminerjik nöronların, 'duygusal ve zihinsel aktiviteleri düzenleyen mezolimbik sistem ve korteks de dahil olmak üzere beynin en yüksek merkezlerinde bulunduğu' fark edildiğinde belirginleşir. Bu nöronların gövdeleri ventral orta beyin tegmentumundan (A10) kaynaklanır ve aksonlarını, 'nucleus accumbens (çekirdek akumbens), septal çekirdekler, amgydala ve frontal ve singulat korteks' dahil olmak üzere limbik ve kortikal yapılara yansıtır ve burada dopamin salınımını uyarır. (Adams ve Victor, 1985; Chiodo ve Bunney, 1983; White ve Wang, 1983).
Marsden (1976), beynin en yüksek merkezlerinde geri döndürülemez nöroleptik kaynaklı hasarın - tardif diskineziye benzer şekilde - tehlikesine işaret eden az sayıdaki kişiden biriydi. Lancet'e yazdığı bir mektupta, "Uzun süreli nöroleptik tedavi, striatal dopamin reseptörü etkisinde görünüşte kalıcı bir değişikliğe neden olabiliyorsa, aynı şeyin mezolimbik kortikal dopamin reseptörlerinde de meydana gelebileceği varsayılmalıdır" diye belirtmiştir. (s. 1079).
Hayvan araştırmaları, 'dopamin reseptörlerinin aşırı duyarlılığının, - striatumda olduğu gibi - mezolimbik ve serebral korteks bölgelerinde' de geliştiğini (Chiodo ve Bunney, 1983; White ve Wang, 1983) ve nöroleptik tedavinin sonlandırılmasından sonra kronikleşebileceğini doğrulamıştır. (Jenner ve Marsden, 1983; Rupniak, Jenner ve Marsden, 1983).
Tardif diskinezinin hayvanlarda yeniden üretilmesi zor olsa da, Gunne ve Haggstrom (1985), 'maymun ve sıçanlarda hem akut hem de geri dönüşümsüz diskineziler' oluşturabilmişlerdir. Kalıcı diskinezilerde, 'bazal gangliyonlarda ve ilgili bölgelerde (substantia nigra, medial globus pallidus ve nükleus subtalamicus), geri dönüşümsüz biyokimyasal değişikliklere' dair kanıtlar göstermişlerdir. Değişikliklerin, dopamin sisteminin baskılanmasını ve buna bağlı olarak hiperreaktivite veya aşırı duyarlılığı yansıttığı düşünülüyordu. Yazarlar, dopamin sistemlerinin 'limbik bir bileşeninin 'dahil olduğunu buldular.
Birçok araştırmacı, mezolimbik ve kortikal dopamin sisteminin inhibisyonu ile klinik körelme veya apati oluşumu arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir. (White ve Wang, 1983; Breggin, 1983'te incelenmiştir). Nöroleptikleri 1954'te Kuzey Amerika'ya getiren Lehmann (1975), şu basit gözlemi sunmuştur: "Nöroleptik ilaçlar, 'yükselen retiküler aktive edici oluşum' üzerindeki etkileriyle karakterize edilir ve bu da dış ve iç uyaranlara karşı tepkiselliğin ve spontan aktivitenin azalmasına neden olur. Ayrıca, limbik sistem üzerindeki etkileri duygusal uyarılmanın körelmesine yol açar." (s. 28)
Nöroleptiklerin şu anda A10 bölgesindeki nöronların aktivitesini, daha yüksek beyin merkezlerine projeksiyonlarıyla baskıladığı, rutin klinik kullanımda nöroleptiklerin ürettiği 'ilgisizlik, kayıtsızlık veya apati' ile klinik olarak doğrulanmaktadır. Daha önce ayrıntılı olarak analiz edildiği gibi (Breggin, 1983), bu etki, lobotomi ve yeni psikocerrahi yöntemleriyle limbik sistem liflerinin, cerrahi olarak kesilmesinin klinik etkisiyle yakından paralellik göstermektedir. Nöroleptiklerin etkisini 'kimyasal lobotomi' olarak nitelendirmek abartı olmaz.
Özetle, dopamin nöronları 'bazal gangliyonların, limbik ve serebral kortikal bölgelerin' işleyişinde önemli bir rol oynar ve bireyin en yüksek zihinsel yaşamında kritik öneme sahiptir. İnsan ve hayvan araştırmalarından elde edilen kanıtlar, nöroleptiklerin dopamin nörotransmitter sistemlerini baskıladığını doğrulamaktadır. Nöroleptiklerin zihin üzerindeki etkisi, bu nöronal sistemlerin inhibisyonuyla açıklanabilir.
Son olarak, hayvan deneyleri, kronik nöroleptik tedavisinin 'limbik-kortikal sistemi, striatumda olduğu gibi etkilediğini ve dopamin reseptörlerinde kalıcı bir reaktif aşırı duyarlılık yarattığını' ortaya koymaktadır. Bu tür gözlemlerden, nöroleptik tedavi edilen hastalarda 'kalıcı bilişsel eksikliklere, tardif demansa ve beyin atrofisine' neden olabilen tardif diskinezinin 'limbik ve kortikal eşdeğerini' bekleyebiliriz.
Ek olarak, substantia nigra'daki (A9) bazı dopamin nöronları, striatum yerine kortekse projeksiyon yapar. Bu nöronlar, nöroleptikler tarafından bloke edilir ve bu kortikal projeksiyonlardaki işlev bozukluğunun, en üst düzey zihinsel işlevler üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olması beklenebilir. Ayrıca, striatumun 'kendisinin salt motor bir alan olmadığı ve daha üst düzey zihinsel işlevlerle ilişkili olduğu' bir süredir bilinmektedir. (örneğin, Adams ve Victor, 1985; Brodal, 1969). Striatum, limbik sistem ve serebral korteks arasında birden fazla bağlantı vardır. Gualtieri ve Barnhill (1988) yakın zamanda bu gözlemleri doğrulamıştır:
"Kalıcı TD, muhtemelen geri döndürülemez striatal hasarın bir sonucudur. Ancak korpus striatum, motor kontrolünden daha fazlasından sorumludur; çok çeşitli karmaşık insan davranışlarını etkileyen karmaşık bir organdır. Striatal dokuyu etkileyen hiçbir hastalığın, yalnızca motor sonuçları olduğu bilinmemektedir; Parkinson ve Huntington hastalıkları bunlardan sadece iki örnektir." [alıntılar silindi] (s. 150)
Striatum ile zihinsel işlev arasındaki ilişkiyi vurgulayan bir diğer gerçek ise, striatumun memeli evriminde beynin en yüksek merkezlerinin gelişimiyle yakından ilişkili olmasıdır. Striatum, korteksin gelişimiyle paralel olarak boyut olarak artar. Striatumun kaudat ve putamen kısımları, embriyonik gelişimin en ön segmenti olan ve frontal loblar ve serebral korteks de dahil olmak üzere serebral yarımkürelerin de ortaya çıktığı telensefalondan evrimleşir. Striatum ayrıca, 'bireyin uyarılmasında ve genel duygusal enerji seviyesinde' kilit rol oynayan retiküler aktive edici sistemle de bağlantılıdır. Striatum ve ilgili yapıların hasar görmesi, yeterince şiddetliyse, Huber ve Paulson (1985) tarafından tanımlanan subkortikal demans da dahil olmak üzere kalıcı bilişsel eksikliklere ve demansa yol açması beklenir. [yukarıya bakınız].
Dolayısıyla, nöroleptik kaynaklı 'kalıcı bilişsel işlev bozukluğu, geç psikoz ve geç demansın' gelişiminde birkaç ilişkili mekanizma vardır: Dopamin nöronlarında hasar ve mezo-limbik ve kortikal bölgelerdeki dopamin reseptörlerinin aşırı duyarlılığı ve beynin en üst kısımlarıyla zengin bağlantıları olan striatumun kendisinde benzer hasar ve işlev bozukluğu. Nöroleptiklerin, lobotomi benzeri apati veya ilgisizlik de dahil olmak üzere, daha yüksek zihinsel işlevlere kalıcı zarar vermesi kaçınılmaz görünmektedir.
-Nöroleptik Maruziyetinden Kaynaklanan Beyin Yapısal Hasarı...
Hayvanlarda nöroleptik tedavinin bir sonucu olarak ortaya çıkan kalıcı biyokimyasal değişikliklere (dopamin aşırı duyarlılığı) dair kanıtları kısaca inceledik. Sinir hücrelerinde kalıcı hasara dair de benzer kanıtlar mevcuttur.
Hayvanlarda kronik nöroleptik uygulamasından sonra bazal gangliyonlarda 'hücre dejenerasyonu ve ölümü' de dahil olmak üzere 'yapısal beyin hasarına' dair kanıtlar bulunmuştur. (Pakkenberg, Fog ve Nilakantan, 1973'te incelenmiştir). Pakkenberg ve arkadaşları (1973), bir yıl boyunca sıçanlara uzun süreli küçük dozlarda perfenazin (30,9 mg) uygulamış ve bazal gangliyonlardaki hücre sayısında önemli bir azalma bulmuş, ancak kortekste bu azalmaya rastlanmamıştır. Bulgularını nöroleptik tedavi gören hastalarda görülen atrofiye bağlamışlar ancak "Ancak, fenotiyazin türevleriyle tedavinin de buna neden olup olamayacağı şüphelidir, çünkü bu ilaçlarla tedavi uygulanmaya başlamadan önce şizofreni hastalarında da serebral atrofi bulunmuştur." iddiasında bulunmuşlardır.
Sonuçları mantıklı değildir: Şizofreni serebral atrofiye neden olsun ya da olmasın, nöroleptikler de buna neden olabilir. Ayrıca, daha önce de belirtildiği gibi, nöroleptik öncesi otopsiler, ilaç döneminden önceki şizofreni hastalarında tutarlı bir atrofi bulgusu ortaya koymamıştır. Nielsen ve Lyon (1978), otuz altı haftalık nöroleptik tedaviden sonra sıçanların striatumunda hücre kaybı tespit etmişlerdir. "Sonuçlar ayrıca, uzun süreli nöroleptik tedavinin kalıcı, geri dönüşümsüz anatomik değişikliklere yol açabileceğini göstermektedir" sonucuna varmışlardır. (s. 85).
Genellikle daha kısa süreli bazı hayvan çalışmalarında bazal gangliyonlarda hasar bildirilmemiştir; ancak bunların neredeyse tamamı, daha yaygın nitelikte ciddi ve kalıcı hasar tespit etmiştir. Sıçan korteksinde, 1-5 haftalık trifluoperazin uygulamasından sonra değişiklikler tespit edilmiştir. (Romasenko ve Jacobson, 1969). "Bazı damarların duvarlarında homojenleşme" ve "hiperkromik ve buruşuk sinir hücrelerinin" sayısında artış gibi birçok anormallik tespit edilmiştir. (s. 26).
Tedavinin kesilmesinden bir ay sonra, bazı hayvanlarda herhangi bir anormallik görülmemiştir; ancak sayısı belirtilmeyen bazı hayvanlarda görülmüştür: "Bazı deney hayvanlarında kontrol grubuna göre daha fazla hiperkromik sinir hücresi bulunmuştur." (s. 29). Buna karşılık gelen biyokimyasal anormallikler de vardı. Özette, "sadece hafif değişiklikler olduğu ve morfo-histokimyasal çalışmamıza göre bunların geri döndürülebilir olduğu" belirtiliyordu. (s. 23). Bu sonuç, başlangıçtaki ciddi değişiklikleri ve tedavinin kesilmesinden bir ay sonra bazı kalıcı patolojileri doğrulayan verilerle desteklenmiyordu.
Kobaylarda, günde 10 mg klorpromazin ile 4-13 haftalık tedaviden sonra hücre ölümü de dahil olmak üzere yaygın nöropatoloji tespit edildi. (Mackiewicz ve Gershon, 1964). "Nöronlarda kronik değişikliklerin oldukça yaygın olduğu" ve "hücre gövdesinde vakuolizasyon, nöronofaji ve eşlik eden glial reaksiyon"u içerdiği bulundu. (s. 168). Retiküler formasyon özellikle etkilenmiş ve hasar, tedavi süresiyle birlikte artmıştır.
Kilogram başına 0,5 ila 5 mg'lık "nispeten düşük" bir klorpromazin dozundan sonra, Popova (1967), sıçan beyinlerinde 'duyusal-motor korteks, orta beyin, hipotalamus, talamus ve retiküler formasyon' da dahil olmak üzere birçok bölgede "sinir hücresi gövdelerinin şişmesi, kromatoliz ve vakuolizasyonu" (s. 87) gibi yapısal değişiklikler bulmuştur. Retiküler formasyondaki değişiklikler, fizyologlar tarafından fark edilen işlevlerinin inhibisyonuyla ilişkiliydi.
Coin (1975), dört haftalık bir tedavinin sona ermesinden iki ay sonra sıçanlarda kortikal beyin hücrelerinin nükleer hacminde bir azalma bulmuştur. Haloperidol ile tedavi süresi. Hasarın, serebral korteksin ötesinde lokalize edilmesi için herhangi bir girişimde bulunulmadı.
Hayvan çalışmaları üzerine yapılan incelemeler yanıltıcı olabilir. Örneğin, APA Görev Gücü'nün TD Raporu'nda (APA, 1980), "hayvanlara akut veya uzun süreli antipsikotik ilaç uygulamasını takiben yapılan nöropatolojik çalışmalar, beyinde spesifik veya lokalize patolojik değişiklikleri ikna edici ve tutarlı bir şekilde göstermemiştir" ifadesi yer almaktadır. (s. 57). Rapor, yukarıdaki paragrafta incelediğimiz dört çalışmayı kanıt olarak listelemiştir. APA yorumuna rağmen, dört çalışma da önemli bir açıdan ikna edici ve tutarlıydı: nöronal hasar ve ölüm şeklinde yaygın, şiddetli ve geri döndürülemez değişikliklerin bulunması.
Dahası, Görev Gücü tarafından listelenen çalışmalar, beklenen bölgede, yani bazal gangliyonlarda tutarlı lokalize hasar göstermemiş olsa da, nöroleptiklere maruz kalma süresi çok kısa olmuş ve tek dozdan on üç haftalık tedaviye kadar değişmiştir. Önemli olan, nöroleptiklere daha uzun süreli maruz kalma içeren hayvan çalışmaları - bir yıl (Pakkenberg, Fog ve Nilakantan, 1973) ve 36 hafta (Nielsen ve Lyon, 1978) - bazal gangliyonlarda beklenen nöronal bozulmayı göstermiştir. Bu bulgular, nöroleptiklerin kronik uygulamadan sonra bazal gangliyon fonksiyonunda kalıcı değişiklikler üretme kapasitesini ortaya koymaktadır.
Tüm sıçan çalışmaları, kalıcı hasar göstermemektedir. Pakkenberg grubunun (Fog, Pakkenberg, Juul, Bock, Jorgensen ve Andersen, 1976) yaptığı bir takip çalışması, 4 ila 6 aylık daha kısa süreli tedavilerde sıçan beyninde geri döndürülemez bir değişiklik tespit etmemiş ve zaman faktörünün anahtar rol oynadığı sonucuna varmıştır. Benzer şekilde, Gerlach (1975), 6 ve 12 aylık tedaviden sonra herhangi bir değişiklik tespit etmemiş ve "nöroleptiklerin, nigro-striatal sistem üzerinde geri döndürülemez bir nörotoksik etki gösterebileceği varsayılabilir" (s. 53) sonucuna varmıştır; ancak bu etkinin yaşlanma veya daha uzun süreli maruziyet gerektirdiği ve ışık mikroskobuyla fark edilemeyen birçok değişikliğin meydana gelebileceği sonucuna varmıştır.
Özetle, çoğu hayvan çalışması, nöroleptiklere nispeten kısa süreli maruziyetten sonra hücre ölümü de dahil olmak üzere geri döndürülemez nöronal hasar bildirmektedir. Nöroleptiklere daha uzun süreli maruziyetten sonra, hasarın beklenen lokalizasyonu genellikle bazal gangliyonlarda ve substantia nigra'da görülür. Hayvan çalışmalarındaki bu bulgular, tedavi sürelerinin nispeten kısa olması ve bazı raporlardaki nispeten düşük dozlar göz önüne alındığında özellikle dikkat çekicidir.
Bir yıl "uzun vadeli" olarak kabul edilir. İnsanlar genellikle nöroleptiklere 'uzun yıllar, bazen on yıllarca, bazen de çok yüksek dozlarda' maruz kalmaktadır. Ayrıca, küçük kemirgenlerin beyinlerinin, çoğu toksik ajanın neden olduğu hasara karşı büyük memelilere göre 'çok daha dirençli olduğu' iyi bilinmektedir.
-Tardif Psikoz (/geç psikoz "Tardive Psychosis"), Tardif Demans (Tardive Dementia) ve Yaşlılık Psikozu (Senile Psychosis)...
Daha önce tartışılan tardif psikozun tanımlanması, 'nöroleptiklerin, kalıcı bilişsel işlev bozukluğuna neden olabileceğine' dair daha sağlam kanıtlar desteklemektedir. Bu çalışmaların yazarları (Chouinard ve Jones, 1980; Csernansky ve Hollister, 1982), nedenselliği şizofreniye değil, nöroleptiklere bağlamaktadır. Tardif psikozun 'ilaç tedavisinin uzunluğu ve ilaç kesilmesiyle' ilişkisi ikna edicidir. Ayrıca, bu hastalar sıklıkla 'toksik ilaç reaksiyonlarından kaynaklandığı bilinen ancak şizofreniden kaynaklanmayan, organik bir beyin sendromundan' muzdariptir.
Yaygın 'bilişsel işlev bozukluğu ve bunama' genellikle toksik ilaçlar gibi 'beyne, organik bir hasar verilmesinden' kaynaklandığından, bilişsel işlev bozukluğu ve bunama üzerine çalışmalar yapanlar, genellikle şizofreni yerine 'nöroleptikleri' olası neden olarak tanımlarlar. (DeWolfe ve ark., 1988; Goldberg, 1985; Grant, Adams, Carlin, Rennick, Lewis ve Schooff, 1978; Grant, Adams, Carlin, Rennick, Judd ve Schooff, 1978; Gualtieri ve Barnhill, 1988; Gualtieri ve ark., 1984, 1986; Ivnik, 1979; Jones, 1985; Myslobodsky, 1986; Wade ve ark., 1987; Wilson ve ark., 1983 dahil olmak üzere önceki incelemelere bakınız).
Yaşlılıkta psikoz bazen hareket bozukluklarıyla birlikte kendiliğinden ortaya çıkar ve ikisi arasındaki ilişki muhtemelen beyindeki dopamin sisteminin bozulmasıyla ilişkilidir. (Lohr ve Bracha, 1988). Bu bozukluklar, ilaçlardan ziyade yaşlanmayla ortaya çıksa da, bu bulgu 'dopamin sistemindeki anormalliklerin hem hareket bozukluklarına hem de zihinsel işlev bozukluğuna neden olduğu' gerçeğini daha da doğruluyor ve nöroleptik tedavinin de 'dopamin nörotransmisyonu bozukluklarına' yol açtığını ve aynı 'olumsuz kombinasyonun' makul bir şekilde beklenebileceğini gösteriyor.
-Beyin Görüntüleme Çalışmaları...
CAT, MRI ve PET taramalarının yanı sıra PEG'e (Bölüm I) dayalı çalışmalar, nöroleptiklerle tedavi edilen şizofreni hastalarında atrofi bulgularının nedeni olarak şizofreni ile nöroleptikler arasında ayrım yapmada çok yararlı olmadığını kanıtlamıştır. Bu çalışmaların yazarları, etiyoloji konusundaki sonuçlarında bölünmüştür; bazıları şizofreniyi (Golden ve ark. , 1980; Johnstone, Crow, Frith, Husband ve Kreel, 1976; Johnstone, Crow, Frith, Stevens, Kreel ve Husband, 1978; Shelton ve ark. , 1988; Weinberger ve ark. , 1979, 1980) desteklerken, diğerleri nöroleptikleri desteklemektedir. (DeMeyer, Gilmore, DeMeyer, Hendrie, Edwards ve Franco, 1984; DeMeyer, Gilmore, Hendrie, DeMeyer ve Franco, 1984; Famuyiwa ve ark. , 1979; Sabuncu ve ark. , 1977). Famuyiwa ve ark., bulgularının başka çalışmalarla doğrulanması halinde "ilaç tedavisi politikasında köklü değişikliklere ihtiyaç duyulduğunu" öne sürmüşlerdir. (s. 504).
Bazen, bir veya daha fazla çalışmanın 'ilaçsız veya nispeten ilaçsız şizofreni hastalarında atrofi gösterdiği' iddiaları ortaya atılmıştır; ancak inceleme, bu çalışmalardan bazılarının yetersiz veya yanlış yorumlandığını ve daha fazla sayıda çalışmanın 'şizofreni hastalarında tedavilerinin erken dönemlerinde atrofiyi tespit edemediğini' ortaya koymuştur. Beyin görüntüleme çalışmalarının bazı yazarları tarafından şizofreni etiyolojisi lehine kullanılan argümanlar, aşağıdaki bölümde daha ayrıntılı olarak değerlendirilecektir.
-Nedeni olarak şizofreni...
Şizofreninin neden olduğuna dair alternatif görüşü destekleyen herhangi bir çelişkili neden veya kanıt var mı? Weinberger (1984) ve diğerleri, 'nöroleptiklerin, beyin atrofisine ve ilişkili bilişsel kayıplara neden olmadığını' savunmuşlardır. Bu argümanın temel dayanağı, 'yaşam boyu nöroleptik alımı ile atrofi ve bilişsel değişikliklerin derecesi veya varlığı' arasında varsayılan bir korelasyon eksikliğidir. Ancak araştırmacılar, yaşam boyu nöroleptik alımını 'ayrı bir değişken olarak doğrudan ölçmüş' değillerdir. Bunun yerine, psikiyatrik bozukluğun süresini ölçerler ve 'nöroleptiklere toplam maruziyetin, psikiyatrik bozukluğun süresiyle birlikte arttığını' varsayarlar.
Bu argümanın ciddi kusurları vardır. İlk olarak, şizofreniye karşı da bir neden olarak kullanılabilir. Psikiyatrik bozukluğun süresi (aslında ölçülen değişken!) ile hasar arasında bir korelasyon yoksa, psikiyatrik bozukluğun neden olması pek olası görünmemektedir.
İkinci olarak, bu önermeleri tamamen doğru değildir. Şizofreninin atrofiye neden olduğunu savunanlar, tedavi edilmeyen şizofreni hastalarının da 'atrofi' gösterdiği iddialarını savunmak için bazen bir veya iki çalışmaya (Schulz vd. , 1983; Weinberger vd. , 1982) atıfta bulunurlar. Bu çalışmaları inceledik ve ikna edici olmadıklarını ve birkaç başka çalışmayla çeliştiklerini gördük. (Benes vd. , 1982; Iacono vd. , 1988; Jernigan vd. , 1982; Tanaka vd. , 1981). Nispeten tedavi görmemiş hastalarda atrofiyi gösterdiği zaman zaman belirtilen bir başka çalışmanın (Nyback vd. , 1982), çoğu birden fazla hastaneye yatış geçirmiş ve uzun yıllar tedavi görmüş kırk beş yaşın altındaki hastaları kapsadığı ortaya çıktı. Ayrıca, bu argüman beyin bozukluklarının nedenine dair pek fazla ışık tutmuyor, çünkü nöroleptiklere maruz kalmanın veya şizofreninin zararlı etkisini göstermesi muhtemelen zaman alacaktır.
Üçüncüsü, yaşam boyu nöroleptik alımı ile tardif diskinezi arasında hiçbir zaman iyi bir korelasyon kurulmamış olsa da, nöroleptiklerin 'tardif diskineziye neden olduğunu' biliyoruz. (APA, 1980; Fann ve ark. , 1980; Jenner ve Marsden, 1983; Jeste ve Wyatt, 1982). Bu nedenle, yaşam boyu nöroleptik alımı ile atrofi veya demans arasında daha kesin bir korelasyon kurmanın zorlaşması şaşırtıcı değildir.
Genel olarak, 'şizofreninin, beyin atrofisine ve kalıcı bilişsel kayıplara neden olduğunu' varsayan araştırmacılar, ikna edici bir kanıt veya rasyonel bir gerekçe sunmamaktadır. Öte yandan, BT taramalarında bulunan 'atrofinin, şizofreninin ürünü olamayacağına' inanmak için oldukça ikna edici bir neden bulunmaktadır. Beyin atrofisi, BT taramasına kıyasla doğrudan postmortem patolojik incelemede çok daha doğru ve kesin bir şekilde değerlendirilir. Gerçek patoloji, eğer varsa, doğrudan gözlem ve mikroskobik çalışmalarla daha kolay tanımlanabilir ve doğru bir şekilde ölçülebilir. Ancak nöroleptik kullanımından önce şizofreni hastaları üzerinde yapılan yüzlerce otopsi çalışmasında tutarlı bir beyin atrofisi bulgusuna rastlanmamıştır.
Adams ve Victor'un (1985, s. 1150) bakış açısına göre, şizofrenik beynin BT incelemeleri, - doğrulayıcı post-mortem patolojik çalışmalar olmadan - şüpheli bir değere sahip olacak kadar çıkarımsaldır. BT, MR ve PET beyin taramalarının birleşiminden elde edilen artan kanıtların, incelediğimiz diğer birçok bulguyla örtüşen bir beyin anormalliğine işaret ettiğine inanıyorum. BT taramaları Adams ve Victor'un öne sürdüğü gibi kesin sonuç vermese bile, kalan kanıtlar yine de nöroleptiklerin neden olduğu 'kronik bilişsel işlev bozukluğu ve bunamanın' varlığını doğrulayacaktır. Daha da önemlisi, BT taramasının göreceli duyarsızlığı, nöroleptik öncesi dönemde otopside benzer bulguların tespit edilememesinin önemini vurgulamaktadır.
Beyin atrofisi gibi belirgin bir bulgunun tutarlı bir şekilde araştırılması, nöroleptik öncesi dönemde doğrudan ölüm sonrası patolojik incelemeyle reddedilmişti. Weinberger ve Kleinman (1986), 1950 yılına gelindiğinde 250'den fazla çalışmanın şizofrenide ciddi bir patolojik kusur bulduğunu ve "bu iddiaların büyük çoğunluğunun ya hiç tekrarlanmadığını, tekrarlanamayacağını ya da yapay olgular olduğunun gösterildiğini" tahmin etmiştir. Bu görev o kadar sinir bozucuydu ki, "çaba 1950'lerde sekteye uğradı". (s. 52).
Noyes ve Kolb'un Modern Klinik Psikiyatri "Modem Clinical Psychiatry" (1958, s. 387-389) adlı eserinde, nöroleptik öncesi çalışmalara dayanarak, beyin atrofisi gibi ciddi bir sorundan bahsetmeye bile gerek kalmadan, herhangi bir türde tutarlı bir nöropatolojik sorun bulunamaması incelenmiş ve "mevcut görüş eğiliminin" şizofreniyi "yaşam koşullarına verilen hatalı bir tepkiye" bağladığı sonucuna varılmıştır. Yine nöroleptik öncesi çalışmalara dayanarak, Amerikan Psikiyatri El Kitabı "The American Handbook of Psychiatry" (1959) adlı eserinde Arieti, şizofreninin nöropatolojisine dair umutların "yetersiz kaldığını" tespit etmiştir. (s. 488).
Daha sonraki ders kitapları, şizofreniklerin 'beyinlerinde büyük patolojik değişiklikler' olma olasılığından bahsetmeye tenezzül etmeyecektir, çünkü bu soru, herhangi bir bulguya ulaşılamaması nedeniyle rafa kaldırılmıştır. (örneğin, Nicholi'nin Harvard Modern Psikiyatri Rehberi, 1978).
Tardif Diskinezi Görev Gücü (APA, 1980), nöroleptik tedavi gören hastalarda beyin atrofisinin ilk BT taraması bulgularına kısaca değindiğinde, "bu gözlem oldukça şaşırtıcıdır çünkü kronik şizofreniklerin daha önceki nörolojik değerlendirmeleriyle tutarlı değildir; daha ileri düzeyde eleştirel değerlendirme gerektirmektedir" demiştir. (s. 59).
"Şizofren hastalarda serebral atrofi, genişlemiş ventriküller, nörolojik defisitler veya bunama var mıdır?" sorusuna yanıt olarak Lidz (1981) şunu gözlemlemiştir: “...100 yıldır araştırmacılar, şizofreninin nöropatolojik veya fizyopatolojik bir nedenini bildirmektedir. Sorun şu ki, böyle bir bulgu tekrarlanmamıştır. Hasta bunamadan muzdaripse, tanı şizofreni değildir.” (s. 854) Lidz, BT tarama çalışmalarını aynı araştırmacıların şizofreninin fiziksel bir temelini bulmaya yönelik diğer ateşli girişimleriyle ilişkilendirmiştir. Lidz bunun yerine 'ilaçların ve şok tedavisinin, beyin üzerindeki etkisinin hesaba katılmasını' önermiştir.
"İlaç döneminden önce postmortem incelemede tutarlı serebral atrofi bulgularına ulaşılamaması, BT taramalarında son zamanlarda görülen atrofi bulgularının şizofreninin değil, şizofreniklerin beynine yönelik yeni bir tehdidin sonucu olduğunu güçlü bir şekilde göstermektedir. Tek önemli yeni tehdit, halihazırda bir beyin hastalığı olan tardif diskineziye neden olduğu bilinen nöroleptik ilaçların yaygın kullanımıdır."
Şizofreni hastalarının kötüleşen bir beyin bozukluğuna sahip olduğundan şüphe etmek için diğer nedenler, Manfred Bleuler tarafından Şizofrenik Bozukluklar " The Schizophrenic Disorders" (1978) adlı kitabında incelenmiştir. Bleuler'in analizi, aşağıdaki özetin bazı temellerini oluşturmaktadır.
İlk olarak, beyin atrofisi ve bunama ile karakterize organik bozukluklar genellikle geri döndürülemezdir. Aksine, çoğunlukla ilerleyicidirler. Yine de Bleuler ve diğerleri tarafından, birçok şizofreni hastasının zamanla 'iyileştiği'; hastaların üçte biri veya yarısına kadarının yıllar içinde önemli ölçüde 'iyileşme gösterdiği' iyi belgelenmiştir.
İkincisi, bunama bozukluğu bir kez ilerledikten sonra, nadiren kendiliğinden düzelir. Yine de, bazı şizofreniklerin 'hastanede çıkan yangın gibi akut acil durumlara, geçici olarak büyük bir berraklık ve sorumluluk duygusuyla tepki verme yeteneklerine' dair çok sayıda klinik gözlem mevcuttur. Eugen Bleuler'in (1924) dediği gibi, "Çok heyecanlı, özellikle de kafası karışık bir hasta, bir dakikadan diğerine tamamen normal görünebilir, ancak saatler veya günler sonra önceki durumuna geri dönebilir." (s. 435).
Üçüncüsü, Manfred Bleuler'in bize hatırlattığı gibi, şizofreni hastaları klasik hastalık belirtileri göstermezler; hayatlarının en parlak döneminde psikotik olma eğilimindedirler. Zaman içinde, genellikle ilerleyici nörolojik kayıplarla ilişkilendirilen 'erken yaşlanma, halsizlik, nöbetler veya nörolojik belirti ve semptomlar' gibi fiziksel bozulma belirtileri gösterme eğiliminde değillerdir. Normal insanları etkileyen aynı hastalıklardan ölürler. - Bleuler, 208 hastayı onlarca yıl boyunca takip ederek, çoğunun "ileri yaşlarına rağmen" genel olarak sağlıklı kaldığını bulmuştur. (s. 450).
Dördüncüsü, şizofreni hastaları, kısa süreli hafıza sorunları da dahil olmak üzere, bunama bozukluğunun erken evrelerinin tipik belirtilerinden muzdarip değildir. Örneğin, 'Alzheimer hastalığı, multienfarkt demans ve Parkinson hastalığı, Huntington koresi veya multipl sklerozla ilişkili demans hastalarından' ayırt edilmeleri genellikle kolaydır. M. Bleuler'in (1978) belirttiği gibi, "Ancak şizofrenik psikozlarda, her ciddi hastalık durumunun arkasında 'eski entelektüel yeterlilik, sıcaklık ve duygusal derinlik' defalarca fark edilebilir." (s. 453).
Beşincisi, şizofrenik iletişimler, atrofi ve bunamaya yol açan genel bir beyin hastalığıyla ilişkili zihinsel bozulmadan çok farklı bir süreci işaret eder. Şizofrenlerin zihinsel işlevleri bozulmaz, aksine yanlış yönlendirilir veya psikolojik ve ruhsal olarak dengesizleşirler. Şizofrenler genellikle 'aşk, yaşam veya Tanrı'nın anlamı' üzerine psikolojik ve ruhsal çatışmaları ele alan alışılmadık ve karmaşık metaforlar kullanırlar. Çoğunlukla, varsayılan 'kötü veya yüce doğaları' kavramı etrafında büyük bir tutku sergilerler. Normal bir zihinsel yaşamda genellikle yalnızca bir veya iki belirli yanlış fikir (sanrı) ortaya çıkar ve bunlar, 'genel beyin işlevinin, normal olduğunu gösteren entelektüel bir canlılık ve yüksek derecede zihinsel keskinlikle 'savunulur.
"Bu noktalar, şizofreniye yol açan gizli bir biyokimyasal nedenin gelecekte keşfedilmesi olasılığını ortadan kaldırmaz, ancak 'şizofreninin beyin atrofisi ve bunamaya yol açan daha ciddi bir nörolojik bozukluğun nedeni olma olasılığını ortadan kaldırma' eğilimindedir. Beyin atrofisi ve bunama bulgularının şizofreniden kaynaklandığına inanmak için neredeyse hiçbir neden yoktur, ancak nöroleptik tedaviyi suçlamak için önemli nedenler vardır."
-Zihinsel Bozulma ve Beyin Hasarının Diğer Nedenleri...
Psikiyatri hastalarında, özellikle de uzun süreli akıl hastanelerinde yatanlarda 'zihinsel bozulma' çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir ve bu da belirli bir vakada 'kesin nedenler' bulma girişimlerini karmaşıklaştırır.
İlk olarak, akıl hastanelerinde ve bakım evlerinde uzun süreli kalışlar, tamamen psikososyal temelde ciddi ve kısmen 'geri döndürülemez zihinsel kapasite kayıplarına' neden olabilir.
İkinci olarak, psikoaktif ilaçlar zihinsel işlevleri uzun bir süre boyunca baskıladığında, birey beyninde hasar olmadan zihinsel işlevlerini geliştiremeyebilir veya kaybedebilir. Gelişimsel geriliği olanlarla ilgilenenler, özellikle nöroleptik tedaviden kaynaklanan kalıcı olgunlaşma baskılanması konusunda endişe duymaktadır. (Kuehnel ve Slama, 1984; Plotkin ve Rigling, 1979'daki kapsamlı incelemeler; ayrıca bkz. Breggin, 1983; Hartlage, 1965).
Üçüncüsü, kronik psikiyatri hastalarında zihinsel kayıplar ve hatta beyin hastalıkları, Marsden (1976), Jellineck (1976) ve diğerlerinin de belirttiği gibi, çeşitli gizli fiziksel nedenlerden kaynaklanabilir. Bu nedenler arasında 'yetersiz beslenme ve öz ihmal veya personel ihmali nedeniyle yetersiz tıbbi bakım, dayaktan kaynaklanan kafa travması, yetersiz hijyen ve fark edilmeyen kronik hastalıklar' yer alır. Birçok kronik hasta, 'sigara, alkol, kafein ve uyuşturucu maddelerin' aşırı derecede bağımlısıdır.
Zamanın geçmesi ve kayıtların yetersiz veya kayıp olması nedeniyle, birçok kronik hasta, 'metrazol, insülin ve elektrik şoku' gibi beyin hasarına neden olabilecek bir veya daha fazla 'fiziksel tedavinin; psikocerrahinin; ve önceki on yıllarda psikiyatride kullanılan çeşitli toksik ajanların' beklenmedik alıcıları olabilir. (Breggin, 1979, 1980a, 1980b, 1980c).
Şizofreniyi 'beyin hasarı veya bunama' ile ilişkilendirdiği belirtilen birçok çalışma (örneğin, Brown ve ark. , 1986; Jeste ve ark. , 1980; Johnstone ve ark. , 1976, 1978j Waddington ve Youssef, 1986), deneklerini kronik hastalar arasından seçmiştir. Şizofreninin etkilerini, bu hastaların 'yaşamlarındaki diğer birçok stresten' tam olarak ayıramazlar.
-Tartışma...
Dismansi terimi, nöroleptiklere uzun süreli maruz kalmayla ilişkili yaygın beyin bozukluğuna atıfta bulunurken literatürde ara sıra kullanılmıştır. Söz konusu hastalar genellikle DSM-III-R'de tanımlandığı gibi demansa sahip olduğundan, bu tür bir adlandırma gereksiz görünmektedir. Demansın iatrojenik kökenli olması, yanıltıcı bir örtmeceyle tabloyu bulandırmamıza yol açmamalıdır.
Günümüzde bazı otoriteler, nöroleptiklerin, 'kalıcı bilişsel eksikliklere, bunamaya ve beyin atrofisine' neden olduğuna dair artan kanıtları dikkate alma konusunda belirgin bir isteksizlik göstermektedir. Örneğin, hiçbir ders kitabı veya başka kaynak, bu incelemede derlenen ve analiz edilen geniş kanıt yelpazesini bir araya getirmemektedir.
Hastanede yatan hastaların büyük bir kısmını etkilemesine rağmen, psikiyatrinin tardif diskineziyi 'iatrojenik bir hastalık' olarak tanıması yirmi yıl sürmüştür. (German, 1984, s. 1753). Tardif (geç) diskinezi ile uygun şekilde başa çıkma konusundaki direnç devam etmektedir. (Brown ve Funk, 1986; Wolf ve Brown, 1987).
Tardif (geç) demans ve beyin atrofisini fark etme konusunda daha da büyük bir isteksizlik muhtemeldir, çünkü hasar daha da yıkıcıdır. Ayrıca, 'bilişsel kusurları ve demansı göz ardı etmek, diskinezileri görmezden gelmekten' daha kolaydır ve 'eksiklikleri, yanlışlıkla hastanın psikiyatrik bozukluğuna bağlamak' da daha kolaydır.
Klozapin gibi diğer nöroleptikler kadar akut diskineziye neden olmayan ajanlar konusunda son bir uyarıda bulunmak gerekir. Klozapin, mezolimbik sisteme ve serebral kortekse lifler gönderen 'A10 dopaminerjik nöronlarında, tipik bir nöroleptik baskılanma ve reaktif süper duyarlılık' oluşturur. (Chiodo ve Bunney, 1983).
'Daha az tardif diskinezi vakasına neden olma' yönündeki doğrulanmamış umutla bu tür ilaçları daha özgürce kullanmaya aldanmamalıyız. A10 nöronlarına özgüllükleri nedeniyle, bu nöroleptikler muhtemelen 'kalıcı bilişsel eksiklikler, demans ve atrofiye' neden olmada eşit veya daha büyük bir tehdit oluşturmaktadır.
-Sonuç ve Öneriler...
Nöroleptik ilaçlarla uzun süreli tedavinin, sıklıkla 'kalıcı bilişsel eksikliklere, bunamaya ve beynin en yüksek merkezlerinde atrofiye' yol açtığını gösteren ikna edici kanıtlar mevcuttur. Ayrıca, nöroleptiklerin 'reaktif tardif psikoza da neden olduğuna' dair bazı kanıtlar mevcuttur.
Şizofreninin, özellikle demans ve beyin atrofisi olmak üzere, 'bu olumsuz etkilerden herhangi birine neden olduğuna inanmak' için çok az neden vardır veya hiç yoktur. Yaygınlık hakkında en tutarlı bilgiler, beyin atrofisini ölçen beyin taramaları ile elde edilmiştir.
Nöroleptik tedavi gören hastalarda %10-40 arasında bir yaygınlık tahmin edebiliriz; bu oran tedavi süresi ve yaşla birlikte artmaktadır. Bu oran daha düşük aralıkta olsa bile, ciddi sonuçları olan büyük oranda 'iatrojenik beyin hasarı salgınıyla' karşı karşıyayız. Tardif diskinezisi olan ve olmayan milyonlarca hastada, 'yüksek beyin ve zihinsel süreçlerde' ilaca bağlı hasar gelişmiştir. Aşağıdaki adımlar önerilmektedir.
İlk olarak, nöroleptik kaynaklı 'kalıcı bilişsel eksiklikler, geç demans ve beyin atrofisi' tehdidi, PDR'de ve ilaç şirketlerinin reklamlarında dikkate alınmalıdır.
İkinci olarak, TD ile birlikte kalıcı bilişsel eksiklikler, geç demans ve beyin atrofisi, nöroleptik tedaviye başlamadan önce hastalara ve ailelerine verilen standart bilgilendirilmiş onam uyarısının bir parçası haline getirilmelidir. Genel halk da bu yaygın kullanılan ilaçların tehlikeleri konusunda uyarılmalıdır.
Üçüncü olarak, psikiyatri ders kitapları (Nicholi, 1988; Talbot ve ark. , 1988) ve derlemeler, konuyla ilgili tartışmaları artık şizofreni bölümlerine indirgememeli, bunun yerine nöroleptik yan etkiler arasında uygun bağlamına yerleştirmelidir. Ders kitapları ve derlemeler konuyu tartışmalı bulsalar bile, yine de sorunu 'büyük önem taşıyan bir sorun' olarak sunmalıdırlar.
Dördüncüsü, gelecekteki araştırmalar 'doğrudan nöroleptiklerin beyin ve zihinde neden olduğu hasara' odaklanmalıdır.
Beşinci olarak, sağlık meslekleri, iatrojenik beyin hasarı olan kişilerin rehabilitasyonu için her türlü yöntemi bulmak ve uygulamakla yükümlüdür. Bunun bir parçası olarak, kafa travması mağdurlarının rehabilitasyonunu çevreleyen büyüyen hareket, 'nöroleptik tedaviyle yaralanan hastaları da kapsayacak şekilde genişletilmelidir.'
Altıncı olarak, beynin en üst merkezlerine zarar verme tehdidi, nöroleptiklerin kullanımının arkasındaki varsayımların, kapsamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesi için bir neden daha oluşturmaktadır. Kullanımlarını azaltmak için her türlü çaba gösterilmelidir.
Yedinci olarak, profesyonellerden (Breggin, 1980d; Karon ve Vandenbos, 1981; Mosher ve Burti, 1989j, Walkenstein, 1972) ve öz yardım gruplarından (Chamberlin, 1978; Low, 1950; Zinman ve ark. , 1987) yararlanan 'farmakolojik olmayan tedavi alternatiflerine' daha fazla önem verilmelidir.
Son olarak, genel tıpta köklü bir yer edinen hastanın 'tedaviyi reddetme hakkı', psikiyatriye de daha kapsamlı bir şekilde genişletilmelidir. İlaçların kötüye kullanılmasına karşı en iyi koruma, bilgilendirilmiş onama dayalı gönüllü bir psikiyatridir.
"Tarihte daha önce hiçbir zaman psikiyatri ve tıp mesleği, nöroleptik kaynaklı 'tardif diskinezi, kalıcı bilişsel eksiklikler, tardif demans ve beyin atrofisi salgını' gibi boyutlarda bir 'iatrojenik trajediyle' karşı karşıya kalmamıştır. Mesleğin, dünya çapında milyonlarca hastaya verdiği zararın sorumluluğunu üstlenmesinin zamanı geldi." -Peter R. Breggin, MD (Psikiyatri Çalışmaları Merkezi ve George Mason Üniversitesi) (66)
"Antipsikotik efsanesi ortaya mı çıktı?
"Londra'daki NHS'de çalışan bir psikiyatrist ve akademisyen, yeni kitabında "antipsikotiklerin uzun vadede etkili olmadığını, beyni küçülttüğünü ve erken ölüm riskini neredeyse üç katına çıkardığını" yazdı. Adam James, 'bu tür ilaçların geçerliliğinin derinlemesine incelenmesinin' zamanı gelmedi mi diye soruyor." -April 2, 2008
Christian, Bradford psikiyatri ünitesinde bir sandalyeye çökmüştü. Görünüşe göre yarı bilinçli, yarı canlıydı. Başını kaldırmayı bırakın, neredeyse konuşamıyordu. Christian'a şizofreni teşhisi konmuştu. İki gün önce, paranoya içinde, bir gündüz bakımevinde bir meslektaşımı yumruklamıştı. Bu yüzden Christian hastaneye yatırıldı ve yoğun bir şekilde nöroleptik ilaçlarla tedavi edildi.
Çoğu kişi, Christian'ı gördüğünde, onu o kadar 'bitkin bir halde, salyaları akan' bir enkaz halinde tarif ederdi. Tedavi danışma kuruluşu olan Ulusal Sağlık ve Klinik Mükemmellik Enstitüsü (Nice "National Institute of Health and Clinical Excellence"), 'nöroleptiklerin altta yatan psikiyatrik rahatsızlığın tedavisine hazırlık olarak Christian'ı başarıyla sakinleştirdiğini' söyleyebilirdi.
Klozapin, Olanzapin, Risperidon ve Seroquel gibi nöroleptikler, özellikle şizofreni olmak üzere psikozun birincil tedavisidir. Gerçekten de, psikiyatri birimlerimizde şizofreni teşhisi konan kişilerin %98-100'ü ve toplumda yaşayanların %90'ı antipsikotik olarak da adlandırılan nöroleptikler kullanmaktadır. Nice, şizofreni tedavisine yönelik kılavuzlarında akıl sağlığı uzmanlarına, 'antipsikotik ilaçların etkililiğine dair sağlam kanıtlar olduğunu' belirtmiştir.
Nice, yaygın olarak reçete edilen SSRI antidepresanların depresyon tedavisinde benzer bir etkiye sahip olduğunu iddia ediyor. Bazı araştırmacılar buna katılmıyor. Yakın zamanda geniş çapta duyurulan bir meta-analiz, 'SSRI'ların hafif ve orta şiddetteki depresyon için plasebodan daha fazla klinik fayda sağlamadığını' iddia etti.
Londra NHS psikiyatristi Joanna Moncrieff de bu görüşe muhalif araştırmacılardan biri. Ancak psikiyatrik ilaçlar üzerinde çok daha kapsamlı bir inceleme yürüttü ve antipsikotik efsanesini ortaya çıkarmaya çalıştı. 'Uzun süreli kullanımlarını destekleyecek yeterli kanıt olmadığını ve beyin hasarına neden olduklarını' iddia ediyor; bu gerçek "ölümcül bir şekilde göz ardı ediliyor." Ayrıca, bir dizi kötü yan etki nedeniyle antipsikotikler, 'bir kişinin erken ölme riskini neredeyse üç katına' çıkarıyor.
Aynı zamanda Londra Üniversitesi Koleji'nde (University College London) kıdemli öğretim görevlisi olan Moncrieff, özellikle kendi mesleği olan psikiyatriye, antipsikotikler için 'olumsuz kanıtları görmezden geldiğini' iddia ederek saldırıyor.
Moncrieff, Kimyasal Tedavi Efsanesi (The Myth of The Chemical Cure) adlı kitabında, 'bu ilaçların giderek artan reçetelenmesinin, ilaç kaynaklı sorunların salgınına yol açtığını' savunuyor. Etkili bir şekilde, psikiyatrinin 'büyük bir bilimsel suistimalden suçlu olduğunu' savunuyor.
Onlarca yıllık klinik çalışmaları inceleyen Moncrieff'in ilk vurguladığı nokta, plasebo ve ilaç bırakma etkileri gibi değişkenler hesaba katıldığında, antipsikotiklerin uzun vadeli etkinliğine dair somut bir kanıt olmadığıdır. Moncrieff'in ilgili meta-analiz ve çalışmalara ilişkin yorumu, antipsikotik etkinliği konusunda zıt bir sonuca varan Nice'in yorumundan kökten farklıdır.
Psikiyatriye karşı yüzyıllardır süregelen muhalefetin merkezinde, özellikle antipsikotikler olmak üzere, 'sıkıntıyı tedavi etmek için ilaç kullanımı' yer almaktadır.
Bu tür ilaçlar gerçekten herhangi bir psikiyatrik rahatsızlığı hedef alıyor mu? Yoksa 'paranoyak, sanrılı, sıkıntılı, tuhaf ve garip' kişilerin 'yarı vejetatif zombilere' dönüştürülmesiyle sağlanan, toplumsal açıdan faydalı bir kimyasal kontrol yöntemi mi? Tarihsel olarak, muhaliflerin ne düşündüğü büyük ölçüde göz ardı edilmiştir.
Anlaşılan o ki, antipsikotiklerin uzun vadede etkili olmadığını gösteren yeni çalışmalar da var. Örneğin, geçen yıl Sinir ve Ruh Hastalıkları Dergisi (Journal of Nervous and Mental Disease) dergisinde yayınlanan bir ABD araştırması, 'şizofreni teşhisi konmuş ve antipsikotik kullanmayan kişilerin, ilaç kullananlara göre iyileşme olasılığının daha yüksek olduğunu' bildirmiştir.
Çalışma 145 hasta üzerinde yapılmış ve araştırmacılar, 15 yıl sonra 'antipsikotik kullanan hastaların %65'inin psikotik olduğunu, ilaç kullanmayanların ise yalnızca %28'inin psikotik olduğunu' bildirmiştir.
İlginç bir bulgu, değil mi? Peki ya ana akım medyanın şizofreni tedavisinde çığır açan gelişmeler hakkındaki manşetleri? Ne de olsa, gazeteler, - genetiği değiştirilmiş şizofrenik fareler söz konusu olduğunda bile, - şizofrenide iddia edilen sayısız genetik "atılım"a olumlu tepki veriyor. Ama en ufak bir ses bile çıkmadı.
İlginçtir ki, Sinir ve Ruh Hastalıkları Dergisi'ndeki (Journal of Nervous and Mental Disease) makalenin araştırmacıları, '"içsel güce", daha iyi öz saygıya ve içsel kaynaklara sahip hastaların, nöroleptikler olmadan uzun vadede iyileşme olasılığının daha yüksek olduğu' hipotezini ortaya atmışlardır. Ancak, son 48 yılda, psikozla ilaçsız yaşamak için gerekli bireysel özellikleri ve destek ağlarını inceleyen hakemli bir çalışma, ülkedeki her psikiyatristin posta kutusuna her ay düşen yayın olan İngiliz Psikiyatri Dergisi'nde (The British Journal of Psychiatry) yer almamıştır.
Örneğin, içsel güç gibi psikolojik faktörler, belki de klinik psikologların ilgi alanına daha çok girer. 18 yaşındayken şizofreni teşhisi konduğunda zorunlu olarak antipsikotik tedavisi gören Rufus May gibi. May, 'antipsikotiklerin yoksunluk etkilerinin, sıklıkla yanlış bir şekilde nüksetme olarak yorumlandığını' savunuyor. Bu nedenle, insanlara, 'psikiyatrik ilaçları güvenli bir şekilde nasıl bırakacaklarına' dair tavsiyelerde bulunan bir web sitesi kurdu. May gibi (belki de gerekli "içsel güce" sahip olan) birçok hasta, antipsikotikleri başarıyla bırakıp iyileşmeye devam etti. İronik olan şu ki, bunu 'sıklıkla nüksetme korkusu' yaşayan psikiyatristlerinin arkasından yapmak zorunda kalmışlardır.
Moncrieff'in ikinci noktası, ilaç endüstrisinin desteklediği psikiyatri kurumunun, 'antipsikotiklerin 'beyinde ciddi hasara' yol açtığını' gösteren çalışmaları görmezden gelmiş olmasıdır; en çarpıcı olanı ise kalıcı beyin atrofisi (beyin küçülmesi) ve tardif diskinezidir.
Diğer nörolojik rahatsızlıklarda olduğu gibi, hastalar 'istemsiz, tekrarlayan hareketler, zihinsel bozukluk, hafıza kaybı ve davranış değişiklikleri' yaşarlar.
Beyin taramaları, 'antipsikotiklerin bir yıl içinde atrofiye neden olduğunu' gösteriyor, diye uyarıyor Moncrieff. Meslektaşlarını 'iatrojenik beyin hasarı salgını' yaratma riskiyle suçluyor. Moncrieff inatçı bir bilim insanı, bu yüzden saygılı bir şekilde mesafeli. Ancak özenle seçtiği kelimeler hâlâ endişe verici. Sanki psikiyatri camiası 'kendi yayınlanmış bulgularını kabul etmeye dayanamıyormuş gibi', diye yazıyor.
Sağlık Komisyonu'nun geçen yıl psikoz hastalarının neredeyse %40'ının 'önerilen sınırları aşan' antipsikotik ilaç seviyeleri kullandığını bildirmesi de ne kadar endişe verici. Bu seviyeler 'kalp krizlerine' neden oluyor.
Ulusal Hasta Güvenliği Ajansı (National Patient Safety Agency), antipsikotiklerden kaynaklanan kalp yetmezliğinin, İngiliz akıl sağlığı servislerinde yatan hastaların yılda ortalama açıklanamayan '40 ölümünün olası nedenlerinden biri olduğunu' iddia ediyor. Antipsikotiklerin diğer etkileri arasında aşırı kilo alımı (metabolik bozukluk) ve diyabet riskinin artması yer alıyor.
İki yıl önce, Britanya'nın en saygın psikiyatri dergisi olan İngiliz Psikiyatri Dergisi (The British Journal of Psychiatry), 'antipsikotik kullanan kişilerin erken ölme olasılığının 2,5 kat daha fazla olduğunu' bildiren bir çalışma yayınladı.
Araştırmacılar, bunun antipsikotiklerden kaynaklanıp kaynaklanmadığının acilen araştırılması gerektiği konusunda uyardılar. Ancak Moncrieff, 'ilaç kültürünün akıl sağlığına o kadar yerleşmiş olduğunu' belirtiyor ki, birçok psikiyatrist 'antipsikotiklerle erken dönemde tedavi edilmemenin ihmalkarlık olduğunu' düşünüyor.
Moncrieff, antipsikotiklerin kısa vadeli etkililiğine dair kanıtlar olduğunu kabul ediyor. Ancak Moncrieff yine de psikiyatrinin dürüst olmasını istiyor. Moncrieff, klorpromazin gibi antipsikotiklerin ellili yıllarda ilk kez kullanıldığında majör sakinleştiriciler olarak adlandırıldığını belirtiyor. Neden? Çünkü bu, özellikle kısa vadeli etkilerinin doğru bir tanımı. 'Duyguları yatıştırır, uyuşturur veya sakinleştirir', böylece paranoya ve sanrıların yarattığı kaygıyı azaltırlar. Antipsikotik kullanan herhangi bir kişi, bunu doğrulayacaktır (askapatient. com adresine gidin).
Yani, bu açıdan etkililer. Ancak günümüzde bu ilaçlara antipsikotikler deniyor. Moncrieff için bu bir hayal ürünü çünkü antipsikotiklerin psikoz teşhisi konan kişilerdeki 'paranoya, sanrılar ve halüsinasyon semptomları' üzerinde doğrudan etkili olduğuna dair hiçbir kanıt yok. Antipsikotiklerin, antipsikotik hiçbir yanı yoktur.
Moncrieff'in tezinde, diğer tıbbi rahatsızlıkların aksine, şizofreni de dahil olmak üzere 'psikiyatrik hastalıkların fiziksel anormalliklerden kaynaklandığına dair hiçbir kanıt bulunmadığı 'vurgulanıyor.
Klinik psikolog Mary Boyle'un kaleme aldığı gibi, şizofreni "ilaçların asla tedavi edemeyeceği bir hastalıktır." Alternatifler Moncrieff - Kritik Psikiyatri Ağı (Critical Psychiatry Network) adlı gruptaki meslektaşları gibi - Amerika'daki Soteria Ağı (Soteria Network) gibi ilaç dışı yaklaşımları ciddiye almalarını istiyor.
Kendisi gibi psikiyatristlerin artık hastaları 'zorla alıkoyup antipsikotiklerle tedavi etme konusunda benzersiz yetkilere sahip olmaması gerektiğine' inanıyor. Bunun yerine, hastalarla demokratik ilaç tedavisi uygulayan ilaç danışmanları olmalılar. Psikiyatristler, hastalarla ortak karar alma süreçlerine dahil olmalı ve zorunlu tedavi taleplerini savunmak için hukuk mahkemelerine başvurmak zorunda kalmamalılar.
Moncrieff, psikiyatrinin daha mütevazı bir girişim olacağını yazıyor ve artık psikolojik rahatsızlıkların altında yatan gidişatı değiştirebileceğini iddia etmiyor, ancak bu şekilde hayali kimyasal tedavilerin sınırsız kullanımıyla ilişkili hasarların bir kısmından kaçınılmış oluyor. Akıl sağlığı politikası, antidepresanlara bağımlılıktan uzaklaşıyor gibi görünüyor. Antipsikotiklerin gerçek geçerliliğinin de derinlemesine bir yeniden incelenmesi gerekiyor." - Bu makalenin önceki bir versiyonu Guardian Unlimited'da yayınlanmıştır. Adam James, psychminded. co. uk editörüdür." (60)
"Londra'daki NHS'de çalışan bir psikiyatrist ve akademisyen, yeni kitabında "antipsikotiklerin uzun vadede etkili olmadığını, beyni küçülttüğünü ve erken ölüm riskini neredeyse üç katına çıkardığını" yazdı. Adam James, 'bu tür ilaçların geçerliliğinin derinlemesine incelenmesinin' zamanı gelmedi mi diye soruyor." -April 2, 2008
Christian, Bradford psikiyatri ünitesinde bir sandalyeye çökmüştü. Görünüşe göre yarı bilinçli, yarı canlıydı. Başını kaldırmayı bırakın, neredeyse konuşamıyordu. Christian'a şizofreni teşhisi konmuştu. İki gün önce, paranoya içinde, bir gündüz bakımevinde bir meslektaşımı yumruklamıştı. Bu yüzden Christian hastaneye yatırıldı ve yoğun bir şekilde nöroleptik ilaçlarla tedavi edildi.
Çoğu kişi, Christian'ı gördüğünde, onu o kadar 'bitkin bir halde, salyaları akan' bir enkaz halinde tarif ederdi. Tedavi danışma kuruluşu olan Ulusal Sağlık ve Klinik Mükemmellik Enstitüsü (Nice "National Institute of Health and Clinical Excellence"), 'nöroleptiklerin altta yatan psikiyatrik rahatsızlığın tedavisine hazırlık olarak Christian'ı başarıyla sakinleştirdiğini' söyleyebilirdi.
Klozapin, Olanzapin, Risperidon ve Seroquel gibi nöroleptikler, özellikle şizofreni olmak üzere psikozun birincil tedavisidir. Gerçekten de, psikiyatri birimlerimizde şizofreni teşhisi konan kişilerin %98-100'ü ve toplumda yaşayanların %90'ı antipsikotik olarak da adlandırılan nöroleptikler kullanmaktadır. Nice, şizofreni tedavisine yönelik kılavuzlarında akıl sağlığı uzmanlarına, 'antipsikotik ilaçların etkililiğine dair sağlam kanıtlar olduğunu' belirtmiştir.
Nice, yaygın olarak reçete edilen SSRI antidepresanların depresyon tedavisinde benzer bir etkiye sahip olduğunu iddia ediyor. Bazı araştırmacılar buna katılmıyor. Yakın zamanda geniş çapta duyurulan bir meta-analiz, 'SSRI'ların hafif ve orta şiddetteki depresyon için plasebodan daha fazla klinik fayda sağlamadığını' iddia etti.
Londra NHS psikiyatristi Joanna Moncrieff de bu görüşe muhalif araştırmacılardan biri. Ancak psikiyatrik ilaçlar üzerinde çok daha kapsamlı bir inceleme yürüttü ve antipsikotik efsanesini ortaya çıkarmaya çalıştı. 'Uzun süreli kullanımlarını destekleyecek yeterli kanıt olmadığını ve beyin hasarına neden olduklarını' iddia ediyor; bu gerçek "ölümcül bir şekilde göz ardı ediliyor." Ayrıca, bir dizi kötü yan etki nedeniyle antipsikotikler, 'bir kişinin erken ölme riskini neredeyse üç katına' çıkarıyor.
Aynı zamanda Londra Üniversitesi Koleji'nde (University College London) kıdemli öğretim görevlisi olan Moncrieff, özellikle kendi mesleği olan psikiyatriye, antipsikotikler için 'olumsuz kanıtları görmezden geldiğini' iddia ederek saldırıyor.
Moncrieff, Kimyasal Tedavi Efsanesi (The Myth of The Chemical Cure) adlı kitabında, 'bu ilaçların giderek artan reçetelenmesinin, ilaç kaynaklı sorunların salgınına yol açtığını' savunuyor. Etkili bir şekilde, psikiyatrinin 'büyük bir bilimsel suistimalden suçlu olduğunu' savunuyor.
Onlarca yıllık klinik çalışmaları inceleyen Moncrieff'in ilk vurguladığı nokta, plasebo ve ilaç bırakma etkileri gibi değişkenler hesaba katıldığında, antipsikotiklerin uzun vadeli etkinliğine dair somut bir kanıt olmadığıdır. Moncrieff'in ilgili meta-analiz ve çalışmalara ilişkin yorumu, antipsikotik etkinliği konusunda zıt bir sonuca varan Nice'in yorumundan kökten farklıdır.
Psikiyatriye karşı yüzyıllardır süregelen muhalefetin merkezinde, özellikle antipsikotikler olmak üzere, 'sıkıntıyı tedavi etmek için ilaç kullanımı' yer almaktadır.
Bu tür ilaçlar gerçekten herhangi bir psikiyatrik rahatsızlığı hedef alıyor mu? Yoksa 'paranoyak, sanrılı, sıkıntılı, tuhaf ve garip' kişilerin 'yarı vejetatif zombilere' dönüştürülmesiyle sağlanan, toplumsal açıdan faydalı bir kimyasal kontrol yöntemi mi? Tarihsel olarak, muhaliflerin ne düşündüğü büyük ölçüde göz ardı edilmiştir.
Anlaşılan o ki, antipsikotiklerin uzun vadede etkili olmadığını gösteren yeni çalışmalar da var. Örneğin, geçen yıl Sinir ve Ruh Hastalıkları Dergisi (Journal of Nervous and Mental Disease) dergisinde yayınlanan bir ABD araştırması, 'şizofreni teşhisi konmuş ve antipsikotik kullanmayan kişilerin, ilaç kullananlara göre iyileşme olasılığının daha yüksek olduğunu' bildirmiştir.
Çalışma 145 hasta üzerinde yapılmış ve araştırmacılar, 15 yıl sonra 'antipsikotik kullanan hastaların %65'inin psikotik olduğunu, ilaç kullanmayanların ise yalnızca %28'inin psikotik olduğunu' bildirmiştir.
İlginç bir bulgu, değil mi? Peki ya ana akım medyanın şizofreni tedavisinde çığır açan gelişmeler hakkındaki manşetleri? Ne de olsa, gazeteler, - genetiği değiştirilmiş şizofrenik fareler söz konusu olduğunda bile, - şizofrenide iddia edilen sayısız genetik "atılım"a olumlu tepki veriyor. Ama en ufak bir ses bile çıkmadı.
İlginçtir ki, Sinir ve Ruh Hastalıkları Dergisi'ndeki (Journal of Nervous and Mental Disease) makalenin araştırmacıları, '"içsel güce", daha iyi öz saygıya ve içsel kaynaklara sahip hastaların, nöroleptikler olmadan uzun vadede iyileşme olasılığının daha yüksek olduğu' hipotezini ortaya atmışlardır. Ancak, son 48 yılda, psikozla ilaçsız yaşamak için gerekli bireysel özellikleri ve destek ağlarını inceleyen hakemli bir çalışma, ülkedeki her psikiyatristin posta kutusuna her ay düşen yayın olan İngiliz Psikiyatri Dergisi'nde (The British Journal of Psychiatry) yer almamıştır.
Örneğin, içsel güç gibi psikolojik faktörler, belki de klinik psikologların ilgi alanına daha çok girer. 18 yaşındayken şizofreni teşhisi konduğunda zorunlu olarak antipsikotik tedavisi gören Rufus May gibi. May, 'antipsikotiklerin yoksunluk etkilerinin, sıklıkla yanlış bir şekilde nüksetme olarak yorumlandığını' savunuyor. Bu nedenle, insanlara, 'psikiyatrik ilaçları güvenli bir şekilde nasıl bırakacaklarına' dair tavsiyelerde bulunan bir web sitesi kurdu. May gibi (belki de gerekli "içsel güce" sahip olan) birçok hasta, antipsikotikleri başarıyla bırakıp iyileşmeye devam etti. İronik olan şu ki, bunu 'sıklıkla nüksetme korkusu' yaşayan psikiyatristlerinin arkasından yapmak zorunda kalmışlardır.
Moncrieff'in ikinci noktası, ilaç endüstrisinin desteklediği psikiyatri kurumunun, 'antipsikotiklerin 'beyinde ciddi hasara' yol açtığını' gösteren çalışmaları görmezden gelmiş olmasıdır; en çarpıcı olanı ise kalıcı beyin atrofisi (beyin küçülmesi) ve tardif diskinezidir.
Diğer nörolojik rahatsızlıklarda olduğu gibi, hastalar 'istemsiz, tekrarlayan hareketler, zihinsel bozukluk, hafıza kaybı ve davranış değişiklikleri' yaşarlar.
Beyin taramaları, 'antipsikotiklerin bir yıl içinde atrofiye neden olduğunu' gösteriyor, diye uyarıyor Moncrieff. Meslektaşlarını 'iatrojenik beyin hasarı salgını' yaratma riskiyle suçluyor. Moncrieff inatçı bir bilim insanı, bu yüzden saygılı bir şekilde mesafeli. Ancak özenle seçtiği kelimeler hâlâ endişe verici. Sanki psikiyatri camiası 'kendi yayınlanmış bulgularını kabul etmeye dayanamıyormuş gibi', diye yazıyor.
Sağlık Komisyonu'nun geçen yıl psikoz hastalarının neredeyse %40'ının 'önerilen sınırları aşan' antipsikotik ilaç seviyeleri kullandığını bildirmesi de ne kadar endişe verici. Bu seviyeler 'kalp krizlerine' neden oluyor.
Ulusal Hasta Güvenliği Ajansı (National Patient Safety Agency), antipsikotiklerden kaynaklanan kalp yetmezliğinin, İngiliz akıl sağlığı servislerinde yatan hastaların yılda ortalama açıklanamayan '40 ölümünün olası nedenlerinden biri olduğunu' iddia ediyor. Antipsikotiklerin diğer etkileri arasında aşırı kilo alımı (metabolik bozukluk) ve diyabet riskinin artması yer alıyor.
İki yıl önce, Britanya'nın en saygın psikiyatri dergisi olan İngiliz Psikiyatri Dergisi (The British Journal of Psychiatry), 'antipsikotik kullanan kişilerin erken ölme olasılığının 2,5 kat daha fazla olduğunu' bildiren bir çalışma yayınladı.
Araştırmacılar, bunun antipsikotiklerden kaynaklanıp kaynaklanmadığının acilen araştırılması gerektiği konusunda uyardılar. Ancak Moncrieff, 'ilaç kültürünün akıl sağlığına o kadar yerleşmiş olduğunu' belirtiyor ki, birçok psikiyatrist 'antipsikotiklerle erken dönemde tedavi edilmemenin ihmalkarlık olduğunu' düşünüyor.
Moncrieff, antipsikotiklerin kısa vadeli etkililiğine dair kanıtlar olduğunu kabul ediyor. Ancak Moncrieff yine de psikiyatrinin dürüst olmasını istiyor. Moncrieff, klorpromazin gibi antipsikotiklerin ellili yıllarda ilk kez kullanıldığında majör sakinleştiriciler olarak adlandırıldığını belirtiyor. Neden? Çünkü bu, özellikle kısa vadeli etkilerinin doğru bir tanımı. 'Duyguları yatıştırır, uyuşturur veya sakinleştirir', böylece paranoya ve sanrıların yarattığı kaygıyı azaltırlar. Antipsikotik kullanan herhangi bir kişi, bunu doğrulayacaktır (askapatient. com adresine gidin).
Yani, bu açıdan etkililer. Ancak günümüzde bu ilaçlara antipsikotikler deniyor. Moncrieff için bu bir hayal ürünü çünkü antipsikotiklerin psikoz teşhisi konan kişilerdeki 'paranoya, sanrılar ve halüsinasyon semptomları' üzerinde doğrudan etkili olduğuna dair hiçbir kanıt yok. Antipsikotiklerin, antipsikotik hiçbir yanı yoktur.
Moncrieff'in tezinde, diğer tıbbi rahatsızlıkların aksine, şizofreni de dahil olmak üzere 'psikiyatrik hastalıkların fiziksel anormalliklerden kaynaklandığına dair hiçbir kanıt bulunmadığı 'vurgulanıyor.
Klinik psikolog Mary Boyle'un kaleme aldığı gibi, şizofreni "ilaçların asla tedavi edemeyeceği bir hastalıktır." Alternatifler Moncrieff - Kritik Psikiyatri Ağı (Critical Psychiatry Network) adlı gruptaki meslektaşları gibi - Amerika'daki Soteria Ağı (Soteria Network) gibi ilaç dışı yaklaşımları ciddiye almalarını istiyor.
Kendisi gibi psikiyatristlerin artık hastaları 'zorla alıkoyup antipsikotiklerle tedavi etme konusunda benzersiz yetkilere sahip olmaması gerektiğine' inanıyor. Bunun yerine, hastalarla demokratik ilaç tedavisi uygulayan ilaç danışmanları olmalılar. Psikiyatristler, hastalarla ortak karar alma süreçlerine dahil olmalı ve zorunlu tedavi taleplerini savunmak için hukuk mahkemelerine başvurmak zorunda kalmamalılar.
Moncrieff, psikiyatrinin daha mütevazı bir girişim olacağını yazıyor ve artık psikolojik rahatsızlıkların altında yatan gidişatı değiştirebileceğini iddia etmiyor, ancak bu şekilde hayali kimyasal tedavilerin sınırsız kullanımıyla ilişkili hasarların bir kısmından kaçınılmış oluyor. Akıl sağlığı politikası, antidepresanlara bağımlılıktan uzaklaşıyor gibi görünüyor. Antipsikotiklerin gerçek geçerliliğinin de derinlemesine bir yeniden incelenmesi gerekiyor." - Bu makalenin önceki bir versiyonu Guardian Unlimited'da yayınlanmıştır. Adam James, psychminded. co. uk editörüdür." (60)
*** *** ***
"Benzodiazepinler ve Alzheimer hastalığı riski (1)
Hızlı Müdahale: "Yaffe, Boustani ve Fairbanks, benzodiazepinlere maruz kalmanın Alzheimer hastalığı geliştirme riskini iki katına çıkardığını gösteren, dikkatlice yürütülen bir çalışma hakkında yorum yaptılar. Benzodiazepin kullanımının, nörodejeneratif hastalık olarak adlandırdıkları kalıcı beyin hasarına yol açma olasılığının yüksek olduğunu buldular.
Benim tercihim, hastalar tarafından daha kolay anlaşılacağı için, her şeyi olduğu gibi söylemek. Bir ilaca bağlı bir zarardan "hastalık" olarak bahsettiğimizde, bundan bahsettiğimiz daha az açık hale geliyor. Yaffe, Boustani ve Fairbanks ayrıca -hiçbir referans göstermeden- depresyon ve anksiyetenin Alzheimer hastalığı için risk faktörleri olarak kabul edildiğini söylüyor. Ancak, psikiyatristlerin bu tür iddialarda bulunurken genellikle atıfta bulundukları çalışmaların geçerliliği yoktur.
Önde gelen bir Danimarkalı depresyon araştırmacısı yakın zamanda bir makalesinde, 'antidepresan tedavisinin daha önce depresyon geçirmiş kişilerde demans riskini iki katına çıkarabileceğini' belirtti. Bu alandaki araştırmalar için oldukça tipik olan bir meta-analize atıfta bulundu. Daha önceki tedavi hakkında hiçbir şey söylenmedi ve 'artan riskin hastaların aldığı antidepresan ilaçlardan kaynaklanabileceği' konusunda en ufak bir değerlendirme yapılmadı.
'Antipsikotiklerin beyni doza bağlı olarak küçülttüğünü' biliyoruz; 'benzodiazepinler, antidepresanlar ve DEHB ilaçlarının da kalıcı beyin hasarına neden olduğu' görülüyor. Önde gelen psikiyatristler ve ilaç endüstrisi genellikle 'hastalığın, insan beynini mahvettiğini 'söyler, ancak 'bunu yapanın büyük olasılıkla ilaçlar olduğunu ve hayvan deneylerinin de bunu ortaya koyduğunu' biliyoruz. Bu, psikiyatrik ilaçları 'çok az ve çoğunlukla akut dönemde, yani insanlarda ciddi bir rahatsızlık varsa, kullanmamız gerektiğini' savunmamın önemli bir nedenidir. (...)" (4)
Hızlı Müdahale: "Yaffe, Boustani ve Fairbanks, benzodiazepinlere maruz kalmanın Alzheimer hastalığı geliştirme riskini iki katına çıkardığını gösteren, dikkatlice yürütülen bir çalışma hakkında yorum yaptılar. Benzodiazepin kullanımının, nörodejeneratif hastalık olarak adlandırdıkları kalıcı beyin hasarına yol açma olasılığının yüksek olduğunu buldular.
Benim tercihim, hastalar tarafından daha kolay anlaşılacağı için, her şeyi olduğu gibi söylemek. Bir ilaca bağlı bir zarardan "hastalık" olarak bahsettiğimizde, bundan bahsettiğimiz daha az açık hale geliyor. Yaffe, Boustani ve Fairbanks ayrıca -hiçbir referans göstermeden- depresyon ve anksiyetenin Alzheimer hastalığı için risk faktörleri olarak kabul edildiğini söylüyor. Ancak, psikiyatristlerin bu tür iddialarda bulunurken genellikle atıfta bulundukları çalışmaların geçerliliği yoktur.
Önde gelen bir Danimarkalı depresyon araştırmacısı yakın zamanda bir makalesinde, 'antidepresan tedavisinin daha önce depresyon geçirmiş kişilerde demans riskini iki katına çıkarabileceğini' belirtti. Bu alandaki araştırmalar için oldukça tipik olan bir meta-analize atıfta bulundu. Daha önceki tedavi hakkında hiçbir şey söylenmedi ve 'artan riskin hastaların aldığı antidepresan ilaçlardan kaynaklanabileceği' konusunda en ufak bir değerlendirme yapılmadı.
'Antipsikotiklerin beyni doza bağlı olarak küçülttüğünü' biliyoruz; 'benzodiazepinler, antidepresanlar ve DEHB ilaçlarının da kalıcı beyin hasarına neden olduğu' görülüyor. Önde gelen psikiyatristler ve ilaç endüstrisi genellikle 'hastalığın, insan beynini mahvettiğini 'söyler, ancak 'bunu yapanın büyük olasılıkla ilaçlar olduğunu ve hayvan deneylerinin de bunu ortaya koyduğunu' biliyoruz. Bu, psikiyatrik ilaçları 'çok az ve çoğunlukla akut dönemde, yani insanlarda ciddi bir rahatsızlık varsa, kullanmamız gerektiğini' savunmamın önemli bir nedenidir. (...)" (4)
"Benzodiazepinler ve Alzheimer hastalığı riski (2)
Reçete yazanlar ve hastalar, bilişsel yan etkiler için uygun bir gözetim sistemine ihtiyaç duymaktadır. Giderek artan sayıda gözlemsel çalışma, potansiyel olarak uygunsuz ilaçların bilişsel bozulma riskini artırmadaki kritik rolünü göstermiştir. Bağlantılı bir makalede, Billioti de Gage ve meslektaşları (5a), benzodiazepinlerin olumsuz bilişsel etkileri üzerine farmakoepidemiyolojik araştırmaları, bunların Alzheimer hastalığı ile bağlantısını inceleyerek genişletmektedir. Bulguları, benzodiazepinlere uzun süreli maruz kalmanın bu durum için değiştirilebilir bir risk faktörü olabileceğini düşündürmektedir.
Yazarlar, Kanada'nın Quebec eyaletinde bir kamu ilaç planının yaklaşık 2000 yaşlı üyesini kapsayan iç içe geçmiş bir vaka-kontrol çalışması yürüttüler. Benzodiazepinlere maruz kalma (en az 90 gün) ile Alzheimer hastalığı geliştirme riski arasında kümülatif bir doz-etki ilişkisi gözlemlediler ve 180 günden uzun süren maruz kalmanın riskte neredeyse iki kat artışla ilişkili olduğunu buldular. Daha ileri analizlerde, 'daha uzun etkili benzodiazepinlerin, daha kısa etkili benzodiazepinlere kıyasla Alzheimer hastalığı geliştirme riskinin daha yüksek olduğunu' göstererek nedensel bir ilişkiye destek sağladılar. Bu bulguların yorumlanması... (...)" (5)
*** *** ***
** BİR DEĞERLENDİRME;
- 'Psikiyatrik ilaçlar, kalıcı beyin hasarına neden olur' makale başlığının değiştirilmesi ile ilgili... Dünyaca ünlü tıp dergilerinin... psikiyatrik ilaçların ölümcül
zararlarını görmezden gelmesi, örtbas etmeye çalışması... (Kaynaklar sayfasındaki 'AÇIKLAMA 3' kısmını okuyunuz.)
Yukarıda yer alan bir yorum
makalesinin başlığının, dünyaca ünlü bilimsel tıp dergisi BMJ tarafından
değiştirilmesi olasılığı hakkında. Google arama snippetleri "Psychiatric drugs cause permanent brain damage" makalenin ilk orjinali gösteriyor. BMJ'de
yer alan "Psikiyatrik ilaçlar kalıcı beyin hasarına neden olur"
başlıklı bir yorum (/araştırma) makalesinde ilginç bir durumla
karşılaştık. Google aramasında "Psikiyatrik ilaçlar kalıcı beyin
hasarına neden olur (Psychiatric drugs cause permanent brain damage)"
şeklinde Google arama sonucu çıkıyor. Muhtemelen bu arama sonucu, Google
arama snippetlerinin bu makale başlığının ilk orjinal versiyonunu
korumuş olmasından kaynaklanıyor gibi gözüküyor. Çünkü... yorum
(/araştırma) makalesinin sayfasına (yayınına) gidildiğinde... başlık
(Benzodiazepinler ve Alzheimer hastalığı riski (Benzodiazepines
and risk of Alzheimer’s disease)" şeklinde değişiyor.

"Neden böyle değişiyor?" Bilmiyoruz? BMJ'den mi kaynaklanıyor yoksa yazarlardan mı orasını bilmiyoruz?
Ama muhtemelen BMJ'den kaynaklanabilir diye düşünüyoruz. Bunun nedenini (BMJ'nin de diğer ana akım bilimsel tıp dergileri gibi 'ana akım meslek /hizmet gruplarına (ana akım küresel çetelere)' hizmet ediyor olabileceğini) açıklama kısmında ve bazı blog ayzılarında kısaca izah etmiştik. Öyle görülüyor ki... ana akım psikopat psikiyatri, sözde 'bilimsel dergilerini'de ele geçirmiş ve kendi kontrolüne almış gibi görünüyor. Öyle olmasaydı... bu yorum (araştrıma) başlığı bile garip şekilde değiştirilmezdi, herhalde diye düşünemeden edemiyor insan.
Ancak işin ilginç yanı... bu bilimsel derginin (hızlı yanıtlar "rapid-responses") sayfasında (3) "Psikiyatrik ilaçlar kalıcı beyin hasarına neden olur (Psychiatric drugs cause permanent brain damage)" yazı başlığının kaldırılmadığını gördük. Bu sayfanın, yine adı değişen sayfa içeriği (4) ile aynı olduğunu fark ettik. Sadece başlık değişikti.
- "Psikiyatrik ilaçlar kalıcı beyin hasarına neden olur (Psychiatric drugs cause permanent brain damage)"... adı değişen bilimsel yorum (araştırma) makalenin içeriği. Makalenin 2 içeriği olduğunu gördük. Bu nedenle hemen yukarıda ikisini de kısa özetle verdik.
"Neden böyle değişiyor?" Bilmiyoruz? BMJ'den mi kaynaklanıyor yoksa yazarlardan mı orasını bilmiyoruz?
Ama muhtemelen BMJ'den kaynaklanabilir diye düşünüyoruz. Bunun nedenini (BMJ'nin de diğer ana akım bilimsel tıp dergileri gibi 'ana akım meslek /hizmet gruplarına (ana akım küresel çetelere)' hizmet ediyor olabileceğini) açıklama kısmında ve bazı blog ayzılarında kısaca izah etmiştik. Öyle görülüyor ki... ana akım psikopat psikiyatri, sözde 'bilimsel dergilerini'de ele geçirmiş ve kendi kontrolüne almış gibi görünüyor. Öyle olmasaydı... bu yorum (araştrıma) başlığı bile garip şekilde değiştirilmezdi, herhalde diye düşünemeden edemiyor insan.
Ancak işin ilginç yanı... bu bilimsel derginin (hızlı yanıtlar "rapid-responses") sayfasında (3) "Psikiyatrik ilaçlar kalıcı beyin hasarına neden olur (Psychiatric drugs cause permanent brain damage)" yazı başlığının kaldırılmadığını gördük. Bu sayfanın, yine adı değişen sayfa içeriği (4) ile aynı olduğunu fark ettik. Sadece başlık değişikti.
*** *** ***
"Psikiyatrik ilaçların beyin hasarına yol açabileceğini biliyor muydunuz? (VIDEO)
"Psikiyatrik ilaçlar, beyin hasarına yol açabilir ama psikiyatristler bunu, size asla söylemez."
Psikiyatri hastası ve elektroşok mağduru Sue Clark-Wittenberg, 1972'den 1990'a kadar 18 yıl boyunca 14 farklı psikiyatrik ilaç kullandı. Sue'ya, psikiyatri ilaçları konusunda dünyanın önde gelen bir uzmanı tarafından yakın zamanda, 'kullandığı 14 psikiyatrik ilaçtan 7'sinin beyin hasarına neden olduğu' söylendi.
Sue'ya daha önce hiç kimse bunu söylememişti, geçmişte görüştüğü psikiyatristlerin hiçbiri. Hiçbir psikiyatrist, Sue'yu 'kullandığı bazı psikiyatrik ilaçların beyni devre dışı bırakan etkileri' konusunda uyarmamıştı.
New York Eyaleti'nden bir psikiyatrist olan Dr. Peter R. Breggin, bu konu hakkında birçok kitap yazmıştır. Dr. Breggin'in kitaplarına web sitesinden (breggin. com) ulaşabilirsiniz. Web sitesi, psikiyatrik ilaçların çocuklar ve yetişkinler üzerindeki zararları ve %100 beyin hasarına neden olan elektroşokun zararları hakkında zengin bir bilgi hazinesidir. Büyük ilaç şirketleri milyonlarca dolar kazanıyor ve sattıkları bazı psikiyatrik ilaçların beyin hasarına neden olabileceğini kamuoyuna açıklamıyorlar mı? Bazı büyük ilaç şirketleri, bu psikiyatrik ilaçların bazılarının yan etkilerinden dolayı - kendilerine dava açan insanlar nedeniyle - mahkemeye gitmek zorunda kaldı. Psikiyatrik ilaçları ifşa eden diğer web sitelerini görmek için: (....)" (57)
*** *** ***
"Psikiyatrik ilaçlar, beyin hasarına yol açabilir ama psikiyatristler bunu, size asla söylemez."
Psikiyatri hastası ve elektroşok mağduru Sue Clark-Wittenberg, 1972'den 1990'a kadar 18 yıl boyunca 14 farklı psikiyatrik ilaç kullandı. Sue'ya, psikiyatri ilaçları konusunda dünyanın önde gelen bir uzmanı tarafından yakın zamanda, 'kullandığı 14 psikiyatrik ilaçtan 7'sinin beyin hasarına neden olduğu' söylendi.
Sue'ya daha önce hiç kimse bunu söylememişti, geçmişte görüştüğü psikiyatristlerin hiçbiri. Hiçbir psikiyatrist, Sue'yu 'kullandığı bazı psikiyatrik ilaçların beyni devre dışı bırakan etkileri' konusunda uyarmamıştı.
New York Eyaleti'nden bir psikiyatrist olan Dr. Peter R. Breggin, bu konu hakkında birçok kitap yazmıştır. Dr. Breggin'in kitaplarına web sitesinden (breggin. com) ulaşabilirsiniz. Web sitesi, psikiyatrik ilaçların çocuklar ve yetişkinler üzerindeki zararları ve %100 beyin hasarına neden olan elektroşokun zararları hakkında zengin bir bilgi hazinesidir. Büyük ilaç şirketleri milyonlarca dolar kazanıyor ve sattıkları bazı psikiyatrik ilaçların beyin hasarına neden olabileceğini kamuoyuna açıklamıyorlar mı? Bazı büyük ilaç şirketleri, bu psikiyatrik ilaçların bazılarının yan etkilerinden dolayı - kendilerine dava açan insanlar nedeniyle - mahkemeye gitmek zorunda kaldı. Psikiyatrik ilaçları ifşa eden diğer web sitelerini görmek için: (....)" (57)
*** *** ***
2. BÖLÜM : Psikiyatrik ilaçların neden olduğu beyin hasarıyla ilişkili bazı 'Tardif Diskinezi, Akatizi' vb gibi 'beyin hasarına bağlı hastalıklarla' ilgili çalışmalar, bilgiler..
"Nöroleptik (antipsikotik) ilaçlar: On milyonlarca insanı etkileyen beyin yaralanmaları ve bununla ilişkili tardif diskinezi salgını
Soyut... Nöroleptik (antipsikotik) ilaçlar, herhangi bir tıbbi tedaviden ziyade, letarjik ensefalit adı verilen viral bir beyin hastalığı gibi bireyi etkiler. Nöroleptik öncüleri, bu ilaçların letarjik ensefalite benzer şekilde 'duygusal kayıtsızlık, ilgisizlik ve duyarsızlığa' nasıl yol açtığını gördüler. İlaçların ayrıca, 'parkinsonizm ve tardif diskinezi (TD)' de dahil olmak üzere, salgın ensefalit ile ilişkili olanlara benzer nörolojik sendromlara da yol açtığını fark ettiler.
Yeni ilaçların, viral ensefalite benzer bir beyin hasarı salgınına yol açabileceğini öngördüler. TD'nin yol açabileceği ciddi yan etkiler göz önüne alındığında, ilaçlar 'muazzam fayda' sağlasa bile, maliyeti çok yüksek olurdu. Ancak ilaçların 'hiçbir iyileştirici değeri yoktur' ve yalnızca bireylere ensefalit benzeri bir 'uyuşukluk, ilgisizlik ve duyarsızlık' aşılayarak, - onları kendileri ve başkaları için daha az sorunlu hale getirerek - işe yarayabilirler. Kullanımlarını yeniden değerlendirmenin zamanı geldi." -Prof. Dr. Peter R. Breggin, MD (23)
"Nöroleptik (antipsikotik) ilaçların reçete edilmesi, trajik boyutları büyük ölçüde fark edilmeyen dünya çapında bir tardif diskinezi ve diğer nörolojik bozukluklar salgınına yol açmıştır. Halk, sokaklarda 'çiğneyen, yüzünü buruşturan, jest yapan, poz veren, gergin bir şekilde sallanan veya garip bir şekilde ayakta durup yürüyen' birçok "tuhaf görünümlü" insanın tardif diskinezi (TD) hastası olduğunun farkında değildir. TD, nöroleptik ilaçların neden olduğu kalıcı, genellikle geri döndürülemez bir nörolojik bozukluktur. TD, 'yüz, çene, göz kapakları, dil, boyun, omuzlar, sırt, karın, eller ve ayaklar, el ve ayak parmakları' dahil 'ekstremiteler, diyafram, ses telleri ve yemek borusu' dahil olmak üzere tamamen veya kısmen 'istemli kontrol altında olan herhangi bir kasın anormal hareketleri' olarak ortaya çıkar.
TD, 'nefes almayı, konuşmayı ve yutkunmayı' bozabilir. Tardif distoni olarak adlandırılan bir tür, 'acı verici, vücudu bozan ve hareket kabiliyetini kısıtlayan' kas spazmlarına neden olabilir. Tardif akatizi olarak adlandırılan bir diğer tür ise 'aşırı duygusal ajitasyona, intihara, şiddete, psikoza ve kişinin genel durumunda kötüleşmeye' yol açacak kadar güçlü bir içsel işkenceye neden olabilir. Sadece TD'ye dayanarak, nöroleptik (antipsikotik) ilaçlar, günümüzde kullanılan en toksik ve ölümcül ilaçlar arasındadır. Ancak TD, birçok olumsuz nörolojik etkiden yalnızca biridir." -Prof. Dr. Peter R. Breggin, MD (23.1)
"Gizli Salgın Ortaya Çıktı: Yeni Tardif Diskinezi (TD) Kaynak Merkezi
Tardif diskinezi, tüm antipsikotik ilaçların neden olduğu korkunç bir rahatsızlıktır. En belirgin olarak, normalde kısmen veya tamamen istemli kontrol altında olan vücut kaslarını etkileyen, şekil bozukluğuna yol açan ve bazen tamamen işlevsiz bırakan 'tuhaf istemsiz hareketlere' neden olur.
Bunlara 'gözler, ağız, dil, yüz, kollar ve bacaklar, el ve ayak parmakları, boyun ve omuzlar, sırt ve gövde' dahildir. 'Diyaframı ve nefes almayı, ses tellerini ve konuşmayı veya yemek borusunu ve yutmayı' etkileyebilir. Genellikle boyun ve omuzlarda ağrılı ve deformasyona yol açan spazmlara (tardif distoni "tardive dystonia") neden olabilir.
TD, insanları 'psikoza, şiddete ve intihara' sürükleyen işkence benzeri bir içsel ajitasyona (tardif akatizi) neden olabilir. TD özellikle şiddetli olduğunda, genellikle 'bilişsel bozukluklar, bunama ve psikozla' ilişkilendirilir. TD'den muzdarip kişiler 'toplumdan soyutlanma eğilimindedir ve çoğu engelli hale gelir.'
"Yeni antipsikotik ilaçlar listesinde 'Risperdal (risperidon), Abilify (aripiprazol), Geodon (ziprasidon), Invega (paliperidon), Latuda (lurasidone), Rexulti (brexpiprazol), Saphris (asenapin), Seroquel (ketiapin) ve Zyprexa (olanzapin)' yer almaktadır. Eski antipsikotik ilaçlar arasında 'Haldol (haloperidol) ve Thorazine (klorpromazin)' bulunmaktadır. Hepsi TD'ye neden olur. Burada açıklanan her şey, Breggin. com'daki yeni Tardif Diskinezi (TD) Kaynak Merkezimde kolayca erişilebilen bilimsel makalelerle desteklenmektedir."
Bir kişi, birkaç aydan uzun süredir TD'den muzdaripse, iyileşme olasılığı çok düşüktür. Etkili ve güvenli bir tedavi yoktur. İlaçlar bırakıldığında, TD'li bazı kişiler zamanla, genellikle tam iyileşme olmadan iyileşir. Diğerlerinde ise 'yeni semptomlar gelişir ve daha fazla işlev bozukluğu' ortaya çıkar. TD, bir veya birden fazla semptom olarak ortaya çıkabilir, günden güne değişir ve uykuda kaybolma eğilimindedir. 'Gerginlik, anksiyete ve yorgunluk semptomları' geçici olarak kötüleştirebilir, ancak TD'ye neden olmada hiçbir rol oynamaz.
Antipsikotik ilaç kullanan kişilerde TD oranları astronomiktir. Antipsikotik ilaç kullanan sağlıklı genç yetişkinlerde kümülatif oran yılda %5-8'dir ve bu oran 3 yılda %15-24'e çıkar. Bu oran yaşla birlikte istikrarlı bir şekilde artar ve 65 yaş ve üzeri hastalarda yılda %25-30 kümülatif orana eşit veya daha fazladır. Antipsikotik ilaç kullanan çocukları, genç yetişkinlere benzer oranlarda etkiler ve daha başlamadan hayatlarını mahvedebilir.
Daha da kötüsü, gerçek oranlar daha da yüksektir çünkü incelenen hastalar genellikle 'çalışma' sırasında antipsikotik ilaçlar almaktadır ve bu ilaçlar, TD belirtileri gelişirken onları maskelemektedir. 'Kaç mağdur var?' Son birkaç on yılda ilaç şirketleri ve psikiyatristler bu konuda herhangi bir tahminde bulunmamıştır.
Ancak, 2011 yılında ABD'de 3 milyondan fazla hastaya antipsikotik ilaç verildiği bilgisi edinilmiştir. Bu kadar yüksek TD oranları göz önüne alındığında, her yıl yeni ilaç tedavisine başlayan hastaların yaklaşık %10'unun (veya 300.000'inin) tardif diskinezi geliştireceği yönünde mütevazı bir tahminde bulunabiliriz. (Hastaların çoğu huzurevlerinde olduğundan, birçoğunda TD oranları yılda %30'a kadar çıkabilir.) İlaç kullanmaya devam edenler, çoğu gibi, gelecekte artan risklerle karşı karşıya kalacaktır.
"Yıllar önce TD ile yaşayan ve şu anda yılda %25-30'a varan bir riske sahip olan birçok insanı hesaba katarsak, milyonlarca Amerikalının TD hastası olduğu kesindir. İlaçların ilk kez piyasaya sürüldüğü 1954 yılından bu yana muhtemelen on milyonlarca insan bu hastalığa yakalanmıştır."
Bilimsel raporlar, tardif diskineziyi ilk olarak 1950'lerin sonlarında tanımladı. Gıda ve İlaç Dairesi'nin (FDA), ilaç şirketlerinin veya tıp camiasının bu büyüyen pandemi konusunda önemli bir şey yapacağını ummaktan vazgeçmeliyiz. Benim ve Bob Whitaker ve diğerlerinin çalışmaları, bu 'nörotoksinlerin yaygın zararlara yol açtığını ve kanıtlanabilir değerlerinin sıfıra yakın olduğunu' göstermiştir.
Uzun vadede, antipsikotik ilaç kullanan kişiler fiziksel ve zihinsel olarak bozulma eğilimindedir. 'İnsanlar 'salgına, boyun eğmeyi reddedene kadar' halkı, eğitmeye devam etmeliyiz. Tardif Diskinezi (TD) Kaynak Merkezi, hem halkı hem de meslek sahiplerini eğitme yolunda atılan bir adımdır. Tardif Diskinezi Kaynak Merkezi (Tardive Dyskinesia Resource Center "TDRC"), ilaç kaynaklı bozukluğa dair basit ama kapsamlı bir giriş, sorun yaratan ilaçların bir listesi ve açıklayıcı videolar sunmaktadır.
Yaklaşık 150 bilimsel makalenin PDF'leri, yetişkinler, çocuklar ve yaşlılar için oranlar; yeni ilaçların, eskileri kadar kötü olduğuna dair kanıtlar; beyin hasarı ve bilişsel işlev bozukluğunu gösteren çalışmalar ve bir düzineden fazla konu gibi konulara göre düzenlenmiştir. Lütfen bu yeni ve tamamen ücretsiz TD kaynak merkezini duyurmaya yardımcı olun." -Prof. Dr. Peter R. Breggin, MD (22)
"Tardif Diskinezinin Kısa Tarihi: 65 Yıldır Süregelen İlaç Kaynaklı Beyin Hasarı
Amerika'da Deli (Mad in America), 15 Kasım'da, aylık maliyeti 7000 dolara kadar çıkabilen ve "çığır açan ilaçlar" olarak lanse edilen Ingrezza ve Austedo adlı, tardif diskinezi (TD "tardive dyskinesia") için iki yeni ilacın pazarlanmasıyla ilgili bir rapor yayınladı.
Rapor, bu ilaçların geliştirilmesi ve pazarlanmasında mevcut finansal etkilere derinlemesine bir bakış sunuyor ve bu pahalı yeni ilaçların aslında 'benzer (me-too) bileşikler olduğunu ve TD semptomlarını tedavi etmek için kullanılan mevcut bir jenerik ilaca kıyasla çok az fayda sağladığını anlatıyor.
TD'nin antipsikotiklerin neden olduğu bir rahatsızlık olduğu düşünüldüğünde, bu hikayede açıkça çirkin bir unsur var: İlaç endüstrisi artık 'kendi ürünlerinin neden olduğu zararı tedavi etmek' için ilaç geliştirerek kâr elde ediyor.
Bu hikâyenin bilimsel literatürden çıkarılabilecek, bilinmesi gereken başka bir yönü daha var. TD, sıklıkla 'istemsiz hareket bozukluğu' ve dolayısıyla 'bazal gangliyonların işlev bozukluğu' olarak sunulur.
"Ancak TD'ye dair bu yaygın anlayış, daha yıkıcı bir gerçeği gölgede bırakır: TD, beyin fonksiyonlarında genel bir düşüşe yol açan 'ilaç kaynaklı beyin hasarı' olarak anlaşılmalıdır."
Motor işlev bozukluğuna genellikle 'psikotik semptomlarda artış, bilişsel işlevlerde gerileme ve erken ölüm riskinde artış' eşlik eder. Dahası, yeni ilaçlar TD'nin gözle görülür belirtilerini (tikler, spazmlar ve diğer motor anormallikleri) azaltabilse de, antipsikotiklerin neden olduğu beyin hasarını onarmak için hiçbir şey yapmazlar.
Gerçekten de, TD ilaçlarının "etki mekanizması"nın incelenmesi, zamanla beyin fonksiyonlarını kötüleştirebileceklerini ortaya koymaktadır. Bu ilaçlar, beyindeki 'birden fazla nöronal yolun normal işleyişini' bozar.
Bu, psikiyatrinin ve "toplumumuzun" onlarca yıldır görmezden geldiği, büyük ölçekte tıbbi zarara dair uzun süredir devam eden bir hikâyenin son bölümü. Tarih tekerrür ediyor ve bu tekerrür, trajik bir sonla bitiyor.
TD'nin İlk Dalgası...
Klorpromazin 1950'lerde piyasaya sürüldüğünde, klinisyenler düzenli olarak parkinson semptomlarına -titreme, kas sertliği, hareketlerde yavaşlama vb. - neden olduğunu fark ettiler.
Araştırmacılar kısa süre sonra klorpromazin ve diğer yeni "nöroleptiklerin", 'beyindeki dopamin reseptörlerini bloke ederek, motor hareketleri kontrol eden bazal gangliyonlardaki nöronal aktiviteyi engellediğini' anladılar. Parkinson semptomlarının, ilaçların 'akut bir etkisi' olduğu anlaşıldı.
Tardif diskinezi olarak bilinen hastalığın, ilk vaka raporları birkaç yıl sonra yayınlandı ve 'motor hareketlerde, daha kalıcı bir işlev bozukluğundan' bahsediyordu. 1959'da Fransız psikiyatristler semptomları şöyle tanımladılar:
"Dil, hızlı bir ritimle sürekli olarak öne ve arkaya doğru çıkıntı yapar; çıkıntı bazen yana, bazen sağa, bazen sola doğrudur... dudaklar, çenenin ritmik kasılmalarıyla sinerji içinde, basmakalıp emme hareketleri, büzme, yuvarlama ve aralıksız çiğneme şeklinde bu diskineziye katılır."
Bu garip hareket bozukluğu, antipsikotik tedaviye başlanmasıyla ortaya çıkan parkinson semptomlarıyla ilişkili gibi görünse de, tam tersi bir etki gösteriyordu. Parkinson semptomları, nöronal aktivitedeki bir eksiklikten kaynaklanıyordu. Tardif diskineziyi karakterize eden tuhaf 'orofasiyal hareketler, aynı dopaminerjik yolların hiperaktivitesiyle' ilişkili görünüyordu.
Sonraki on yıl boyunca, vaka raporları bu işlev bozukluğunun kapsamını daha da belirginleştirdi. İnsanlar her türden sarsıntılı, spazmodik hareketlerden muzdaripti. 'Kollar, ayak bilekleri, parmaklar, ayak parmakları, gövde, boyun ve gırtlak' etkilenebiliyordu.
TD'den muzdarip olanlar 'yürüme, oturma veya ayakta durmada zorluk' çekebiliyordu. Bazen konuşmaları anlaşılmaz hale geliyor ve yutmada, o kadar çok zorluk çekiyorlardı ki yemek yemek sorunlu hale geliyordu.
1973 yılında, Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü doktoru George Crane, şiddetli formlarında TD'nin "Huntington hastalığı, distoni musculorum deformans ve postensefalitik beyin hasarı' gibi bilinen nörolojik hastalıklara her açıdan benzediğini" yazmıştır. Bu da nadir görülen bir yan etki değildi.
1960'larda yapılan en az dokuz çalışmada, TD'nin 'tüm şizofreni hastalarının %10'undan fazlasını etkilediği' belirtilmiş ve bir raporda, 'uzun süre ilaç kullanan tüm hastalarda, bu oranın %40'a kadar çıkabileceği' belirtilmiştir.
Tardif diskinezi, tüm antipsikotik ilaçların neden olduğu korkunç bir rahatsızlıktır. En belirgin olarak, normalde kısmen veya tamamen istemli kontrol altında olan vücut kaslarını etkileyen, şekil bozukluğuna yol açan ve bazen tamamen işlevsiz bırakan 'tuhaf istemsiz hareketlere' neden olur.
Bunlara 'gözler, ağız, dil, yüz, kollar ve bacaklar, el ve ayak parmakları, boyun ve omuzlar, sırt ve gövde' dahildir. 'Diyaframı ve nefes almayı, ses tellerini ve konuşmayı veya yemek borusunu ve yutmayı' etkileyebilir. Genellikle boyun ve omuzlarda ağrılı ve deformasyona yol açan spazmlara (tardif distoni "tardive dystonia") neden olabilir.
TD, insanları 'psikoza, şiddete ve intihara' sürükleyen işkence benzeri bir içsel ajitasyona (tardif akatizi) neden olabilir. TD özellikle şiddetli olduğunda, genellikle 'bilişsel bozukluklar, bunama ve psikozla' ilişkilendirilir. TD'den muzdarip kişiler 'toplumdan soyutlanma eğilimindedir ve çoğu engelli hale gelir.'
"Yeni antipsikotik ilaçlar listesinde 'Risperdal (risperidon), Abilify (aripiprazol), Geodon (ziprasidon), Invega (paliperidon), Latuda (lurasidone), Rexulti (brexpiprazol), Saphris (asenapin), Seroquel (ketiapin) ve Zyprexa (olanzapin)' yer almaktadır. Eski antipsikotik ilaçlar arasında 'Haldol (haloperidol) ve Thorazine (klorpromazin)' bulunmaktadır. Hepsi TD'ye neden olur. Burada açıklanan her şey, Breggin. com'daki yeni Tardif Diskinezi (TD) Kaynak Merkezimde kolayca erişilebilen bilimsel makalelerle desteklenmektedir."
Bir kişi, birkaç aydan uzun süredir TD'den muzdaripse, iyileşme olasılığı çok düşüktür. Etkili ve güvenli bir tedavi yoktur. İlaçlar bırakıldığında, TD'li bazı kişiler zamanla, genellikle tam iyileşme olmadan iyileşir. Diğerlerinde ise 'yeni semptomlar gelişir ve daha fazla işlev bozukluğu' ortaya çıkar. TD, bir veya birden fazla semptom olarak ortaya çıkabilir, günden güne değişir ve uykuda kaybolma eğilimindedir. 'Gerginlik, anksiyete ve yorgunluk semptomları' geçici olarak kötüleştirebilir, ancak TD'ye neden olmada hiçbir rol oynamaz.
Antipsikotik ilaç kullanan kişilerde TD oranları astronomiktir. Antipsikotik ilaç kullanan sağlıklı genç yetişkinlerde kümülatif oran yılda %5-8'dir ve bu oran 3 yılda %15-24'e çıkar. Bu oran yaşla birlikte istikrarlı bir şekilde artar ve 65 yaş ve üzeri hastalarda yılda %25-30 kümülatif orana eşit veya daha fazladır. Antipsikotik ilaç kullanan çocukları, genç yetişkinlere benzer oranlarda etkiler ve daha başlamadan hayatlarını mahvedebilir.
Daha da kötüsü, gerçek oranlar daha da yüksektir çünkü incelenen hastalar genellikle 'çalışma' sırasında antipsikotik ilaçlar almaktadır ve bu ilaçlar, TD belirtileri gelişirken onları maskelemektedir. 'Kaç mağdur var?' Son birkaç on yılda ilaç şirketleri ve psikiyatristler bu konuda herhangi bir tahminde bulunmamıştır.
Ancak, 2011 yılında ABD'de 3 milyondan fazla hastaya antipsikotik ilaç verildiği bilgisi edinilmiştir. Bu kadar yüksek TD oranları göz önüne alındığında, her yıl yeni ilaç tedavisine başlayan hastaların yaklaşık %10'unun (veya 300.000'inin) tardif diskinezi geliştireceği yönünde mütevazı bir tahminde bulunabiliriz. (Hastaların çoğu huzurevlerinde olduğundan, birçoğunda TD oranları yılda %30'a kadar çıkabilir.) İlaç kullanmaya devam edenler, çoğu gibi, gelecekte artan risklerle karşı karşıya kalacaktır.
"Yıllar önce TD ile yaşayan ve şu anda yılda %25-30'a varan bir riske sahip olan birçok insanı hesaba katarsak, milyonlarca Amerikalının TD hastası olduğu kesindir. İlaçların ilk kez piyasaya sürüldüğü 1954 yılından bu yana muhtemelen on milyonlarca insan bu hastalığa yakalanmıştır."
Bilimsel raporlar, tardif diskineziyi ilk olarak 1950'lerin sonlarında tanımladı. Gıda ve İlaç Dairesi'nin (FDA), ilaç şirketlerinin veya tıp camiasının bu büyüyen pandemi konusunda önemli bir şey yapacağını ummaktan vazgeçmeliyiz. Benim ve Bob Whitaker ve diğerlerinin çalışmaları, bu 'nörotoksinlerin yaygın zararlara yol açtığını ve kanıtlanabilir değerlerinin sıfıra yakın olduğunu' göstermiştir.
Uzun vadede, antipsikotik ilaç kullanan kişiler fiziksel ve zihinsel olarak bozulma eğilimindedir. 'İnsanlar 'salgına, boyun eğmeyi reddedene kadar' halkı, eğitmeye devam etmeliyiz. Tardif Diskinezi (TD) Kaynak Merkezi, hem halkı hem de meslek sahiplerini eğitme yolunda atılan bir adımdır. Tardif Diskinezi Kaynak Merkezi (Tardive Dyskinesia Resource Center "TDRC"), ilaç kaynaklı bozukluğa dair basit ama kapsamlı bir giriş, sorun yaratan ilaçların bir listesi ve açıklayıcı videolar sunmaktadır.
Yaklaşık 150 bilimsel makalenin PDF'leri, yetişkinler, çocuklar ve yaşlılar için oranlar; yeni ilaçların, eskileri kadar kötü olduğuna dair kanıtlar; beyin hasarı ve bilişsel işlev bozukluğunu gösteren çalışmalar ve bir düzineden fazla konu gibi konulara göre düzenlenmiştir. Lütfen bu yeni ve tamamen ücretsiz TD kaynak merkezini duyurmaya yardımcı olun." -Prof. Dr. Peter R. Breggin, MD (22)
"Tardif Diskinezinin Kısa Tarihi: 65 Yıldır Süregelen İlaç Kaynaklı Beyin Hasarı
Amerika'da Deli (Mad in America), 15 Kasım'da, aylık maliyeti 7000 dolara kadar çıkabilen ve "çığır açan ilaçlar" olarak lanse edilen Ingrezza ve Austedo adlı, tardif diskinezi (TD "tardive dyskinesia") için iki yeni ilacın pazarlanmasıyla ilgili bir rapor yayınladı.
Rapor, bu ilaçların geliştirilmesi ve pazarlanmasında mevcut finansal etkilere derinlemesine bir bakış sunuyor ve bu pahalı yeni ilaçların aslında 'benzer (me-too) bileşikler olduğunu ve TD semptomlarını tedavi etmek için kullanılan mevcut bir jenerik ilaca kıyasla çok az fayda sağladığını anlatıyor.
TD'nin antipsikotiklerin neden olduğu bir rahatsızlık olduğu düşünüldüğünde, bu hikayede açıkça çirkin bir unsur var: İlaç endüstrisi artık 'kendi ürünlerinin neden olduğu zararı tedavi etmek' için ilaç geliştirerek kâr elde ediyor.
Bu hikâyenin bilimsel literatürden çıkarılabilecek, bilinmesi gereken başka bir yönü daha var. TD, sıklıkla 'istemsiz hareket bozukluğu' ve dolayısıyla 'bazal gangliyonların işlev bozukluğu' olarak sunulur.
"Ancak TD'ye dair bu yaygın anlayış, daha yıkıcı bir gerçeği gölgede bırakır: TD, beyin fonksiyonlarında genel bir düşüşe yol açan 'ilaç kaynaklı beyin hasarı' olarak anlaşılmalıdır."
Motor işlev bozukluğuna genellikle 'psikotik semptomlarda artış, bilişsel işlevlerde gerileme ve erken ölüm riskinde artış' eşlik eder. Dahası, yeni ilaçlar TD'nin gözle görülür belirtilerini (tikler, spazmlar ve diğer motor anormallikleri) azaltabilse de, antipsikotiklerin neden olduğu beyin hasarını onarmak için hiçbir şey yapmazlar.
Gerçekten de, TD ilaçlarının "etki mekanizması"nın incelenmesi, zamanla beyin fonksiyonlarını kötüleştirebileceklerini ortaya koymaktadır. Bu ilaçlar, beyindeki 'birden fazla nöronal yolun normal işleyişini' bozar.
Bu, psikiyatrinin ve "toplumumuzun" onlarca yıldır görmezden geldiği, büyük ölçekte tıbbi zarara dair uzun süredir devam eden bir hikâyenin son bölümü. Tarih tekerrür ediyor ve bu tekerrür, trajik bir sonla bitiyor.
TD'nin İlk Dalgası...
Klorpromazin 1950'lerde piyasaya sürüldüğünde, klinisyenler düzenli olarak parkinson semptomlarına -titreme, kas sertliği, hareketlerde yavaşlama vb. - neden olduğunu fark ettiler.
Araştırmacılar kısa süre sonra klorpromazin ve diğer yeni "nöroleptiklerin", 'beyindeki dopamin reseptörlerini bloke ederek, motor hareketleri kontrol eden bazal gangliyonlardaki nöronal aktiviteyi engellediğini' anladılar. Parkinson semptomlarının, ilaçların 'akut bir etkisi' olduğu anlaşıldı.
Tardif diskinezi olarak bilinen hastalığın, ilk vaka raporları birkaç yıl sonra yayınlandı ve 'motor hareketlerde, daha kalıcı bir işlev bozukluğundan' bahsediyordu. 1959'da Fransız psikiyatristler semptomları şöyle tanımladılar:
"Dil, hızlı bir ritimle sürekli olarak öne ve arkaya doğru çıkıntı yapar; çıkıntı bazen yana, bazen sağa, bazen sola doğrudur... dudaklar, çenenin ritmik kasılmalarıyla sinerji içinde, basmakalıp emme hareketleri, büzme, yuvarlama ve aralıksız çiğneme şeklinde bu diskineziye katılır."
Bu garip hareket bozukluğu, antipsikotik tedaviye başlanmasıyla ortaya çıkan parkinson semptomlarıyla ilişkili gibi görünse de, tam tersi bir etki gösteriyordu. Parkinson semptomları, nöronal aktivitedeki bir eksiklikten kaynaklanıyordu. Tardif diskineziyi karakterize eden tuhaf 'orofasiyal hareketler, aynı dopaminerjik yolların hiperaktivitesiyle' ilişkili görünüyordu.
Sonraki on yıl boyunca, vaka raporları bu işlev bozukluğunun kapsamını daha da belirginleştirdi. İnsanlar her türden sarsıntılı, spazmodik hareketlerden muzdaripti. 'Kollar, ayak bilekleri, parmaklar, ayak parmakları, gövde, boyun ve gırtlak' etkilenebiliyordu.
TD'den muzdarip olanlar 'yürüme, oturma veya ayakta durmada zorluk' çekebiliyordu. Bazen konuşmaları anlaşılmaz hale geliyor ve yutmada, o kadar çok zorluk çekiyorlardı ki yemek yemek sorunlu hale geliyordu.
1973 yılında, Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü doktoru George Crane, şiddetli formlarında TD'nin "Huntington hastalığı, distoni musculorum deformans ve postensefalitik beyin hasarı' gibi bilinen nörolojik hastalıklara her açıdan benzediğini" yazmıştır. Bu da nadir görülen bir yan etki değildi.
1960'larda yapılan en az dokuz çalışmada, TD'nin 'tüm şizofreni hastalarının %10'undan fazlasını etkilediği' belirtilmiş ve bir raporda, 'uzun süre ilaç kullanan tüm hastalarda, bu oranın %40'a kadar çıkabileceği' belirtilmiştir.
![]() |
"TD'nin klinik sunumları" (9) |
İlaçların Doğrudan Etkisi...
TD'nin etiyolojisi henüz tam olarak anlaşılmamış olsa da, en azından büyük ölçüde 'antipsikotiklerin neden olduğu bir "dopamin aşırı duyarlılığı"ndan kaynaklandığı' düşünülmektedir. Bu hipotez ilk olarak 1970'lerin sonları ve 1980'lerin başlarında ortaya atılmıştır.
Beyindeki nöronlar şu şekilde iletişim kurar: "Presinaptik" bir nöron, - nöronlar arasındaki sinaptik aralık olarak bilinen - küçük boşluğa bir nörotransmitter (veya kimyasal haberci) salar.
Nörotransmitter daha sonra "postsinaptik" nörondaki reseptörlere bağlanır. Dopamin, - postsinaptik nöronu uyaran ve ateşlemesine neden olan - bir nörotransmitterdir. Antipsikotikler, beyindeki dopamin reseptörlerini ve özellikle de D2 reseptörü olarak bilinen 'bir alt tipi' bloke ederek "etki gösterir".
Terapötik dozda antipsikotikler, beyindeki D2 reseptörlerinin %70 ila %90'ını bloke ederek, beynin üç bölgesinin (bazal gangliyonlar, limbik sistem ve frontal loblar) normal işleyişi için kritik öneme sahip dopaminerjik sistemlerin aktivitesini engeller.
Bu blokaja yanıt olarak beyin, 'kendi dopaminerjik aktivitesini artırarak, bu yolların işleyişini sürdürmeye' çalışır. Sinaptik öncesi nöronlar normalden daha fazla dopamin salgılar; sinaptik sonrası nöronlar ise bu molekül için reseptörlerinin yoğunluğunu artırır. İlk telafi edici mekanizma olan dopaminin fazladan salınımı, bir süre sonra ortadan kalkmış gibi görünse de, 'dopamin reseptörlerindeki artış' devam eder. Beynin artık 'normalden %30 ila %100 daha fazla D2 reseptörüyle "dopamin aşırı duyarlılığı" durumunda' olduğu söyleniyor.
Bu yeni durumda, dopaminerjik yollar hiperaktif hale gelebilir. Bazal gangliyonlardaki dopaminerjik sistemin düzensizliği, 'motor hareketi kontrol eden 'nöronların, sürekli ateşlenmesine' ve dolayısıyla tardif diskineziyi karakterize eden ritmik ve tuhaf hareketlerin ortaya çıkmasına' neden olabilir. Bu anlayış ilk olarak, 1970'lerin sonları ve 1980'lerin başlarında konu hakkında çok sayıda makale yayınlayan iki Kanadalı araştırmacı Guy Chouinard ve Barry Jones tarafından bir araya getirildi.
Daha sonraki araştırmalar, özellikle Philip Seeman ve meslektaşları tarafından yapılanlar, bu tabloyu daha da belirginleştirdi. Antipsikotiklerin 'yalnızca D2 reseptörlerinde bir artışa neden olmadığını, aynı zamanda onları ateşleme aktivitelerini artıran ve böylece dopamin aşırı duyarlılığını şiddetlendiren yüksek afiniteli bir duruma (D2High) ittiğini' tespit ettiler.
Dopamin aşırı duyarlılığı hala TD'nin birincil nedeni olarak görülse de, araştırmacılar 'antipsikotiklerin, bazal gangliyonlara doğrudan zarar verebileceği' hipotezini öne sürmüşlerdir. Sıçanlarda 'antipsikotiklerin, bu beyin bölgesinde hücre kaybına neden olduğu' gösterilmiştir.
Otopsi ve manyetik rezonans görüntüleme çalışmaları, bazı TD hastalarının bazal gangliyonlarında 'lezyonlar' tespit etmiş ve bu da araştırmacıları TD'yi 'parkinson ve huntington hastalığının karakteristik dejeneratif süreciyle karşılaştırmaya' yöneltmiştir. Diğerleri ise antipsikotiklerin nöronlara zarar vermesinin nedeninin "oksidatif stres seviyelerini yükseltmeleri" olduğunu savunmuştur. Etiyolojisi belirsizliğini korusa da, 'antipsikotiklerin, nöronların 'normal işlevlerini' bozan nöronal hasara neden olduğu' açıktır.
"Ayrıca, TD'nin çoğu hastada "geri döndürülemez" olduğu ve sorumlu antipsikotik kesildikten sonra da devam ettiği bulunmuştur; bu da beyin hasarının 'kalıcı' olduğunun kanıtıdır."
Tardif Diskinezi, Tardif Psikoz ve Küresel Gerileme...
Tardif diskinezi, hem psikiyatri camiasında hem de kamuoyunda düzenli olarak bir 'motor hareket bozukluğu' olarak sunulmuştur. Ancak, dopaminerjik yollar 'limbik sistemin ve frontal lobların' normal işleyişi için de önemlidir. Dopamin yollarındaki düzensizliğin, beynin bu bölgelerindeki işleyişi de bozması ve eğer öyleyse, daha genel bir gerilemeye neden olması beklenebilir. Limbik sistemin psikotik semptomların bir aracısı olduğu düşünülmektedir ve bu da Chouinard ve Jones'u dopamin aşırı duyarlılığının 'kronik psikotik semptomlara' yol açabileceği teorisini ortaya atmaya yöneltmiştir.
216 şizofreni hastasını kapsayan bir çalışmada, teorilerini test etmişler ve %30'unun tardif psikozdan muzdarip olduğunu belirlemişlerdir. Chouinard, 1991'de yazdığına göre, daha şiddetli vakalarda hastalık her zamankinden daha "kötü görünmektedir". "Daha şiddetli yeni şizofrenik veya orijinal semptomlar ortaya çıkacaktır. "
Seeman, 2007 yılında ilaç kaynaklı dopamin aşırı duyarlılığı üzerine yaptığı çalışmalarda, antipsikotiklerin 'zamanla başarısız olmasının nedeninin bu olduğu' sonucuna varmıştır. Başlangıçta dopaminerjik aktiviteyi engelleyen ilaçlar, uzun vadede nöronların düzensiz ve hiperaktif bir şekilde ateşlenmesini teşvik eder ve bu patoloji, özellikle D2 reseptörlerinin yüksek afiniteli bir duruma geçmesinden kaynaklanır.
Bu araştırma, antipsikotiklerin uzun vadede iyileştirmesi beklenen semptomları kötüleştirebileceğini ortaya koymaktadır. Diğer birçok çalışma, TD'nin 'beyin fonksiyonlarında, genel bir gerileme ile ilişkili olduğunu' bulmuştur. TD'li birçok hasta, 'öğrenme, hafıza ve diğer çeşitli zihinsel görevlerde hızlanan bir bozulma' gösterir.
Virginia Tıp Fakültesi psikiyatristi James Wade, 1987'de "İlişki doğrusal görünüyor" diye bildirmiştir. "Hastalığın şiddetli formlarına sahip bireyler, en çok bilişsel olarak bozulmuş durumdadır."
TD ile ilişkili bozuklukların listesi uzayıp gidiyor. Bir çalışmada, TD hastalarının %44'ü 'motor işlev bozukluklarının' farkında bile değildi; bu, 'kendi fiziksel sağlıklarını izleme kapasitelerini kaybettiklerinin 'kanıtıydı.
Bir araştırmacının sonucuna göre, garip dil hareketleri "larval demans"ın habercisi olabilir. TD'li kişiler "bilince giden yol haritalarını" kaybedebilirler. TD anlayışı, "birinci nesil" antipsikotikler (FGA'lar) döneminde ortaya çıktı.
Beyin hasarına neden olan ve bunu büyük bir düzenlilikle yapan ilaçlardan bahsediyordu. Çalışmalar, hastaların %5'inin ilaca maruz kaldıktan sonraki bir yıl içinde TD geliştirdiği ve her bir yıllık kullanımla birlikte %5'inin daha TD geliştirdiği sonucuna vardı.
Araştırmacılar, TD'nin aynı zamanda artan ölüm oranıyla da ilişkili olduğunu belirledi. Ancak bu bulgulara rağmen psikiyatri 20 yılı aşkın bir süredir TD'ye çoğunlukla göz yummuş veya bu bozukluğun şiddetini küçümsemiştir.
TD'ye Göz Yummak...
TD'nin ilk vaka raporları 1950'lerin sonlarında ortaya çıkmış ve 1960'larda yapılan çalışmalar, tüm şizofreni hastalarının %10'undan fazlasını etkilediğini ortaya koymuş olsa da, FDA müdahale etmemiş ve antipsikotik satan ilaç şirketlerinden bu risk konusunda uyarıda bulunmalarını talep etmemiştir.
Amerikan Psikiyatri Birliği de bu dönemde bu riski göz ardı etmiş ve psikiyatristler düzenli olarak yüksek dozlarda 'klorpromazin, haloperidol ve diğer antipsikotikleri' reçete etmiştir. George Crane'i TD ile ilgili bilimsel literatürün tekrar tekrar gözden geçirilmesine iten de bu eylemsizlik olmuştur.
İlk makalesi 1968'de yayınlanan makalelerinde Crane, antipsikotiklerin piyasadan çekilmesini savunmamıştır. Bunun yerine, 'psikiyatristlerin, bu riski nasıl azaltacaklarını öğrenebilmeleri için bu riskin bilinmesini ve kabul edilmesini' istemiştir. Antipsikotiklerin daha düşük dozlarda reçete edilmesi ve TD belirtileri ilk ortaya çıktığında hastaların bu ilaçlardan kesilmesi, verilen zararı en aza indirmeye yardımcı olabilir. Crane, APA'yı kamuoyunu bilgilendirmek için bir kampanya başlatmaya çağırdı ve "tüm hekimlere bilgilendirici materyal gönderilmesinin çok önemli olduğunu" yazdı.
Crane'in meslektaşları, çabalarına olumlu yanıt vermedi. Öyle ki, bir köstebeği deve gibi büyütüyordu. 1968'de Nathan Kline, tardif diskinezinin "klinik açıdan büyük bir öneme sahip olmayan" "nadir bir yan etki" olduğunu yazmıştı.
Daha önce NIMH'nin Psikofarmakoloji Hizmet Merkezi'ni yönetmiş olan Jonathan Cole, Crane'i "psikiyatride bir Kassandra (a Cassandra within psychiatry)" olarak tanımlamış ve gereksiz yere "mevcut bilimsel ve klinik çalışmalarımızın birçok alanında felaketi öngördüğünü" söylemişti.
Bir başka doktor, John Curran, Crane'in uyarılarını "sadece erken değil, aynı zamanda yanıltıcı" olarak nitelendirmiş ve 'ilaçlar, beyin hasarına neden olsa bile, bunun bu ilaçları, kullanmayı bırakmak için bir sebep olmadığını' savunmuştu.
"Herhangi bir psikozun 'kendiliğinden düzelebileceği' doğru olsa da, kanıtlanmış etkili bir tedavinin, olası beyin hasarına neden olma veya mevcut hasarı ağırlaştırma korkusuyla nasıl ertelenebileceğini gerçekten anlayamıyorum."
Diğerleri ise TD'nin daha önceki tedavilerden, - özellikle lobotomi ve elektroşok gibi, - kaynaklanan beyin hasarına bağlı olduğunu veya hastalığa bağladığını ileri sürdü.
Bu arada, Genel Psikiyatri Arşivleri editörü Daniel Freedman, Crane'in doktorlara posta yoluyla bildirim yapılması yönündeki talebini reddetti. Psikiyatristlerin elinde zaten "sağlam yargılarda bulunmalarına yardımcı olacak önemli miktarda veri ve kılavuz" olduğunu yazdı.
Tüm bunlar Crane'i son derece sinirlendirdi. 1973'te, "Klinik doktorların çoğu bu komplikasyonun varlığını görmezden gelmeye devam ediyor" diye yazmıştı. "Ciddi bir sağlık sorununun bu kadar uzun yıllar ihmal edilmesinin, salt gerçekleri bilmemekten daha derin kökleri vardır." O yıl, FDA ilaç şirketlerinin etiketlerinde 'TD konusunda uyarıda bulunmalarını' zorunlu kılmaya başladı. Ancak APA oyalanmaya devam etti ve Crane'in de yazdığı gibi, eylemsizliğinin "daha derin kökleri" vardı.
Amerikan psikiyatrisi, konuşma terapisinden uzaklaşıp ilaçları birinci basamak tedavi olarak benimseme sürecindeydi. Klorpromazinin gelişinin, 'akıl hastanelerinin boşaltılmasını mümkün kıldığı ve "psikofarmakolojik" bir devrimi başlattığı' söyleniyordu. Başlangıçta "nöroleptikler" olarak adlandırılan şizofreni için yeni ilaçlar, artık psikoza karşı spesifik panzehirler olduklarını anlatan "antipsikotikler" olarak anlaşılıyordu.
Bu, psikiyatrinin kendisini 'beyaz önlüklü doktorlar' olarak yeni bir ışık altında görmesini sağlayan bir anlatıydı ve işte maddi bir teşvik de vardı: 'Bir psikiyatrist, hastalarla konuşmaktansa ilaç yazarak daha fazla kazanabilirdi.' TD, tüm bunları tehdit etti. Eğer alan, antipsikotiklerin hastaların önemli bir yüzdesinde 'beyin hasarına' neden olduğunu anlarsa, tüm bu anlatı çökerdi.
Ve böylece APA oyalandı. 1980'lerin başlarında, APA'nın harekete geçmemesi üzerine 20'den fazla eyalet, 'hekimlerin, hastalarına bu risk hakkında bilgi vermesini zorunlu kılan yasalar' çıkardı. Ancak, bu yasal zorunluluk bile reçete yazma uygulamaları üzerinde belirgin bir etki yaratmadı.
Ulusal bir anket, TD riski hakkındaki 'açıklama oranlarının, zorunlu olduğu eyaletlerde, en düşük olduğunu' ortaya koydu. Gerçekten de Amerika'daki psikiyatristler, 'reçete yazma alışkanlıklarıyla bu riski, yoğun bir şekilde' artırıyorlardı. 1973'ten 1985'e kadar, antipsikotik reçetelerinin ortalama günlük dozları iki katına çıktı ve psikiyatristler, ilaçları - psikiyatrist olmayanlara göre - dört kat daha yüksek dozlarda reçete etmeye başladı.
1984 yılında, Kuzey Carolina Üniversitesi'nde hekim olan Thomas Gualtieri bu 'iç karartıcı durumu' şöyle özetlemişti: "TD'nin geçmişine dair bir inceleme, hiçbir şeyi bu kadar açık bir şekilde ortaya koymuyor: 1957'den beri 'yayınlanan kılavuzlar, bilimsel makaleler, mesleki toplantılardaki sunumlar ve Hekimler Danışma Merkezi'ndeki (Physicians Desk Reference) sert uyarıların', nöroleptik ilaçlarla ilgili 'gerçek hekim davranışları' üzerinde çok az etkisi olmuş gibi görünüyor."
Son olarak, 1985'te, kamuoyunda çok yankı uyandıran birkaç davada psikiyatristlerin hastaları 'bu risk konusunda uyarmadıkları için ihmalkar davrandıkları' ortaya çıkınca, APA üyelerine bir mektup gönderdi. Mektupta mali endişeler de dile getirildi. APA, "Tardif diskinezi nedeniyle açılan davalardaki belirgin artıştan da endişe duyuyoruz" diye yazdı.
Burada anlatılan tarih - onlarca yıl boyunca TD'ye göz yuman bir mesleğin tarihi - bu alanda bile iyi bilinmektedir. 2006 yılında Amerikan Psikiyatri Dergisi'nde (American Journal of Psychiatry) yayınlanan TD üzerine bir başyazıda John Kane, konuyu bir kez daha ele almıştır:
"Tardif diskinezinin tarihi, uzun vadeli ilaç yan etkileri konusunda birçok öğretici ders içermektedir. İlk olarak 1950'lerin sonlarında antipsikotiklerin ortaya çıkışından kısa bir süre sonra tanımlanmış olup, 'yaygınlığı, insidansı ve uzun vadeli seyrinin' kapsamlı bir şekilde araştırılması yıllar almıştır. Başlangıçta, bu durumun riski ve antipsikotik ilaçlara uzun süreli maruz kalmayla belirgin ilişkisi konusunda birçok kesimden direnç ve şüphecilik vardı... Bazıları, dava tehdidi giderek daha fazla gerçeklik kazanana kadar klinik uygulamanın tardif diskineziyi yeterli düzeyde değerlendirmeyi ve izlemeyi içerdiğini iddia edebilir."
Atipik Dönemde TD...
APA 1985'te uyarı mektubunu gönderdikten sonra, alanın önerdiği "en iyi uygulamalar" değişti. Antipsikotiklerin 'mümkün olan en düşük dozda reçete edilmesi gerektiği ve kısa süreli psikotik atak geçirenler gibi belirli psikotik hasta gruplarının uzun süreli kullanımlarını sınırlamaya çalışmaları gerektiği' hekimlere söylendi. TD riski nihayet kabul ediliyordu.
Bu ciddi ve geri döndürülemez bir rahatsızlıktı ve reçete yazanların psikotik hastaları tedavi ederken bunu akıllarında tutmaları gerekiyordu. Ve bu ilaçların riskleri, daha hafif rahatsızlıklar için "etiket dışı" kullanılmamaları gerektiği anlamına geliyordu.
Ancak 1990'ların ortalarında risperidon ve olanzapin piyasaya sürüldü ve yeni bir hikaye ortaya çıktı. Artık piyasada aynı riski taşımayan daha güvenli ilaçlar vardı. Risperidon satışa onaylandığında, Janssen 'yeni ilacının, parkinson semptomlarına neden olmadığını' açıkladı. Riskin, '"plasebo" ile aynı olduğu' söylendi. Eğer durum böyleyse, uzun vadeli TD riskinin de ortadan kalkması muhtemel görünüyordu. Janssen tarafından finanse edilen bir yıllık uzatma çalışmalarından kısa süre sonra yayınlanan raporlar, 'bu yeni ilaçla, bir yıllık TD görülme sıklığının %0,3 veya daha az olduğunu' belirtti.
Eli Lilly, Zyprexa (olanzapin) hakkında da hemen hemen aynı hikayeyi anlattı. Bu 'yeni ilaçla, parkinson semptomları riski, FGA'lara göre çok daha düşüktü.' Şirket ayrıca, şizofreni hastalarında yapılan bir uzatma çalışmasında, 'yeni ortaya çıkan TD'nin bir yıllık insidansının %0,52 olduğunu, haloperidol hastalarında ise bu oranın %7,45 olduğunu' bildirdi. "Sonuçlarımız, olanzapin ile tardif diskinezi riskinin haloperidole göre önemli ölçüde daha düşük olduğunu gösterdi."
Bu, genel kanı haline geldi ve endüstri tarafından finanse edilen uzatma çalışmalarının daha sonraki incelemeleri bu anlayışı daha da pekiştirdi. Risperidon ile ilgili yedi bir yıllık çalışmanın 2005 tarihli bir incelemesinde, 'ilaçla tedavi edilen 1.156 hasta arasında yalnızca iki TD vakası olduğu' bildirildi (%0,2). Bir yıldan uzun süre tedavi edilenlerde insidans oranı %0,4'tü. Aynı incelemede, olanzapin ile ilgili üç uzatma çalışmasından elde edilen veriler o kadar iyi olmasa da, 'TD insidansının (%2,6) haloperidol ile tedavi edilenlere (%8) kıyasla belirgin şekilde daha düşük olduğu' bildirildi.
Başka bir incelemede, 'ikinci nesil antipsikotiklerle (SGA'lar) tedavi edilen çocuklarda, yıllık TD görülme sıklığının %0 olduğu 'bildirilmiştir. TD ile ilgili endişeler ortadan kalktı. Tıp fakültesinden yeni mezun psikiyatristler, bunun 'uzak geçmişten kalma zararlı bir yan etki olduğu 'sonucuna varabilirlerdi.
Kane, 2006 tarihli başyazısında, "Tardif diskinezinin klinisyenler ve araştırmacılar arasında daha az ilgi görmesi şaşırtıcı değil" diye yazmıştı. "İkinci nesil antipsikotiklerin reçetelerindeki mevcut baskınlık, 'yeni nesil klinisyenlerin, eski klinisyenlerin ve hastaların yaşadığı yoğun TD deneyimi olmadan eğitildiği' anlamına geliyor."
Güncel İlaç Tedavisi (Current Drug Therapy) dergisinde 2007 yılında yayınlanan bir inceleme, iyi haberi özetledi. Birinci nesil antipsikotiklerle yıllık TD insidansı %5 iken, ikinci nesil antipsikotiklerle bu oran %0,5 ila %1'di. Yazarlar, 'yeni ilaçlarla TD'nin eskisine göre "beş ila on kat daha az" geliştiğini' yazdı.
Daha İleri İnceleme Üzerine...
Bunlar, "atipik" ilaçların üreticilerinin, 'bu ilaçların 'etiket dışı' amaçlarla kullanımını teşvik etmelerini sağlayan' yayınlanmış sonuçlardı: antidepresan ve bipolar ilaçlara ek olarak, 'anksiyete ve uyku bozuklukları' için ve pediatrik kullanımlar için.
Bu ilaçların olumsuz metabolik etkilere neden olduğu bilinmesine rağmen, tardif diskinezi olasılığı az çok ortadan kalkmıştı. Ancak, ikinci nesil antipsikotiklerin (SGA'lar "second-generation antipsychotics") bu olumlu görünümü, bu ilaçların üreticileri tarafından finanse edilen 'kısa süreli RCT'ler ve açık etiketli uzatma çalışmalarından' ortaya çıkmıştı.
"Bu raporların yazarlarının genellikle ilaç şirketleriyle finansal bağları vardı; 2005 tarihli inceleme, öncelikle Janssen ve Eli Lilly'nin 'konuşmacı bürolarının üyeleri' tarafından kaleme alınmıştı."
"Yazarların 2005 yılında atipik antipsikotiklerle TD riski üzerine yapılan derlemede çıkar çatışması açıklamaları."
Kamu tarafından finanse edilen yeni ilaçlarla ilgili çalışmalarda veya araştırmacıların endüstri tarafından finanse edilen araştırmalara daha eleştirel bir gözle bakıp, bu denemelerin 'yeni ilaçları, eskisinden daha iyi göstermek için nasıl tasarlandığını tespit ettiklerinde' farklı bir sonuç ortaya çıktı.
2003 yılında Stefan Leucht ve meslektaşları, 'ikinci nesil ilaçlar, benzer dozajlarda birinci nesil düşük etkili ilaçlarla karşılaştırıldığında TD'de önemli bir fark olmadığını' bildirdiler.
Daha sonra, 2005 yılında, NIMH tarafından finanse edilen CATIE çalışmasının sonuçları yayınlandı. Bu çalışmada 'dört SGA, birinci nesil bir ilaç olan perfenazin ile karşılaştırıldı ve araştırmacılar, etkinlikleri veya tolere edilebilirlikleri açısından önemli bir fark olmadığını' buldular.
Ayrıca, NIMH, "eski ilaçlarla ilişkili hareket yan etkilerinin (rijidite, sert hareketler, titreme ve kas huzursuzluğu) perfenazin ile yeni ilaçlara göre daha sık görülmediğini" bildirmiştir. Eski ilaçla tedavi edilenlerde TD'nin ortaya çıkışında da bir fark görülmemiştir.
Birleşik Krallık'ta CUtLASS (pala, denizci kaması) çalışması olarak bilinen, 'devlet tarafından finanse edilen bir RCT de benzer sonuçlar' ortaya koymuştur. FGA'larla tedavi edilenler ile SGA'larla tedavi edilenler arasında sonuçlarda bir fark görülmemiştir (hatta FGA grubunda yaşam kalitesi daha iyiydi). Yeni ortaya çıkan TD'nin görülme sıklığı da her iki grupta aynıydı.
Daha sonra, 2010 yılında Yale Tıp Fakültesi'nden Scott Woods, 2000-2003 yılları arasında geleneksel bir sağlık merkezinde tedavi gören '352 hastada TD'nin ortaya çıktığını 'bildirdi. Başlangıçta, bu hasta grubunda TD belirtileri yoktu ve çalışma sırasında, her yıl hastaların %6,6'sında (insidans oranı) bu bozukluk gelişti.
Araştırmacılar, 1980'lerde aynı toplum merkezinde benzer bir hasta grubunu incelemişlerdi ve bu çalışmada yıllık TD insidansı %5,3 idi; bu da bu yeni "atipikler" dönemindekinden biraz daha azdı. İki dönemde de yeni ortaya çıkan vakaların şiddeti aynıydı.
Ayrıca, 1980'lerde ve 2000'lerde toplum merkezinde tedavi edilen tüm hastalarda TD prevalansı aynıydı: %33. TD, SGA'ların gelişinden öncekiyle hemen hemen aynı sorundu.
Woods ve çalışma arkadaşları, "Bazı klinisyenler arasında TD'nin artık atipik dönemde çok daha az sorun teşkil ettiği yönündeki görüşe rağmen, böyle bir sonuca varmak ne yazık ki erken olabilir" diye yazdı. "1960'lar ve 1970'lerde, geleneksel antipsikotiklerin TD riskiyle ilişkilendirilmesine karşı iyi niyetli bir direnç ve şüphecilik vardı ve şimdi, atipik dönemde, belki de aynı etkenlerden bazılarına karşı bağışık değiliz. Minimum risk taşıyan antipsikotikler geliştirdiğimizden emin olana kadar, antipsikotik reçete edilen hastaları TD hakkında bilgilendirmeye ve izlemeye devam etmeliyiz."
Bu arada, araştırmacılar artık çocuklarda ve ergenlerde de TD'yi inceliyorlardı ve sonuçlar ürkütücüydü. Maryland Üniversitesi'ndeki araştırmacılar, inceledikleri '116 pediatrik hastanın %10'unda, bir ila iki yıl boyunca SGA kullandıktan sonra TD geliştiğini 'bildirdi.
İspanyol araştırmacılar, 'bir yıldan uzun süredir antipsikotik kullanan çocuk ve ergenlerin %38'inde, hafif TD belirtileri görüldüğünü' tespit etti. FGA'lar ve SGA'lar arasındaki TD riskinin karşılaştırmalı olarak tartışılması hala devam ediyor.
Çeşitli yazarlar, 'SGA'larda bir yıllık insidans oranının %3 veya biraz daha düşük, yani FGA'lardaki insidans oranının yaklaşık üçte ikisi olduğu' sonucuna varmıştır. Ancak, 'FGA'lar hala şizofreni teşhisi konmuş hastaların küçük bir yüzdesine' reçete edilmektedir ve bu da 'genel yaygınlık oranının daha yüksek olmasına' yol açabilir. Yaygın bir uygulama olan polifarmasi de TD riskini artırmaktadır. Sonuç olarak, 'günümüzde uzun süreli antipsikotik kullanıcıları arasında TD yaygınlığı, önceki on yıllara göre yalnızca biraz azalmış' olabilir.
TD ile ilgili şu anda etkili olan bir faktör daha var: Antipsikotiklerin reçetelenmesinin yaygınlaşması, çok daha fazla sayıda insanı bu riske maruz bırakıyor.
2014 tarihli bir raporun yazarları, "Günümüz klinik pratiğinde SGA'ların artan kullanımı, psikotik olmayan durumlar (majör depresif bozukluk, kişilik bozukluğu, otizm spektrum bozukluğu, uyku bozukluğu vb. ) için sıklıkla etiket dışı kullanım da dahil olmak üzere, TD'nin görülme sıklığı ve yükü artmaya devam edebilir" sonucuna varmıştır.
"Yeni" TD İlaçları...
Atipik dönemin başlangıcında (1997), 'ABD nüfusunun %0,8'ine ayaktan tedavi gören bir antipsikotik ilaç' reçete edilmişti. On yıl sonra bu oran %1,3'e yükseldi. 2013-2018 yılları arasında ayaktan antipsikotik kullanımına ilişkin bir ankete göre, 'bugün tüm yetişkinlerin %1,6'sı bu ilaçları' kullanıyor. Bu, '3,8 milyon yetişkin' anlamına geliyor.
Bu sayı, 'kurumsal ortamlarda (psikiyatri hastaneleri, huzurevleri vb. ) antipsikotik kullanımını' içermemektedir. Ayrıca, 'çocuklara ve ergenlere ayaktan antipsikotik reçete edilmesi de' bu sayıya dahil değildir.
Risperidon piyasaya sürülmeden önce böyle bir reçeteleme neredeyse hiç yapılmazken, o zamandan beri neredeyse sıradan hale gelmiştir ve '2010 yılında 4-18 yaş arası çocuk ve ergenlerin her 62 ayaktan tedavi ziyaretinden birinde antipsikotik reçetesi' yazılmıştır.
Bu, 'her yıl antipsikotiklere maruz kalan toplam insan sayısını, dört milyonun çok üzerine' çıkaracaktır ve yıllık TD insidansı %3 olsa bile (bazı çalışmalarda %5 gibi daha yüksek bulgulara kıyasla), bu 'her yıl 100.000'den fazla yeni TD vakasına' yol açacaktır.
TD ilacı Ingrezza'nın üreticisi Nörokrin Biyolojik Bilimler (Neurocrine Biosciences) ise, Amerika Birleşik Devletleri'nde 'TD'li 500.000 kişi olduğunu ve bu nüfusun yalnızca %20'sine teşhis konulduğunu' tahmin ediyor. Nörokrin ve Teva farmasötikler'in (Neurocrine and Teva Pharmaceuticals) TD için ilaçlarını, 'hasta başına, yıllık 80.000 dolarlık bir maliyetle' satması, teorik olarak 'bu ilaçlar için, yıllık 40 milyar dolarlık bir pazar' yaratacaktır.
Yeni ilaçlar - valbenazin (Ingrezza) ve deutetrabenazin (Austedo) - 2008'den beri piyasada olan jenerik bir ilaç olan tetrabenazin gibi VMAT-2 inhibitörleridir. Bu ilaçlar, 'presinaptik nöronlardan, monoaminlerin - dopamin, norepinefrin, serotonin ve histamin - salınımını' engeller ve böylece bu 'nörotransmitter yollarındaki nöronal aktiviteyi' azaltır. Dopamin salınımını engellemeleri, 'VMAT-2 inhibitörlerinin, motor hareket üzerinde antipsikotiklere benzer bir etkiye sahip olduğu' anlamına gelir. VMAT-2 inhibitörleri, 'sinaptik aralıktaki dopamin seviyelerini' düşürür; antipsikotikler ise 'postsinaptik nöronlardaki D2 reseptörlerini' bloke eder. Bunlar farklı mekanizmalardır ancak ortak bir amaçları vardır: "Her ikisi de beyindeki dopaminerjik aktiviteyi frenler ve böylece motor hareketleri durdururlar."
CNS Spectrums dergisinde 2018 yılında yayınlanan bir makale, etkilerini şu şekilde özetlemiştir:
Resim Yazısı
------------
Önemli Noktalar;
-Veziküler monoamin 'taşıyıcı tip 2'nin (VMAT2) inhibisyonu, dopamin depolanmasını ve salınımını' azaltır.
- Dopamin salınımının azaltılması, 'motor striatumdaki aşırı duyarlı D2 dopamin reseptörlerinin, varsayımsal aşırı uyarılmasını ve bunun sonucunda tardif diskineziyi' azaltır.
-Motor striatumdaki VMAT2 inhibisyonu yoluyla dopamin salınımının azaltılması, 'daha güçlü "dur" sinyalleri ve daha zayıf "başla" sinyalleri' ile sonuçlanır ve böylece 'tardif diskinezinin anormal istemsiz hiperkinetik hareketlerini azaltmada güçlü terapötik etkiler' sağlar.
---------
Bu açıklamada da görülebileceği gibi, valbenazin ve deutetrabenazin, TD'nin birincil nedeni olduğu düşünülen - antipsikotik kaynaklı dopamin aşırı duyarlılığı - patolojisi için herhangi bir tedavi sağlamaz. Bunun yerine, 'bu ilaçlar, normal beyin fonksiyonu için gerekli olan nöronal aktiviteyi, dopamin ve diğer yaygın nörotransmitterlerin sinaptik aralığa salınımını' kesintiye uğratır.
Bu yeni TD ilaçlarının üreticileri, hastaları 'antipsikotik ilaçlarını almaya devam etmeye' teşvik ediyor. Antipsikotikler ve VMAT-2 inhibitörünün bu karışımı, 'beyindeki normal dopamin aktivitesini bloke eden ve düzensiz, hiperaktif bir şekilde tetiklenmeye hazırlanan dopaminerjik nöronlara karşı etki eden çift dozda ajanlara' yol açar. Bu, kafa karıştırıcı bir dur-git sinyalleri (stop and go signals) karışımıdır.
Bu, antipsikotik-VMAT ilaç karışımında meydana gelen beyin fonksiyonu bozulmalarının sonu değil. VMAT-2 inhibitörleri ayrıca 'serotonin, norepinefrin ve histamin salınımını' da azaltır. SGA'lar ayrıca 'serotoninerjik, histaminerjik, muskarinik ve adrenerjik reseptörleri' de bloke eder. Birden fazla 'nörotransmitter yolu, artık normal işlevlerini bozacak şekilde' bozulmaktadır.
Klinik çalışmalarda, iki TD ilacının güvenlik ve etkinlik kayıtları büyük ölçüde aynıydı. Her iki ilacın da yaygın yan etkileri arasında 'yorgunluk, sedasyon, somnolans, uykusuzluk, depresyon, huzursuzluk (akatizi), ajitasyon ve bulantı' yer almaktadır. VMAT-2 inhibitörleriyle ilgili daha az yaygın ancak potansiyel olarak daha ciddi riskler arasında 'şiddetli depresyon, intihar eğilimi, semptomatik hipotansiyon, QTc aralığının uzaması (kardiyak arrest riski) ve nöroleptik malign sendrom' yer almaktadır.
Çalışmalarda etkinliği değerlendirmek için Anormal İstemsiz Hareket Ölçeği (AIMs "Abnormal Involuntary Movement Scale") kullanıldı. Bu, anormal hareketlerin şiddetine ilişkin doktor derecelendirmelerine dayanan 28 puanlık bir ölçektir (yedi madde için 0 ila 4). Deutetrabenazin ile yapılan 12 haftalık randomize bir çalışmada, ilaç grubunda semptomlar 3 puan düşerken, plasebo grubunda bu düşüş 1,6 puan olmuştur. Bu 1,4 puanlık fark istatistiksel olarak anlamlı olsa da, Klinik Genel Değişim İzlenimi ve Hasta Genel Değişim İzlenimi (Clinical Global Impression of Change and Patient Global Impression of Change) araçlarıyla ölçüldüğünde, klinik olarak fark edilebilir bir farka dönüşmemiştir. Altı haftalık valbenazin (KINECT-3) çalışmasında, tedavi grubundaki semptomlar 2,9 puan düşerken, plasebo grubunda hafif bir kötüleşme görülmüştür.
Valbenazin hastaları daha sonra 46 haftalık bir uzatma çalışmasına alındı. İlk 42 hafta boyunca semptomlarında hafif bir iyileşme görüldü ve valbenazin kesildikten sonra semptomları hızla kötüleşti. AIMS puanları başlangıç değerlerine doğru yükseldi; bu da tedavinin altta yatan TD patolojisini iyileştirmek için hiçbir şey yapmadığının kanıtıydı. İlaçlar, dopaminerjik aktiviteyi azaltarak ve böylece hareketi sakinleştirerek, bozukluğun görünür semptomlarını azaltmıştı. Araştırmacılar, valbenazinin kesilmesinden sonraki kötüleşme döneminin "tedaviye devam etme ihtiyacının" kanıtı olduğu sonucuna vardı.
Zarar Devam Ediyor...
Nörokrin Biyolojik Bilimler ve Teva Farmasötükleri (Neurocrine Biosciences ve Teva Pharmaceuticals), tanıtım materyallerinde tıbbi ilerlemenin öyküsünü anlatıyor. Antipsikotikler, şizofreni veya başka ciddi bir rahatsızlık teşhisi konmuş kişilerin 'normal bir hayat sürmelerine, aileleriyle birlikte olmalarına ve iş yerinde başarılı olmalarına yardımcı olan temel ilaçlar' olarak sunuluyor.
Tıp dergilerinde yayınlanan TD makaleleri, sade ve akademik bir üslupla kaleme alınmış olsa da, nihayetinde tıbbi ilerleme ve psikiyatrik ilaçların faydalarına dair benzer bir hikaye anlatır. Antipsikotiklerin neden olduğu "beyin hasarı"ndan neredeyse hiç bahsedilmemektedir.
Makalelerin çoğu, TD ile ilişkili birincil bozukluk olarak 'anormal motor hareketlere' odaklanmaktadır; TD'nin psikotik semptomların kötüleşmesi ve genel bozukluklarla nasıl ilişkili olduğuna dair çok az bilgi bulunmaktadır. Makalelerinde, valbenazin ve deutetrabenazinin "güvenli ve etkili" olduğu belirtilmektedir. Bu literatürün çok az okuyucusu, 'VMAT-2 ilaçlarının, sinaptik aralığa dopamin ve diğer temel nörotransmitterlerin normal salınımını engelleyerek çalıştığını' bilir.
Bu ilaçların 'kamuoyuna tanıtımı ve tıp dergilerindeki makaleler, mevcut reçete uygulamalarını' korumaktadır. Endikasyon dışı amaçlarla antipsikotik reçetelemeye devam edilebilir. Çocuk ve ergenlere antipsikotik reçetelenmesi de aynı şekilde. TD geliştirme riski düşük olarak tanımlanmaktadır; SGA'lı TD vakalarının çoğu hafif olarak tanımlanmaktadır; artık TD semptomlarını yatıştırabilen ilaçlar mevcuttur.
Yakın zamanda yayınlanan bir çalışma, 'TD salgınının nasıl devam edebileceğini' anlatıyor. 1999'dan 2015'e kadar psikotropik polifarmasi ile tedavi edilen Amerikalı gençlerin sayısı neredeyse üç katına çıktı ve 2011-2015 yılları arasında 293.492 genç bu tedaviye alındı. İlaç kokteyllerinin bir parçası olarak antipsikotik reçete edilenlerin oranı %38'den %75'e yükseldi. Hatta 0-4 yaş arası önemli sayıda çocuğa bu kokteyller verildi.
İşte tıp literatüründe sorulmayan soru tipleri:
-Bu çocuk ve ergenlerin kaçı TD geliştirecek?
-Kaç tanesinde ağır vakalar gelişecek?
-Sonuç olarak hayatları nasıl
etkilenecek?"
Bugün psikiyatri, TD'ye verdiği 'önceki yanıtı hatalı, geleceğe ders olması gereken bir geçmiş' olarak değerlendiriyor. Ancak SGA'ların gelişiyle birlikte tarih tekerrür etmeye başladı ve TD'nin bedeli katlanarak arttı." - *MIA Raporları, kısmen Açık Toplum Vakıfları'ndan alınan bir hibeyle desteklenmektedir." -Robert Whitaker, (9)
"Geri Dönüşü Olmayan Etkiler
Psikiyatrik ilaçların hafif veya şiddetli yan etkileri vardır. Bu etkilerin "faydalarından daha ağır bastığı" söylenebilir, ancak hastalar her zaman geri dönüşü olmayan ve kalıcı beyin hasarına, hatta ölüme yol açabilen ciddi ve genellikle ciddi uzun vadeli etkiler konusunda tam olarak bilgilendirilmelidir.
"Psikiyatrik ilaçların neden olduğu yaygın beyin hasarları arasında 'nöbetler, tardif diskinezi ve ilaca bağlı akatizi' bulunur."
-- Akatizi...
Bugün psikiyatri, TD'ye verdiği 'önceki yanıtı hatalı, geleceğe ders olması gereken bir geçmiş' olarak değerlendiriyor. Ancak SGA'ların gelişiyle birlikte tarih tekerrür etmeye başladı ve TD'nin bedeli katlanarak arttı." - *MIA Raporları, kısmen Açık Toplum Vakıfları'ndan alınan bir hibeyle desteklenmektedir." -Robert Whitaker, (9)
"Geri Dönüşü Olmayan Etkiler
Psikiyatrik ilaçların hafif veya şiddetli yan etkileri vardır. Bu etkilerin "faydalarından daha ağır bastığı" söylenebilir, ancak hastalar her zaman geri dönüşü olmayan ve kalıcı beyin hasarına, hatta ölüme yol açabilen ciddi ve genellikle ciddi uzun vadeli etkiler konusunda tam olarak bilgilendirilmelidir.
"Psikiyatrik ilaçların neden olduğu yaygın beyin hasarları arasında 'nöbetler, tardif diskinezi ve ilaca bağlı akatizi' bulunur."
-- Akatizi...
Akatizi, daha
yaygın olarak bilinen ve doğru bir şekilde 'ilaç kaynaklı psikoz' olarak
tanımlanan, muhtemelen 'tüm hareket bozuklukları' arasında en yaygın
olanıdır. 'Hareketsiz oturamama veya hareketsiz kalamama ve "içsel"
huzursuzluk hissi' ile karakterizedir.
"İlaç kaynaklı akatizi, çoğunlukla antipsikotikler ve antidepresanlar olmak üzere psikiyatrik ilaçların kullanımından kaynaklanır."
Hafif bir rahatsızlık veya kaygıdan, tamamen yatamama veya oturamamaya kadar değişen yoğunluk aralıkları vardır; vücudu 'hareketsiz tutamamaktan, elleri ve ayakları sürüklemekten, yerde volta atmaktan, bunaltıcı bir kaygı, halsizlik ve şiddetli disforiye (neredeyse tarif edilemez bir dehşet ve kıyamet duygusu olarak kendini gösterir)' kadar uzanan durumlar vardır. Aşırı anlamsız şiddet eylemleri, intihar, cinayet veya cinayet intiharları 'akatizi' ile ilişkilendirilmiştir.
Hastanın durumu tarif etmesi zordur ve genellikle psikiyatristler ve doktorlar tarafından teşhis edilemez veya yanlış teşhis edilir. Akatizi tedavisi neredeyse her zaman daha psikotropik ilaçlarla yapılır; kas seğirmeleri ve vücut hareketlerinin hafifletilmesi umulur. Hastanın rahatlaması veya iyileşmesi için tüm ilaçları azaltmak veya kesmek nadiren daha nazik bir seçenektir.
-- Tardif Diskinezi...
Tardif Diskinezi (Tardive dyskinesia): Tardiv, "geç" anlamına gelir ve diskinezi ise "kasların anormal hareketi" anlamına gelir. "Tardiv Diskinezi, 'dudak, dil, çene, parmak, ayak parmakları ve diğer vücut bölümlerinin', istemli hareket gücünün kalıcı olarak bozulmasıdır." – George Crane, "Majör Nöroleptiklerle Tedavi Edilen Hastalarda Tardif Diskinezi: Literatür Taraması" Amerikan Psikiyatri Dergisi, Cilt 124, Ek, 1968, s. 40-47.
"Tardif diskinezi (TD), genellikle 'uzun süreli psikotrop ilaç kullanımından kaynaklanan beyin hasarına bağlı, kalıcı ve geri döndürülemez vücut hareketleri ve kas seğirmeleri' ile karakterizedir."
Antipsikotikler olan Thorazine, Stellazine, Haldol ve Prolixin gibi psikiyatrik ilaçların bu duruma neden olduğuna dair çok az şüphe vardır. İlk olarak 1964 yılında, başlıca sakinleştiricilerin (antipsikotikler) geliştirilmesiyle sınıflandırılmış ve bu ilaçlarla tedavi edilen psikiyatri hastalarının %30'una kadarında bu durum gelişmiştir.
"Zyprexa (Olanzapin) gibi daha yeni atipik antipsikotiklerin de TD'ye neden olduğu bulunmuştur."
TD, 'göz kapakları, yüz kasları ve ses telleri' dahil olmak üzere vücudun tüm bölgelerini etkileyebilir. 'Kolların, bacakların ve gövdenin hızlı hareketleri' de görülebilir. 'Yüz buruşturma, dil çıkarma, dudak şapırdatma, büzme ve büzme ve hızlı göz kırpma' gibi belirtiler görülebilir.
"TD'nin bilinen bir tedavisi yoktur ve bireyler kalıcı olarak şekil bozukluğuna ve sakatlığa maruz kalırlar."
-- Nöroleptik malign sendromu...
"Hastaların 'ateşlenmesine, bilinç bulanıklığına, ajite ve aşırı katı hale gelmesine' neden olan, potansiyel olarak 'ölümcül' bir toksik reaksiyondur. Eski antipsikotikleri kullanan yaklaşık 100.000 Amerikalı bu nedenle hayatını kaybetmiştir." – Robert Whitaker
"Nöroleptik malign sendrom (NMS "Neuroleptic malignant syndrome"), nöroleptik ilaçların (antipsikotiklerin) kullanımının neden olduğu belki de en tehlikeli etkidir ve ölümcül olabilir. Antipsikotik reçete edilen hastaların %2 ila %3'ünün NMS geliştirebileceği tahmin edilmektedir."
'Yüksek ilaç dozları, hızlı doz artışları, intravenöz enjeksiyonlar ve bir ilaçtan diğerine geçişin' bu duruma neden olabileceği düşünülmektedir. Semptomlar arasında 'yüksek ateş, terleme, dengesiz kan basıncı, uyuşukluk, kas sertliği ve otonomik disfonksiyon 'bulunur. Ölüm oranlarının %20'ye kadar çıktığı ve ölümün 'genellikle semptomların ortaya çıkmasından 3 ila 30 gün sonra meydana geldiği' bildirilmektedir." (52)
"Travmatik Kimyasal Beyin Hasarı (TCBI)
Psikiyatrik ilaçların neden olduğu travmatik kimyasal beyin yaralanmasını (/hasarını - TCBI "traumatic chemical brain injury") kısmen nasıl algılayıp anladığımı göstermek için (diğer ilaç sınıfları akatizi ve diğer zararlara yol açsa da), faydalı bulduğum bir benzetme sunuyorum.
Gece vakti, insanlarla dolu büyük bir minibüste dağlık bir otoyolda seyahat ettiğinizi düşünün. Yoldaki çok sayıda viraj ve dönüş nedeniyle karşıdan gelen trafiği görmek zordur. Kör bir virajdan keskin bir dönüşle çıktığınızda, çarpışmadan önce makas atan tırın, minibüsünüze doğru kaydığını bile göremezsiniz. Bazı yolcular kazadan sağ çıkamayabilirken, diğerleri hafif yaralarla kurtulabilir. Hatta bir şanslı yolcu bile kazadan yara almadan kurtulabilir. Ancak, iki aracın hızı ve kütlesi göz önüne alındığında, daha olası senaryo, tüm yolcuların farklı derecelerde ve şiddetliden orta şiddete ve hafif şiddete kadar çok çeşitli şekillerde yaralanmasıdır. Bazı yaralanmalar yaşamı tehdit edici veya sakatlayıcı olabilir. Diğer yaralanmalar, geç ortaya çıkabilirken, diğerleri kronikleşebilecek 'ikincil komplikasyonlara' neden olabilir. Siz ve diğer yolcular, aynı kamyonun aynı anda ve aynı yolda çarptığı aynı minibüsü paylaşıyorsanız, minibüsteki tüm yolcuların aynı yaralanmaları alması pek olası değildir. Öte yandan, genel olarak benzerlikler olabilir.
Bir kişi psikotrop ilaçlardan kaynaklanan TCBI (travmatik kimyasal beyin hasarı) geçirdiğinde, tutarlı kalan bazı belirtiler vardır. Tıpkı boyundaki yumuşak doku hasarının (kırbaç darbesi) bir araba kazasından sonra yaygın bir yaralanma olması gibi, ilaç bağımlılığından muzdarip birçok kişi için en rahatsız edici ve dayanılmaz olan akatizi de yaygındır ve ilaçlar, bırakıldıktan uzun süre sonra bile devam edebilir. Bununla birlikte, hikayelerimiz veya deneyimlerimiz ne kadar benzer görünürse görünsün, minibüsün farklı yerlerinde oturuyoruz ve en önemlisi, farklı insanlarız. Yine de hepimizin ortak bir noktası var: Kazadan sağ kurtulduk ve yaralandık.
Son yazımda, "Akatiziden Kurtulmak: İyileşmeye Tarihsel Bir Bakış"ta (Recovery from Akathisia: Historical Perspective for Healing), 25 yılı aşkın bir süre boyunca ortaya çıkan ilaç zararlarını ayrıntılı olarak anlatarak, hasarın boyutunu ve yaralarımın ciddiyetini açıklığa kavuşturdum. Hasar çok yıkıcıydı ve iyileşmem pek olası görünmüyordu, çünkü zaman geçtikçe, 'birbirleriyle hiçbir ilgisi olmayan yeni ve daha da güçsüzleştirici semptomlar' ortaya çıkmaya devam ediyordu, bu yüzden ne ben ne de doktorlarım bunları açıklayabiliyorduk.
Ancak amansız cevap arayışımızda, eşim ve ben, psikotropik ilaçların beyin fonksiyonlarımı nasıl etkilediğini, ME/CFS ("Myalgic encephalomyelitis/chronic fatigue syndrome" - Miyaljik ensefalomiyelit /kronik yorgunluk sendromu) adı verilen sakatlayıcı bir durum da dahil olmak üzere yaralanmalara ve hasara yol açtığını anlamamı sağlayan aynı fikirlerin tekrarları olan kalıpların ortaya çıktığını 'görmeye başladık. Çoğu insan ME/CFS'ye aşina değildir, ama sorun değil. Me/CFS hakkında bilgi edinmek, garip bir şekilde, akatizi deneyimini anlamamı sağladı. Akatiziyi anlamak, 'onunla başa çıkmanın yollarını öğrenmede' önemli bir adımdı.
Vagus'ta Neler Oluyor...
Eğer siz de benim gibiyseniz, rahatsızlıklarımın ve semptomlarımın kontrolüm altında veya "tamamen kafamın içinde" olduğu iddiası bile 'öfke, inanmazlık ve kızgınlıkla' karşılanırdı. Hayır, kendimizi iyi "düşünemeyiz".
Bunlar, kimyasallar tarafından değiştirilmiş, yaralanmış veya hasar görmüş güçlü nörolojik süreçlerdir. Bunlar bilinçli değildir ve büyük ölçüde hemen (/acil - "immediate") veya doğrudan (/direkt -"direct") kontrolümüzün dışındadır: Milyarlarca yıllık - ve yardımımız olsun ya da olmasın - otomatik pilotta çalışan nörolojik süreçler. Ancak şeyleri nasıl algıladığımız, nörolojik işlemleri etkileyebilir ve etkiler.
2019'da gittiğim TBI uzmanından beyin ve sinir sisteminin işlevleri hakkında çok şey öğrendim. Teknik olarak, kendisi fonksiyonel travmatik beyin hasarı (traumatic brain injury) uzmanı. Bana aşağıdaki tabloyu, e-postayla gönderdi ve bu tablo, 'beyin, akatizi ve diğer ilaçların biyolojik süreçleri ve genel sağlığım' hakkında anlamaya başladığım şeylerin çoğunu doğruladı. Polivagal Teori (Polyvagal Theory) teknik olarak hala bir teori ve derinlemesine incelemedim çünkü tablonun kendisi dikkatimi çekti (daha yakından görmek için tıklayın).
Polivagal tabloyu ilk gördüğümde, ilaç zararına bakış açımdaki değişim derin, onaylayıcı ve güçlendiriciydi. Bilmiyorsanız, vagus siniri, 'bilinçdışı vücut süreçlerimizin çoğundan sorumlu olan otonom sinir sistemi veya ANS'nin etki alanı' altındadır. Vagus siniri, yaygın olarak "savaş ya da kaç (fight or flight)" tepkisi" olarak bilinen sempatik sinir sistemi (SNS "sympathetic nervous system") uyarımını düzenlemek için çalışan parasempatik sinir sisteminin (PSNS "parasympathetic nervous system") ana bileşenidir. PSNS, 'kalp atış hızını, solunumu, bağışıklık sistemini, sindirimi, kayganlığı ("kuru gözler"i hatırlıyor musunuz?)' düzenler ve SNS uyarımını yatıştırır. "Dinlen ve sindir (rest and digest)" terimi, PSNS işlevini ifade eder. 'Göz ve ağız kuruluğu yaşıyorsanız, bu PSNS'nin iyi çalışmadığı' anlamına gelir.
Soldaki psikolojik durumları ve sağdaki ilgili fizyolojik semptomları okurken bir şey yerine oturdu. Akatizi yaşadıysanız veya yaşayan birini tanıyorsanız, lütfen "Savaş ve Kaç", altında soldaki sarı bölümde bulunan durumları inceleyin ve size tanıdık gelip gelmediğine bakın. Deneyimlerime göre, bunların hepsi akatizinin tanımlayıcılarıdır - en hafifinden en şiddetlisine kadar. Kırmızıdaki psikolojik durumların, akatizinin bazı aşırı ve tehlikeli biçimlerine de karşılık geldiğine dikkat edin. Bende, beni 'olduğum yerde donduran bir tür dehşet' hissettim. Bu, vücudun bir yaşam tehdidine verdiği tepkidir; ancak yaşam tehdidi olmadığında, 'sinir sistemi hasarı ve işlev bozukluğunun' bir ifadesidir.
Sağdaki kırmızı ve sarı alanlardaki taban tabana zıt fizyolojik süreçleri incelemek için bir dakikanızı ayırın. Sarı alanlar sinir sistemi aşırı uyarılmasına (hyperarousal) karşılık geliyorsa, kırmızı alanların diğer şeylerin yanı sıra ME/CFS'nin "hücreleri parçalayan yorgunluğunu" tanımlayabileceği aklıma geldi. ME/CFS bir otoimmün bozukluk veya ayrı bir durum değildir. Nörolojik işlev bozukluğudur; kimyasal sinir sistemi bozulmasına verilen ve uyumsuz hale gelen bir tepkidir.
Beynimi ve sinir sistemi işlevlerimi bozan 'psikoaktif kimyasallarla' ilgili geçmişime dayanarak, başka bir şey nasıl olabilirdi ki? Tablonun en sağındaki sarı ve kırmızı alanları incelediğimde, bu fiziksel işlev bozukluklarından kaç tanesi, psikiyatrik ilaçların bilinen etkilerine doğrudan karşılık geliyor? Sizi merakta bırakmayacağım; hepsi karşılık geliyor.
Beyin- beden-zihin sistemleri bir kişide çok uzun süre aktif olursa ne olacağını kendime sormaya başladım. İşlev bozukluğu durumunda olmak 'beyin, endokrin ve diğer sistemik işlevleri' nasıl etkiler veya değiştirir? Bu değişiklikler, bu alanlarda hasara yol açabilir mi? Eğer öyleyse, psikotrop ilaçların neden olduğu bu hasarı, kimyasal beyin hasarı olarak tanımlamak mantıklı değil mi? Korkarım cevap 'evet' olmalı.
Başka Bir İsimle...
İnsanların akatiziden birçok şekilde bahsettiğini duydum. Eskiden ona "Acı" derdim ve diğer "abartılı" tanımlayıcılar da öyleydi ve bu mantıklı. İnsanlar bir şeyi, özellikle de korkutucu ve güçlü bir şeyi anlamadıklarında, onu mitolojikleştirmek ve pekiştiren anlatılar yaratmak evrimsel ve biyolojik bir dürtüdür. Bunu biliyorum çünkü ben de yaptım.
Ama akatiziye hak ettiğinden daha fazla güç vermeyi bırakmalıydım ve bu, onu travmatik kimyasal beyin hasarı (traumatic chemical brain injury) olarak yeniden kavramamla başladı. Akatizi için sahiplik ekleri kullanmayı bıraktım ("benim" akatizim) ve ona uygun isimler takmayı bıraktım. Beni tamamen yutabileceğine inanmamı sağlayan mistik güçler atfetmeyi bıraktım. İyileşmeye başlamam için bu farkındalığın, gerçekleşmesi gerekiyordu. Akatiziyi 'hastalık modeli -disease model' açısından düşünmeyi bıraktım ve bunun yerine onu bir yaralanma (injury) olarak düşünmeye başladım. Akatizi araba kazası değildir; Araba kazasının bir sonucudur.
Aşağıdakiler, beyin ve sinir sistemi işlevi hakkında bazı temel ilkeler oluşturmayı amaçlamaktadır. Bu, akatiziyi nasıl algıladığımı değiştirmede belirleyici bir unsurdu. Akatiziyi nasıl algıladığımızı değiştirmek neden önemlidir? Çünkü algı, kelimenin tam anlamıyla 'her şeye dair öznel deneyimimizi yaratan veya değiştiren şeydir.'
Bu Senin Beynindir (İlaçlar üzerinde)...
Buraya, yani artık günlük akatizi yaşamadığım bir noktaya nasıl geldiğimi tam olarak anlamak için, psikotropik ilaçlardan kaynaklanan kimyasal beyin hasarının (chemical brain injury) bir sonucu olarak fiziksel ve psikolojik gerilememi nasıl ve neden yeniden kavradığımı anlamak önemlidir. Tanımlarım jargon içermez ve basitleştirilmiştir çünkü ben bir beyin bilimci değilim. Ancak, beynin genel rolü hakkında temel bir anlayışa sahip olmak için benim (sizin de) olmam gerekmiyor, bu yüzden bu iyi bir başlangıç noktası.
Beynin işlevleri çok sayıda olsa da, bunları en temel işlevlere indirgediğimizde, diğer tüm görevlerinin bu ana rollerin kapsamına girdiğini görmek kolaydır. Beynin ilk ve en temel işlevi, sizi hayatta tutmaktır. İkinci işlevi sizi korumak ve güvende tutmaktır. Üçüncü görevi ise homeostaziyi korumaktır (bu da "güvenli (safe)" kapsamına girebilir, ancak ayrı bir başlık altında listelemeyi gerektirecek kadar çeşitlilik gösterir).
Beynimizin son temel görevi, uyumsuzlukları, yani gerçeklik algımızdaki homeostaziyi tehdit eden sorunları veya aksaklıkları çözmektir. İnançlardan travmaya, iş yerinde görünüşte kazanılması imkansız bir durumu anlamaya çalışmaya kadar, beyniniz sürekli olarak 'varoluşunuzun kırışıklıklarını gidermenin yollarını' arar; örneğin, örüntüsellik gibi.
Diyelim ki kayınvalidenizi her ziyaret ettiğinizde, aynı akşam hazımsızlık yaşadığınızı fark ediyorsunuz. Beyniniz, inandığınız şeye en uygun örüntüyü bulur ve böylece mide-bağırsak rahatsızlığını (the GI upset) otomatik olarak ziyarete bağlayabilir, eve dönerken arabada rutin olarak alıp yediğiniz yağlı fast food'u rahatlıkla görmezden gelebilirsiniz. Daha önce de belirtildiği gibi, nedensellik söz konusu olduğunda sıklıkla yanılıyoruz. Beynimizin bizim için uyum yaratmasının bir diğer yolu da, zaten inandığımız şeyleri desteklemek için bilinçaltında kanıt arama eğilimi olan doğrulama yanlılığıdır. Başka bir deyişle, beynimiz iç dünyamızı, dış dünyayla uzlaştırmayı birçok şekilde öğrenmiştir.
Beynin işlevine dair bu basit genel bakıştan sonra, şimdi onun karmaşıklığına bakalım. İnsan beyni, 'evrendeki en karmaşık sistem' olarak adlandırılmıştır. Bu sizin "süper bilgisayarınız"dır, ancak ondan daha da zariftir. Beyniniz olmasaydı, tat alamaz, göremez, duyamaz, deneyimleyemez, hissedemez, hayal kuramaz, düşünemez, hatırlayamaz, yürüyemez, nefes alamazdınız... yani, var olamazdınız. Ayak parmağınızı çarparsanız, beyniniz acıyı hisseder. Gözlerinizle görmezsiniz; beyninizle görürsünüz, vb. Filozoflar zihin kavramını tanımlamak için binlerce yıl harcamış olsalar da, hepsinin (düalist olmadıkları sürece) hemfikir olduğu bir nokta var: Zihin, fiziksel beyin olmadan var olamaz. Beyin ve işlevleri hakkında ne kadar çok şey öğrenirsem, o kadar mütevazı oluyor. Ona hayranım. Bir tür olarak beyin hakkında bilmediğimiz her şeye dayanarak, tıbbi hizmet sağlayıcılarının psikoaktif kimyasallar reçete ederken sergiledikleri umursamaz tavır endişe vericidir.
Şimdi psikiyatrik ilaçların işlevini ele alalım. Bu da indirgeyici olmakla birlikte, beynin sorumluluklarının tanımından çok daha doğru ve eksiksizdir; çünkü bilimsel kanıtlar, veriler ve en önemlisi ilaç üreticileri bunu tartışmıyor.
"Psikiyatrik ilaçların görevi normal beyin fonksiyonlarını bozmaktır. Unutmayın, evrendeki en karmaşık sistemin bir parçası olan ve henüz sahipleri veya onları anlamak için yarattıkları bilimler tarafından bile anlaşılmamış fonksiyonlardır bunlar. Başka bir deyişle, psikiyatrik ilaçlar, özellikle vücudun süper bilgisayarında, - milyarlarca yıllık deneme yanılma ve geliştirmeyle bugünkü haline gelen akıl almaz derecede karmaşık bir sistemde - işlev bozukluğu yaratmak için kullanılır." Bir an durun ve bunun üzerinde düşünün.
Travmatik, Kimyasal...
Beyin hakkında bildiklerimizi göz önünde bulundurarak, kafatasına sert bir darbe sonucu normal işleyişin bozulması durumunda neler olabileceğini bir düşünün. Hasarın 'nerede meydana geldiği, yaralanmanın şiddeti, yaş, genel sağlık durumu, eşlik eden hastalıklar ve psikososyal faktörler' tedaviyi belirler. "Çok fazla bilinen ve bilinmeyen değişken" olduğunu hatırlıyor musunuz?
Ancak süper bilgisayarlarımızı hedef alan ve normal beyin fonksiyonlarını bozan, yutulan kimyasalların yol açtığı yaralanmalarla uğraşırken, bu tamamen yeni bir karmaşıklık düzeyine ulaşır. Özenle tasarlanmış bir saatin çarklarındaki kum gibi, bazı süreçler yavaşlarken bazıları hızlanır ve bu da 'sistem genelinde işlev bozukluklarına' neden olur.
Genellikle, bir kişi bu şekilde zarar gördüğünde, bu zarar süreklidir ve ne yazık ki doktorlarının bakımı altındayken uzun süreler boyunca devam eder.
Hastalar yan etkilerin, algılanan 'ilaç faydalarını ortadan kaldırdığını' fark ettiklerinde, tıbbi sistem, yaralanmalarından kurtulmalarına yardımcı olmak bir yana, ilacı /ilaçları bırakmalarına yardımcı olmak için bile yetersiz donanıma sahiptir.
Hastalar, özellikle daha zararlı ilaçlar reçete edildiğinde, başlangıçta yardım aradıkları 'altta yatan akıl sağlığı sorununa' yanlış atfedilmesi nedeniyle, genellikle daha fazla travma yaşarlar.
(Sonunda) iyiliğimi derinden önemseyen ve ben geri çekilirken ve iyileşirken bana destek olmaya devam eden sağlık hizmeti sağlayıcıları bulduğum için şanslıydım (ya da o kadar büyük bir baş belasıyım ki, benden yeterince hızlı kurtulamıyorlar). Ancak güveni ,yeniden tesis etmek zaman aldı.
Travmatik kimyasal beyin yaralanması /hasarı - TCBI "traumatic chemical brain injury" - terimini kullanıyorum çünkü diğer beyin hasarlarında (brain injuries) olduğu gibi, 'iyileşme stratejileri geliştirmek' de sayısız hususa dayanıyor.
Yaralanma (injury), kimyasaldır çünkü patogenezi psikoaktif ilaçlardan kaynaklanmaktadır. Travmatik (traumatic) kısmı ise tıp camiası tarafından göz ardı edilmekten ve sağlık uzmanlarının - DSM'lerinin ve tanı güçlerinin arkasına - korkakça saklanmasından kaynaklanmaktadır.
Yani, beynin iki temel işlevi bizi güvende tutmak ve homeostaziyi korumaksa, beyin ve sinir sistemi işlev bozukluğu yaratmak üzere tasarlanmış psikotrop ilaçlar, uzun süreler boyunca kullanılıp bırakıldığında, beynimizin 'homeostaziyi yeniden sağlamak' için neler yapması gerektiğini bir düşünün.
İyileşmeyi Anlamak...
Sadece on sekiz ay önce, günlük akatizi ve diğer geç etkilenmiş ilaçların etkisiyle felç olmuştum. Bugün, hâlâ sürecin içinde olsam da daha işlevsel durumdayım; şu anda benzodiazepin de dahil olmak üzere iki psikotropik ilacı azaltıyorum. Bazı günler ve zamanlar diğerlerinden daha zor olsa da, iyileşme çabalarımda umutlu ve kendime güveniyorum. Ama bir gün uyandığımda, kendimi daha iyi hissetmedim.
Herhangi bir yaralanmanın iyileşmesinde 'zaman' çok önemli olsa da, beyin ve sinir sistemindeki ciddi kimyasal hasarlar genellikle zamandan, dinlenmeden veya bir haptan daha fazlasını gerektirir. "Akatizi: İyileşmenin Tarihsel Perspektifi (Akathisia: Historical Perspective for Healing)" başlıklı yazımda, beş yıl boyunca nöroleptik (atipik antipsikotik) kullandıktan sonra 2009 yılına gelindiğinde, 'tansiyonumun ve kolesterolümün çok yüksek olduğunu, kan şekerimin de (prediyabet) çok yüksek olduğunu' belirtmiştim.
Bu durum "metabolik sendrom" olarak bilinir ve uzun süreli nöroleptik kullanımının en yaygın belirtilerinden biridir. Kilo alımı, 'vücuduma zorla uygulanan kimyasal değişikliklerin' bir göstergesiydi, ancak bunlar boşlukta var olmadı çünkü sistem düşüncesi bize 'beyin ve vücut sistemlerimizin birbirine bağımlı olduğunu ve homeostazı oluşturmak ve korumak için birlikte çalıştığını' gösteriyor.
İşlev bozukluğunun sorunu, bu sistemler arızalandığında mantıklı veya makul bir şekilde çökmemeleri ve herkeste farklı şekilde devre dışı kalmalarıdır. TCBI'ye maruz kalıp aşırı zayıflayan birçok insan tanıyorum. Benim gibi bazıları ise hatırı sayılır kilo aldı. Bazı insanlar enfeksiyonlara yatkınken, bazıları otoimmün hastalıklara vb yakalanıyor.
Polivagal tablonun hem sarı hem de kırmızı kısımlarını incelemek için bir an ayırırsak, bir şey çok net ortaya çıkar: Bunlar vücuttaki en temel ve önemli otomatik sistemlerden bazılarıdır ve bana reçete edilen ilaçlar, otonom sinir sisteminin (OSS - /ANS "autonomic nervous system") denetimi altındaki bu sistemlerde, büyük ölçekli işlev bozukluklarına neden olmuştur, bu nedenle işlevleri, otomatiktir. Bunlarla akıl yürütmeye çalışmak imkansızdır çünkü bu otomatik sistemler sözel değildir, insanca konuşmazlar. Bu yüzden 'kendinize korkmamanızı veya "sakin olmanızı" söylemeniz' işe yaramaz.
En açıklayıcı olanı yeşil renkli bölümlerdi. O kadar uzun süredir hastaydım ki sağlıklı bir beden-beyin-zihin birlikteliğinin nasıl hissettirdiğini unutmuştum. Tıbbi bakım modelinin, tıpkı uzun zaman önce 'ilaçlar olmadan hayatımı sürdürebileceğime' olan inancımı benden çaldığı gibi, iyileşebileceğime olan inancımı da benden çaldığını fark ettim.
Tedaviyi azaltıp iyileşmeye devam ederken ara sıra (ve geçici olarak) tıbbi veya başka bir dış desteğe ihtiyaç duysam da, sinir sisteminin genel sağlık ve refahımda oynadığı rolü anlamak, artık tıbbi modelin 'sınırlı hayal gücüne ve iç karartıcı tahminlerine' boyun eğmek zorunda olmadığım gerçeğine gözlerimi açtı.
Bununla birlikte, sistemlerimiz, süper bilgisayarlarımız, psikotropik ilaçlar nedeniyle "çevrimdışı" ise, karmaşıklığına ve insan beyni hakkında bilmediğimiz her şeye dayanarak, daha fazla psikotropik ilaç eklemeyi düşünürken özellikle dikkatli olmak önemlidir.
Ayrıca, akatizi hastasıysanız ve şu anda akatiziye neden olan bir (veya birkaç) ilaç kullanıyorsanız, nasıl devam edeceğinizi (sağlık uzmanınızla) yeniden değerlendirmenin zamanı gelmiş olabilir.
İlaçların verdiği zarar, bende çok yaygın olduğu için, beynimin ve vücudumun iyileşmesine yardımcı olmak için ek desteğe ihtiyacım olup olmadığını anlamak için birkaç farklı sağlık uzmanına danışmak zorunda kaldım. Destekleyici tıp uzmanları bulmak hayati önem taşıyordu. Eşim Kent, yakında yayınlanacak makalesinde 'tıp camiasından destek ararken bulduğumuz daha etkili yaklaşımlardan bazılarını' ele alacak.
Tekrar ediyorum, özellikle kimyasal olanları olmak üzere, TBI'ları iyileştirmenin net veya basit yolları yoktur; onlar da sahipleri kadar bireysel ve benzersizdir. Yani, benim yolculuğum başkasınınkine benzese de, bu yaralanmalarımızın tıpatıp aynı olduğu veya iyileşme stratejilerimizin birebir örtüşeceği anlamına gelmez. Ancak yaralanmalara benzer tepkiler veren ortak fizyolojilere sahibiz.
Birleşik Krallık'taki bir beyin hasarı kuruluşu olan Headway'e göre, 'beyindeki herhangi bir hasarın, davranışsal ve duygusal sonuçları' olabilir. Kimyasal beyin travmasının, özellikle de kimyasallar psikoaktif olduğunda, bir istisna olmadığı sonucuna varmak zor değil. Ancak, fizyolojik bir travmadan sonraki her türlü rehabilitasyon gibi, iyileşmek istiyorsak sürece tüm benliğimizle dahil olmalıyız.
Örneğin, fizik tedaviyi ele alalım. Fiziksel bedenlerimizin bilinçli ve tekrarlayan hareketleri, beden ve beyni yeniden birbirine bağlamakla ilgilidir. Ancak başarılı olmak istiyorsak, 'zihnimizin, bu bağlantıyı sağlaması' gerekir.
Albert Camus'nün de dediği gibi, 'her birimizin içinde "yenilmez bir yaz" yattığına' inanıyorum. Bu, bulanık bir geçmişe dönüp bakıldığında ortaya çıkan sıradan bir laf değil. Umut ve kişinin iyileşebileceğine olan inanç, her türlü travmadan kurtulmanın olmazsa olmaz unsurlarıdır çünkü yaptığımız her şey gibi, her iki durumda da nörolojik sonuçlar doğurur. Algılar önemlidir.
Şaşırtıcı derecede karmaşık sistemimin, uygun şekilde desteklendiğinde (yutulan kimyasallar tarafından engellenmek yerine) 'iyi çalışacak şekilde tasarlandığını' fark etmeyi öğrenmek, bana umut vermeye devam eden bir değişimdi. İnsanlar "hastalıklardan" veya "rahatsızlıklardan" iyileşmezler, ancak yaralanmalardan iyileşebilirler ve iyileşirler. Ne ölçüde iyileşeceği kişiden kişiye değişir. Yedi yıldır bu sürecin içindeyim.
Henüz tam olarak iyileşmemiş olsam da, şu anki durumuma gelmemin önemli bir parçası, akatizi ve diğer ilaç zararlarının TCBI'nin sonuçları olduğuna dair bakış açımı yeniden düşünmek ve düzeltmekti. Bu yaralanmalar, en önemli, kadim ve otomatik sistemlerimden bazılarını etkiliyor. Bir sonraki yazımda, bu otomatik sistemlerle "iletişim kurmanın" ve bu sistemlerde değişiklik yaratmanın yollarını ele alacağım.
Acı çektiğimizde çoğu zaman hiçbir seçeneğimiz yokmuş gibi hissettiğimizi içtenlikle biliyorum, ama sınırlı ve önemsiz görünseler bile her zaman seçeneklerimiz vardır, bu yüzden benimle birlikte söyleyin: akatizi bir beyin ve sinir sistemi hasarıdır, ne eksik ne fazla. Takipte kalın." (17)
*** *** ***
"İlaç kaynaklı akatizi, çoğunlukla antipsikotikler ve antidepresanlar olmak üzere psikiyatrik ilaçların kullanımından kaynaklanır."
Hafif bir rahatsızlık veya kaygıdan, tamamen yatamama veya oturamamaya kadar değişen yoğunluk aralıkları vardır; vücudu 'hareketsiz tutamamaktan, elleri ve ayakları sürüklemekten, yerde volta atmaktan, bunaltıcı bir kaygı, halsizlik ve şiddetli disforiye (neredeyse tarif edilemez bir dehşet ve kıyamet duygusu olarak kendini gösterir)' kadar uzanan durumlar vardır. Aşırı anlamsız şiddet eylemleri, intihar, cinayet veya cinayet intiharları 'akatizi' ile ilişkilendirilmiştir.
Hastanın durumu tarif etmesi zordur ve genellikle psikiyatristler ve doktorlar tarafından teşhis edilemez veya yanlış teşhis edilir. Akatizi tedavisi neredeyse her zaman daha psikotropik ilaçlarla yapılır; kas seğirmeleri ve vücut hareketlerinin hafifletilmesi umulur. Hastanın rahatlaması veya iyileşmesi için tüm ilaçları azaltmak veya kesmek nadiren daha nazik bir seçenektir.
-- Tardif Diskinezi...
Tardif Diskinezi (Tardive dyskinesia): Tardiv, "geç" anlamına gelir ve diskinezi ise "kasların anormal hareketi" anlamına gelir. "Tardiv Diskinezi, 'dudak, dil, çene, parmak, ayak parmakları ve diğer vücut bölümlerinin', istemli hareket gücünün kalıcı olarak bozulmasıdır." – George Crane, "Majör Nöroleptiklerle Tedavi Edilen Hastalarda Tardif Diskinezi: Literatür Taraması" Amerikan Psikiyatri Dergisi, Cilt 124, Ek, 1968, s. 40-47.
"Tardif diskinezi (TD), genellikle 'uzun süreli psikotrop ilaç kullanımından kaynaklanan beyin hasarına bağlı, kalıcı ve geri döndürülemez vücut hareketleri ve kas seğirmeleri' ile karakterizedir."
Antipsikotikler olan Thorazine, Stellazine, Haldol ve Prolixin gibi psikiyatrik ilaçların bu duruma neden olduğuna dair çok az şüphe vardır. İlk olarak 1964 yılında, başlıca sakinleştiricilerin (antipsikotikler) geliştirilmesiyle sınıflandırılmış ve bu ilaçlarla tedavi edilen psikiyatri hastalarının %30'una kadarında bu durum gelişmiştir.
"Zyprexa (Olanzapin) gibi daha yeni atipik antipsikotiklerin de TD'ye neden olduğu bulunmuştur."
TD, 'göz kapakları, yüz kasları ve ses telleri' dahil olmak üzere vücudun tüm bölgelerini etkileyebilir. 'Kolların, bacakların ve gövdenin hızlı hareketleri' de görülebilir. 'Yüz buruşturma, dil çıkarma, dudak şapırdatma, büzme ve büzme ve hızlı göz kırpma' gibi belirtiler görülebilir.
"TD'nin bilinen bir tedavisi yoktur ve bireyler kalıcı olarak şekil bozukluğuna ve sakatlığa maruz kalırlar."
-- Nöroleptik malign sendromu...
"Hastaların 'ateşlenmesine, bilinç bulanıklığına, ajite ve aşırı katı hale gelmesine' neden olan, potansiyel olarak 'ölümcül' bir toksik reaksiyondur. Eski antipsikotikleri kullanan yaklaşık 100.000 Amerikalı bu nedenle hayatını kaybetmiştir." – Robert Whitaker
"Nöroleptik malign sendrom (NMS "Neuroleptic malignant syndrome"), nöroleptik ilaçların (antipsikotiklerin) kullanımının neden olduğu belki de en tehlikeli etkidir ve ölümcül olabilir. Antipsikotik reçete edilen hastaların %2 ila %3'ünün NMS geliştirebileceği tahmin edilmektedir."
'Yüksek ilaç dozları, hızlı doz artışları, intravenöz enjeksiyonlar ve bir ilaçtan diğerine geçişin' bu duruma neden olabileceği düşünülmektedir. Semptomlar arasında 'yüksek ateş, terleme, dengesiz kan basıncı, uyuşukluk, kas sertliği ve otonomik disfonksiyon 'bulunur. Ölüm oranlarının %20'ye kadar çıktığı ve ölümün 'genellikle semptomların ortaya çıkmasından 3 ila 30 gün sonra meydana geldiği' bildirilmektedir." (52)
"Travmatik Kimyasal Beyin Hasarı (TCBI)
Psikiyatrik ilaçların neden olduğu travmatik kimyasal beyin yaralanmasını (/hasarını - TCBI "traumatic chemical brain injury") kısmen nasıl algılayıp anladığımı göstermek için (diğer ilaç sınıfları akatizi ve diğer zararlara yol açsa da), faydalı bulduğum bir benzetme sunuyorum.
Gece vakti, insanlarla dolu büyük bir minibüste dağlık bir otoyolda seyahat ettiğinizi düşünün. Yoldaki çok sayıda viraj ve dönüş nedeniyle karşıdan gelen trafiği görmek zordur. Kör bir virajdan keskin bir dönüşle çıktığınızda, çarpışmadan önce makas atan tırın, minibüsünüze doğru kaydığını bile göremezsiniz. Bazı yolcular kazadan sağ çıkamayabilirken, diğerleri hafif yaralarla kurtulabilir. Hatta bir şanslı yolcu bile kazadan yara almadan kurtulabilir. Ancak, iki aracın hızı ve kütlesi göz önüne alındığında, daha olası senaryo, tüm yolcuların farklı derecelerde ve şiddetliden orta şiddete ve hafif şiddete kadar çok çeşitli şekillerde yaralanmasıdır. Bazı yaralanmalar yaşamı tehdit edici veya sakatlayıcı olabilir. Diğer yaralanmalar, geç ortaya çıkabilirken, diğerleri kronikleşebilecek 'ikincil komplikasyonlara' neden olabilir. Siz ve diğer yolcular, aynı kamyonun aynı anda ve aynı yolda çarptığı aynı minibüsü paylaşıyorsanız, minibüsteki tüm yolcuların aynı yaralanmaları alması pek olası değildir. Öte yandan, genel olarak benzerlikler olabilir.
Bir kişi psikotrop ilaçlardan kaynaklanan TCBI (travmatik kimyasal beyin hasarı) geçirdiğinde, tutarlı kalan bazı belirtiler vardır. Tıpkı boyundaki yumuşak doku hasarının (kırbaç darbesi) bir araba kazasından sonra yaygın bir yaralanma olması gibi, ilaç bağımlılığından muzdarip birçok kişi için en rahatsız edici ve dayanılmaz olan akatizi de yaygındır ve ilaçlar, bırakıldıktan uzun süre sonra bile devam edebilir. Bununla birlikte, hikayelerimiz veya deneyimlerimiz ne kadar benzer görünürse görünsün, minibüsün farklı yerlerinde oturuyoruz ve en önemlisi, farklı insanlarız. Yine de hepimizin ortak bir noktası var: Kazadan sağ kurtulduk ve yaralandık.
Son yazımda, "Akatiziden Kurtulmak: İyileşmeye Tarihsel Bir Bakış"ta (Recovery from Akathisia: Historical Perspective for Healing), 25 yılı aşkın bir süre boyunca ortaya çıkan ilaç zararlarını ayrıntılı olarak anlatarak, hasarın boyutunu ve yaralarımın ciddiyetini açıklığa kavuşturdum. Hasar çok yıkıcıydı ve iyileşmem pek olası görünmüyordu, çünkü zaman geçtikçe, 'birbirleriyle hiçbir ilgisi olmayan yeni ve daha da güçsüzleştirici semptomlar' ortaya çıkmaya devam ediyordu, bu yüzden ne ben ne de doktorlarım bunları açıklayabiliyorduk.
Ancak amansız cevap arayışımızda, eşim ve ben, psikotropik ilaçların beyin fonksiyonlarımı nasıl etkilediğini, ME/CFS ("Myalgic encephalomyelitis/chronic fatigue syndrome" - Miyaljik ensefalomiyelit /kronik yorgunluk sendromu) adı verilen sakatlayıcı bir durum da dahil olmak üzere yaralanmalara ve hasara yol açtığını anlamamı sağlayan aynı fikirlerin tekrarları olan kalıpların ortaya çıktığını 'görmeye başladık. Çoğu insan ME/CFS'ye aşina değildir, ama sorun değil. Me/CFS hakkında bilgi edinmek, garip bir şekilde, akatizi deneyimini anlamamı sağladı. Akatiziyi anlamak, 'onunla başa çıkmanın yollarını öğrenmede' önemli bir adımdı.
Vagus'ta Neler Oluyor...
Eğer siz de benim gibiyseniz, rahatsızlıklarımın ve semptomlarımın kontrolüm altında veya "tamamen kafamın içinde" olduğu iddiası bile 'öfke, inanmazlık ve kızgınlıkla' karşılanırdı. Hayır, kendimizi iyi "düşünemeyiz".
Bunlar, kimyasallar tarafından değiştirilmiş, yaralanmış veya hasar görmüş güçlü nörolojik süreçlerdir. Bunlar bilinçli değildir ve büyük ölçüde hemen (/acil - "immediate") veya doğrudan (/direkt -"direct") kontrolümüzün dışındadır: Milyarlarca yıllık - ve yardımımız olsun ya da olmasın - otomatik pilotta çalışan nörolojik süreçler. Ancak şeyleri nasıl algıladığımız, nörolojik işlemleri etkileyebilir ve etkiler.
2019'da gittiğim TBI uzmanından beyin ve sinir sisteminin işlevleri hakkında çok şey öğrendim. Teknik olarak, kendisi fonksiyonel travmatik beyin hasarı (traumatic brain injury) uzmanı. Bana aşağıdaki tabloyu, e-postayla gönderdi ve bu tablo, 'beyin, akatizi ve diğer ilaçların biyolojik süreçleri ve genel sağlığım' hakkında anlamaya başladığım şeylerin çoğunu doğruladı. Polivagal Teori (Polyvagal Theory) teknik olarak hala bir teori ve derinlemesine incelemedim çünkü tablonun kendisi dikkatimi çekti (daha yakından görmek için tıklayın).
Polivagal tabloyu ilk gördüğümde, ilaç zararına bakış açımdaki değişim derin, onaylayıcı ve güçlendiriciydi. Bilmiyorsanız, vagus siniri, 'bilinçdışı vücut süreçlerimizin çoğundan sorumlu olan otonom sinir sistemi veya ANS'nin etki alanı' altındadır. Vagus siniri, yaygın olarak "savaş ya da kaç (fight or flight)" tepkisi" olarak bilinen sempatik sinir sistemi (SNS "sympathetic nervous system") uyarımını düzenlemek için çalışan parasempatik sinir sisteminin (PSNS "parasympathetic nervous system") ana bileşenidir. PSNS, 'kalp atış hızını, solunumu, bağışıklık sistemini, sindirimi, kayganlığı ("kuru gözler"i hatırlıyor musunuz?)' düzenler ve SNS uyarımını yatıştırır. "Dinlen ve sindir (rest and digest)" terimi, PSNS işlevini ifade eder. 'Göz ve ağız kuruluğu yaşıyorsanız, bu PSNS'nin iyi çalışmadığı' anlamına gelir.
Soldaki psikolojik durumları ve sağdaki ilgili fizyolojik semptomları okurken bir şey yerine oturdu. Akatizi yaşadıysanız veya yaşayan birini tanıyorsanız, lütfen "Savaş ve Kaç", altında soldaki sarı bölümde bulunan durumları inceleyin ve size tanıdık gelip gelmediğine bakın. Deneyimlerime göre, bunların hepsi akatizinin tanımlayıcılarıdır - en hafifinden en şiddetlisine kadar. Kırmızıdaki psikolojik durumların, akatizinin bazı aşırı ve tehlikeli biçimlerine de karşılık geldiğine dikkat edin. Bende, beni 'olduğum yerde donduran bir tür dehşet' hissettim. Bu, vücudun bir yaşam tehdidine verdiği tepkidir; ancak yaşam tehdidi olmadığında, 'sinir sistemi hasarı ve işlev bozukluğunun' bir ifadesidir.
Sağdaki kırmızı ve sarı alanlardaki taban tabana zıt fizyolojik süreçleri incelemek için bir dakikanızı ayırın. Sarı alanlar sinir sistemi aşırı uyarılmasına (hyperarousal) karşılık geliyorsa, kırmızı alanların diğer şeylerin yanı sıra ME/CFS'nin "hücreleri parçalayan yorgunluğunu" tanımlayabileceği aklıma geldi. ME/CFS bir otoimmün bozukluk veya ayrı bir durum değildir. Nörolojik işlev bozukluğudur; kimyasal sinir sistemi bozulmasına verilen ve uyumsuz hale gelen bir tepkidir.
Beynimi ve sinir sistemi işlevlerimi bozan 'psikoaktif kimyasallarla' ilgili geçmişime dayanarak, başka bir şey nasıl olabilirdi ki? Tablonun en sağındaki sarı ve kırmızı alanları incelediğimde, bu fiziksel işlev bozukluklarından kaç tanesi, psikiyatrik ilaçların bilinen etkilerine doğrudan karşılık geliyor? Sizi merakta bırakmayacağım; hepsi karşılık geliyor.
Beyin- beden-zihin sistemleri bir kişide çok uzun süre aktif olursa ne olacağını kendime sormaya başladım. İşlev bozukluğu durumunda olmak 'beyin, endokrin ve diğer sistemik işlevleri' nasıl etkiler veya değiştirir? Bu değişiklikler, bu alanlarda hasara yol açabilir mi? Eğer öyleyse, psikotrop ilaçların neden olduğu bu hasarı, kimyasal beyin hasarı olarak tanımlamak mantıklı değil mi? Korkarım cevap 'evet' olmalı.
Başka Bir İsimle...
İnsanların akatiziden birçok şekilde bahsettiğini duydum. Eskiden ona "Acı" derdim ve diğer "abartılı" tanımlayıcılar da öyleydi ve bu mantıklı. İnsanlar bir şeyi, özellikle de korkutucu ve güçlü bir şeyi anlamadıklarında, onu mitolojikleştirmek ve pekiştiren anlatılar yaratmak evrimsel ve biyolojik bir dürtüdür. Bunu biliyorum çünkü ben de yaptım.
Ama akatiziye hak ettiğinden daha fazla güç vermeyi bırakmalıydım ve bu, onu travmatik kimyasal beyin hasarı (traumatic chemical brain injury) olarak yeniden kavramamla başladı. Akatizi için sahiplik ekleri kullanmayı bıraktım ("benim" akatizim) ve ona uygun isimler takmayı bıraktım. Beni tamamen yutabileceğine inanmamı sağlayan mistik güçler atfetmeyi bıraktım. İyileşmeye başlamam için bu farkındalığın, gerçekleşmesi gerekiyordu. Akatiziyi 'hastalık modeli -disease model' açısından düşünmeyi bıraktım ve bunun yerine onu bir yaralanma (injury) olarak düşünmeye başladım. Akatizi araba kazası değildir; Araba kazasının bir sonucudur.
Aşağıdakiler, beyin ve sinir sistemi işlevi hakkında bazı temel ilkeler oluşturmayı amaçlamaktadır. Bu, akatiziyi nasıl algıladığımı değiştirmede belirleyici bir unsurdu. Akatiziyi nasıl algıladığımızı değiştirmek neden önemlidir? Çünkü algı, kelimenin tam anlamıyla 'her şeye dair öznel deneyimimizi yaratan veya değiştiren şeydir.'
Bu Senin Beynindir (İlaçlar üzerinde)...
Buraya, yani artık günlük akatizi yaşamadığım bir noktaya nasıl geldiğimi tam olarak anlamak için, psikotropik ilaçlardan kaynaklanan kimyasal beyin hasarının (chemical brain injury) bir sonucu olarak fiziksel ve psikolojik gerilememi nasıl ve neden yeniden kavradığımı anlamak önemlidir. Tanımlarım jargon içermez ve basitleştirilmiştir çünkü ben bir beyin bilimci değilim. Ancak, beynin genel rolü hakkında temel bir anlayışa sahip olmak için benim (sizin de) olmam gerekmiyor, bu yüzden bu iyi bir başlangıç noktası.
Beynin işlevleri çok sayıda olsa da, bunları en temel işlevlere indirgediğimizde, diğer tüm görevlerinin bu ana rollerin kapsamına girdiğini görmek kolaydır. Beynin ilk ve en temel işlevi, sizi hayatta tutmaktır. İkinci işlevi sizi korumak ve güvende tutmaktır. Üçüncü görevi ise homeostaziyi korumaktır (bu da "güvenli (safe)" kapsamına girebilir, ancak ayrı bir başlık altında listelemeyi gerektirecek kadar çeşitlilik gösterir).
Beynimizin son temel görevi, uyumsuzlukları, yani gerçeklik algımızdaki homeostaziyi tehdit eden sorunları veya aksaklıkları çözmektir. İnançlardan travmaya, iş yerinde görünüşte kazanılması imkansız bir durumu anlamaya çalışmaya kadar, beyniniz sürekli olarak 'varoluşunuzun kırışıklıklarını gidermenin yollarını' arar; örneğin, örüntüsellik gibi.
Diyelim ki kayınvalidenizi her ziyaret ettiğinizde, aynı akşam hazımsızlık yaşadığınızı fark ediyorsunuz. Beyniniz, inandığınız şeye en uygun örüntüyü bulur ve böylece mide-bağırsak rahatsızlığını (the GI upset) otomatik olarak ziyarete bağlayabilir, eve dönerken arabada rutin olarak alıp yediğiniz yağlı fast food'u rahatlıkla görmezden gelebilirsiniz. Daha önce de belirtildiği gibi, nedensellik söz konusu olduğunda sıklıkla yanılıyoruz. Beynimizin bizim için uyum yaratmasının bir diğer yolu da, zaten inandığımız şeyleri desteklemek için bilinçaltında kanıt arama eğilimi olan doğrulama yanlılığıdır. Başka bir deyişle, beynimiz iç dünyamızı, dış dünyayla uzlaştırmayı birçok şekilde öğrenmiştir.
Beynin işlevine dair bu basit genel bakıştan sonra, şimdi onun karmaşıklığına bakalım. İnsan beyni, 'evrendeki en karmaşık sistem' olarak adlandırılmıştır. Bu sizin "süper bilgisayarınız"dır, ancak ondan daha da zariftir. Beyniniz olmasaydı, tat alamaz, göremez, duyamaz, deneyimleyemez, hissedemez, hayal kuramaz, düşünemez, hatırlayamaz, yürüyemez, nefes alamazdınız... yani, var olamazdınız. Ayak parmağınızı çarparsanız, beyniniz acıyı hisseder. Gözlerinizle görmezsiniz; beyninizle görürsünüz, vb. Filozoflar zihin kavramını tanımlamak için binlerce yıl harcamış olsalar da, hepsinin (düalist olmadıkları sürece) hemfikir olduğu bir nokta var: Zihin, fiziksel beyin olmadan var olamaz. Beyin ve işlevleri hakkında ne kadar çok şey öğrenirsem, o kadar mütevazı oluyor. Ona hayranım. Bir tür olarak beyin hakkında bilmediğimiz her şeye dayanarak, tıbbi hizmet sağlayıcılarının psikoaktif kimyasallar reçete ederken sergiledikleri umursamaz tavır endişe vericidir.
Şimdi psikiyatrik ilaçların işlevini ele alalım. Bu da indirgeyici olmakla birlikte, beynin sorumluluklarının tanımından çok daha doğru ve eksiksizdir; çünkü bilimsel kanıtlar, veriler ve en önemlisi ilaç üreticileri bunu tartışmıyor.
"Psikiyatrik ilaçların görevi normal beyin fonksiyonlarını bozmaktır. Unutmayın, evrendeki en karmaşık sistemin bir parçası olan ve henüz sahipleri veya onları anlamak için yarattıkları bilimler tarafından bile anlaşılmamış fonksiyonlardır bunlar. Başka bir deyişle, psikiyatrik ilaçlar, özellikle vücudun süper bilgisayarında, - milyarlarca yıllık deneme yanılma ve geliştirmeyle bugünkü haline gelen akıl almaz derecede karmaşık bir sistemde - işlev bozukluğu yaratmak için kullanılır." Bir an durun ve bunun üzerinde düşünün.
Travmatik, Kimyasal...
Beyin hakkında bildiklerimizi göz önünde bulundurarak, kafatasına sert bir darbe sonucu normal işleyişin bozulması durumunda neler olabileceğini bir düşünün. Hasarın 'nerede meydana geldiği, yaralanmanın şiddeti, yaş, genel sağlık durumu, eşlik eden hastalıklar ve psikososyal faktörler' tedaviyi belirler. "Çok fazla bilinen ve bilinmeyen değişken" olduğunu hatırlıyor musunuz?
Ancak süper bilgisayarlarımızı hedef alan ve normal beyin fonksiyonlarını bozan, yutulan kimyasalların yol açtığı yaralanmalarla uğraşırken, bu tamamen yeni bir karmaşıklık düzeyine ulaşır. Özenle tasarlanmış bir saatin çarklarındaki kum gibi, bazı süreçler yavaşlarken bazıları hızlanır ve bu da 'sistem genelinde işlev bozukluklarına' neden olur.
Genellikle, bir kişi bu şekilde zarar gördüğünde, bu zarar süreklidir ve ne yazık ki doktorlarının bakımı altındayken uzun süreler boyunca devam eder.
Hastalar yan etkilerin, algılanan 'ilaç faydalarını ortadan kaldırdığını' fark ettiklerinde, tıbbi sistem, yaralanmalarından kurtulmalarına yardımcı olmak bir yana, ilacı /ilaçları bırakmalarına yardımcı olmak için bile yetersiz donanıma sahiptir.
Hastalar, özellikle daha zararlı ilaçlar reçete edildiğinde, başlangıçta yardım aradıkları 'altta yatan akıl sağlığı sorununa' yanlış atfedilmesi nedeniyle, genellikle daha fazla travma yaşarlar.
(Sonunda) iyiliğimi derinden önemseyen ve ben geri çekilirken ve iyileşirken bana destek olmaya devam eden sağlık hizmeti sağlayıcıları bulduğum için şanslıydım (ya da o kadar büyük bir baş belasıyım ki, benden yeterince hızlı kurtulamıyorlar). Ancak güveni ,yeniden tesis etmek zaman aldı.
Travmatik kimyasal beyin yaralanması /hasarı - TCBI "traumatic chemical brain injury" - terimini kullanıyorum çünkü diğer beyin hasarlarında (brain injuries) olduğu gibi, 'iyileşme stratejileri geliştirmek' de sayısız hususa dayanıyor.
Yaralanma (injury), kimyasaldır çünkü patogenezi psikoaktif ilaçlardan kaynaklanmaktadır. Travmatik (traumatic) kısmı ise tıp camiası tarafından göz ardı edilmekten ve sağlık uzmanlarının - DSM'lerinin ve tanı güçlerinin arkasına - korkakça saklanmasından kaynaklanmaktadır.
Yani, beynin iki temel işlevi bizi güvende tutmak ve homeostaziyi korumaksa, beyin ve sinir sistemi işlev bozukluğu yaratmak üzere tasarlanmış psikotrop ilaçlar, uzun süreler boyunca kullanılıp bırakıldığında, beynimizin 'homeostaziyi yeniden sağlamak' için neler yapması gerektiğini bir düşünün.
İyileşmeyi Anlamak...
Sadece on sekiz ay önce, günlük akatizi ve diğer geç etkilenmiş ilaçların etkisiyle felç olmuştum. Bugün, hâlâ sürecin içinde olsam da daha işlevsel durumdayım; şu anda benzodiazepin de dahil olmak üzere iki psikotropik ilacı azaltıyorum. Bazı günler ve zamanlar diğerlerinden daha zor olsa da, iyileşme çabalarımda umutlu ve kendime güveniyorum. Ama bir gün uyandığımda, kendimi daha iyi hissetmedim.
Herhangi bir yaralanmanın iyileşmesinde 'zaman' çok önemli olsa da, beyin ve sinir sistemindeki ciddi kimyasal hasarlar genellikle zamandan, dinlenmeden veya bir haptan daha fazlasını gerektirir. "Akatizi: İyileşmenin Tarihsel Perspektifi (Akathisia: Historical Perspective for Healing)" başlıklı yazımda, beş yıl boyunca nöroleptik (atipik antipsikotik) kullandıktan sonra 2009 yılına gelindiğinde, 'tansiyonumun ve kolesterolümün çok yüksek olduğunu, kan şekerimin de (prediyabet) çok yüksek olduğunu' belirtmiştim.
Bu durum "metabolik sendrom" olarak bilinir ve uzun süreli nöroleptik kullanımının en yaygın belirtilerinden biridir. Kilo alımı, 'vücuduma zorla uygulanan kimyasal değişikliklerin' bir göstergesiydi, ancak bunlar boşlukta var olmadı çünkü sistem düşüncesi bize 'beyin ve vücut sistemlerimizin birbirine bağımlı olduğunu ve homeostazı oluşturmak ve korumak için birlikte çalıştığını' gösteriyor.
İşlev bozukluğunun sorunu, bu sistemler arızalandığında mantıklı veya makul bir şekilde çökmemeleri ve herkeste farklı şekilde devre dışı kalmalarıdır. TCBI'ye maruz kalıp aşırı zayıflayan birçok insan tanıyorum. Benim gibi bazıları ise hatırı sayılır kilo aldı. Bazı insanlar enfeksiyonlara yatkınken, bazıları otoimmün hastalıklara vb yakalanıyor.
Polivagal tablonun hem sarı hem de kırmızı kısımlarını incelemek için bir an ayırırsak, bir şey çok net ortaya çıkar: Bunlar vücuttaki en temel ve önemli otomatik sistemlerden bazılarıdır ve bana reçete edilen ilaçlar, otonom sinir sisteminin (OSS - /ANS "autonomic nervous system") denetimi altındaki bu sistemlerde, büyük ölçekli işlev bozukluklarına neden olmuştur, bu nedenle işlevleri, otomatiktir. Bunlarla akıl yürütmeye çalışmak imkansızdır çünkü bu otomatik sistemler sözel değildir, insanca konuşmazlar. Bu yüzden 'kendinize korkmamanızı veya "sakin olmanızı" söylemeniz' işe yaramaz.
En açıklayıcı olanı yeşil renkli bölümlerdi. O kadar uzun süredir hastaydım ki sağlıklı bir beden-beyin-zihin birlikteliğinin nasıl hissettirdiğini unutmuştum. Tıbbi bakım modelinin, tıpkı uzun zaman önce 'ilaçlar olmadan hayatımı sürdürebileceğime' olan inancımı benden çaldığı gibi, iyileşebileceğime olan inancımı da benden çaldığını fark ettim.
Tedaviyi azaltıp iyileşmeye devam ederken ara sıra (ve geçici olarak) tıbbi veya başka bir dış desteğe ihtiyaç duysam da, sinir sisteminin genel sağlık ve refahımda oynadığı rolü anlamak, artık tıbbi modelin 'sınırlı hayal gücüne ve iç karartıcı tahminlerine' boyun eğmek zorunda olmadığım gerçeğine gözlerimi açtı.
Bununla birlikte, sistemlerimiz, süper bilgisayarlarımız, psikotropik ilaçlar nedeniyle "çevrimdışı" ise, karmaşıklığına ve insan beyni hakkında bilmediğimiz her şeye dayanarak, daha fazla psikotropik ilaç eklemeyi düşünürken özellikle dikkatli olmak önemlidir.
Ayrıca, akatizi hastasıysanız ve şu anda akatiziye neden olan bir (veya birkaç) ilaç kullanıyorsanız, nasıl devam edeceğinizi (sağlık uzmanınızla) yeniden değerlendirmenin zamanı gelmiş olabilir.
İlaçların verdiği zarar, bende çok yaygın olduğu için, beynimin ve vücudumun iyileşmesine yardımcı olmak için ek desteğe ihtiyacım olup olmadığını anlamak için birkaç farklı sağlık uzmanına danışmak zorunda kaldım. Destekleyici tıp uzmanları bulmak hayati önem taşıyordu. Eşim Kent, yakında yayınlanacak makalesinde 'tıp camiasından destek ararken bulduğumuz daha etkili yaklaşımlardan bazılarını' ele alacak.
Tekrar ediyorum, özellikle kimyasal olanları olmak üzere, TBI'ları iyileştirmenin net veya basit yolları yoktur; onlar da sahipleri kadar bireysel ve benzersizdir. Yani, benim yolculuğum başkasınınkine benzese de, bu yaralanmalarımızın tıpatıp aynı olduğu veya iyileşme stratejilerimizin birebir örtüşeceği anlamına gelmez. Ancak yaralanmalara benzer tepkiler veren ortak fizyolojilere sahibiz.
Birleşik Krallık'taki bir beyin hasarı kuruluşu olan Headway'e göre, 'beyindeki herhangi bir hasarın, davranışsal ve duygusal sonuçları' olabilir. Kimyasal beyin travmasının, özellikle de kimyasallar psikoaktif olduğunda, bir istisna olmadığı sonucuna varmak zor değil. Ancak, fizyolojik bir travmadan sonraki her türlü rehabilitasyon gibi, iyileşmek istiyorsak sürece tüm benliğimizle dahil olmalıyız.
Örneğin, fizik tedaviyi ele alalım. Fiziksel bedenlerimizin bilinçli ve tekrarlayan hareketleri, beden ve beyni yeniden birbirine bağlamakla ilgilidir. Ancak başarılı olmak istiyorsak, 'zihnimizin, bu bağlantıyı sağlaması' gerekir.
Albert Camus'nün de dediği gibi, 'her birimizin içinde "yenilmez bir yaz" yattığına' inanıyorum. Bu, bulanık bir geçmişe dönüp bakıldığında ortaya çıkan sıradan bir laf değil. Umut ve kişinin iyileşebileceğine olan inanç, her türlü travmadan kurtulmanın olmazsa olmaz unsurlarıdır çünkü yaptığımız her şey gibi, her iki durumda da nörolojik sonuçlar doğurur. Algılar önemlidir.
Şaşırtıcı derecede karmaşık sistemimin, uygun şekilde desteklendiğinde (yutulan kimyasallar tarafından engellenmek yerine) 'iyi çalışacak şekilde tasarlandığını' fark etmeyi öğrenmek, bana umut vermeye devam eden bir değişimdi. İnsanlar "hastalıklardan" veya "rahatsızlıklardan" iyileşmezler, ancak yaralanmalardan iyileşebilirler ve iyileşirler. Ne ölçüde iyileşeceği kişiden kişiye değişir. Yedi yıldır bu sürecin içindeyim.
Henüz tam olarak iyileşmemiş olsam da, şu anki durumuma gelmemin önemli bir parçası, akatizi ve diğer ilaç zararlarının TCBI'nin sonuçları olduğuna dair bakış açımı yeniden düşünmek ve düzeltmekti. Bu yaralanmalar, en önemli, kadim ve otomatik sistemlerimden bazılarını etkiliyor. Bir sonraki yazımda, bu otomatik sistemlerle "iletişim kurmanın" ve bu sistemlerde değişiklik yaratmanın yollarını ele alacağım.
Acı çektiğimizde çoğu zaman hiçbir seçeneğimiz yokmuş gibi hissettiğimizi içtenlikle biliyorum, ama sınırlı ve önemsiz görünseler bile her zaman seçeneklerimiz vardır, bu yüzden benimle birlikte söyleyin: akatizi bir beyin ve sinir sistemi hasarıdır, ne eksik ne fazla. Takipte kalın." (17)
*** *** ***
* BAZI UYARILAR...
UYARI : Lütfen unutmayın: Hiç kimse doktor kontrolü olmadan psikiyatrik ilaçlardan kurtulmaya çalışmamalıdır. Buradaki bilgilere dayanarak psikiyatrik ilaçlarınızı birdenbire kesmeyiniz, bırakmayınız.. İntihar, cinayet, şiddet vb gibi çok sayıda tehlikeli olan ve olmayan "ilaç yoksunluk belirtilerine (psikiyatrik semptomlarına)" bir/birden fazlasına sahip olabilirsiniz. O yüzden mutlaka doktorunuza danışınız ve ilaç yoksunluk semptomları ile ilgili bilgileri doktorunuzdan öğreniniz.
NOTLAR: Ayrıca, bu içeriklerin (veriler, bilgiler, fikir ve düşünceler vs) hemen hepsi, bilgi vermek amaçlıdır. Tıbbi tavsiye /sağlık yönlendirmesi şeklinde verilmemiştir. Buradaki veriler, içerikler, fikir ve düşünceler, size teşhis, tanı koymaz, tedavi seçeneği sunmaz, sizi tedavi etmez. Eğer kendinizi rahatsız hissediyor ve/veya hasta iseniz, kendi doktorunuza /yakınınızdaki sağlık birimine başvurunuz. Ayrıca BURADAKİ genel uyarıları da mutlaka okuyunuz. Her şey gönlünüzce olsun ve nice mutlu yıllar, sağlıklar dileriz.. Teşekkürler..
Bloglarımızdaki 'Psikiyatri bir ölüm endüstrisidir' ve 'Psikiyatrik ilaçlar, akıl hastalıklarına sebep olur - Akıl hastalıkları bir efsanedir' serileri ile birlikte şimdiki 'Psikiyatrik ilaçlar, kimyasal kaynaklı kalıcı beyin hasarına (kimyasal lobotomiye) neden olur' araştırmaları ve diğer 'akıl sağlığı, psikiyatri, psikiyatrik ilaçların ve diğer biyopsikiyatrik tedavilerin zararları' vb gibi ayrı ayrı makalelerde verilen diğer araştırmaları da okuyarak, konular hakkında daha çok ve daha kaliteli bilgi sahibi de olabilirsiniz. Ayrıca.. eğer yapabiliyorsanız, kendiniz de konularla ilgili araştırmaları 'internette, sanal alemde, sosyal medyada ve diğer ortamlarda' yaparak da bilgi sahibi olabilir ve buradaki bilgilere katkılar da sağlayabilmiş olursunuz, diye umuyoruz. Teşekkürler..😊
NOT :
Yabancı sitelerden alınan haber, makale gibi yabancı dillerin Türkçe
çevirilerinde hatalar olabilir. Gerçek çevirileri öğrenmek için
kaynaklarına gidip okuyabilirsiniz..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
YORUM UYARISI : Yorumlara link ve telefon numarası bırakmak,küfür,hakaret vb gibi suç unsuru olabilecek ve herhangi bir sorunda yasal soruşturma sözkonusu olabilecek bir isim vermek vb gibi yazılar yazmak yasaktır.Özellikle de bunları Unknow olarak yayınlayan yorumlar dikkate alınmayacaktır.Tespit edilirse yayınlanmaz yada silinir..